“Lider Budur: Alparslan Türkeş”
“Lider Budur: Alparslan Türkeş”
Prof. Dr. Cemalettin TAŞKIRAN
Merhum Alparslan Türkeş’in ülkenin tarihindeki en önemli rolü milliyetçi düşünce etrafında toplanmış nesiller yetiştirmesidir. Alparslan Türkeş, bir milli hareket ve bir milli programla Türk milletinin karşısına çıkmış, liderlik yeteneğiyle toplumun her kesiminde milliyetçileri teşkilatlandırmıştır.
Türk milliyetçiliği ile birlikte Türk dünyasını da siyasetinin temeli yapan Alparslan Türkeş’in ismi Türk dünyasında da ön plana çıkmış, gençliğinden beri onun Türk dünyasıyla ilgilendiğini öğrenen Azerbaycan, Türkmen, Özbek, Kazak, Kırgız, Uygur, Tatar, Yakut, Çuvaş Türklerinin ve Çeçenlerin bir kısım aydınları onu bir lider olarak benimsemişlerdir. Birçok siyasi parti başkanı Türkiye sınırlarının içinde bile çok iyi tanınmazken, Alparslan Türkeş’i Adriyatik’ten, Çin Seddi’ne, Kerkük’ten Sibirya’ya kadar tanımayan Türk yoktur desek yanlış olmaz.
O, örnek bir milliyetçiydi. Bir ideal adamıydı. Hayatı, hep mücadelelerle geçti. 1944 Milliyetçilik olayında tutuklandı. 1960 İhtilâli ile başlayan siyasetteki yükseliş dönemi, Hindistan’a sürgün ile noktalandı. 1980 ihtilali ile bir başka darbe daha aldı. Fikirleri yüzünden yeniden tutuklandı. Büyük sıkıntılar çekti.
Ama hiçbir zaman yılmadı, yıkılmadı. Aldığı her darbe, Alparslan Türkeş’i daha da biledi. Geçmişte savunduklarından hiçbir zaman vazgeçmedi. Aynı fikirlerle geleceğe doğru yürüdü. Fikirlerinde tavizsizdi. İnandığı doğrulardan hiçbir zaman taviz vermedi ve sapma göstermedi.
Merhum Alparslan Türkeş gerçek, katıksız bir dava adamıydı. Mücadelede yalnız bırakıldığı, yalnız kaldığı anlar oldu. Yine de mücadeleden vazgeçmedi. Tek başına il il, ilçe ilçe, köy köy dolaştı. Hareketin ivme kazanması için bazen yakın arkadaşları ile birlikte, bazen yalnız, ulaşabildiği her eve gitti. Neden politikaya atıldığını ve neden birlikte çalışmaları gerektiğini bıkmadan usanmadan anlattı. Hiç kimseyi küçümsemezdi, kimseye tepeden bakmazdı.
Bu yazıda asıl amaç doğrudan Alparslan Türkeş ve liderliğini anlatmak değil. Bu hafta sonu rahmetli Türkeş’le ilgili iki anıyı paylaşacağım. Bu anılar Onun nasıl bir insan, nasıl bir lider olduğunu ortaya koyacak ve en azından Onun biraz daha yakından tanınmasına vesile olacaktır diye düşünüyorum.
Merhum Alparslan Türkeş 12 Eylül sonrası uzun yıllar süren haksız mahkûmiyet sonrasında serbest bırakılmıştı. Serbest bırakıldığı sıralarda Dr. Nadir ve Dr. Kürşat isminde iki arkadaşım kendisiyle yakından ilgilendiler. O da onları tanıdı. Samimiyetlerini, kalitelerini, dürüstlüklerini ve heyecanlarını gördü. Kendisine ve aynı zamanda Türk milliyetçiliği davasına olan bağlılıklarını gördü. Yakından şahidiyim. O da onları sevdi. 1986’dan 1997’ye kadar olan süre içinde hemen hemen her gün bu arkadaşlarım Onunla birlikte oldular. Onu dinlediler. Çalışmalarına katıldılar. Sağlığı ile yakından ilgilendiler. Çok özel toplantılar yaptılar. Zaman zaman ben de bu çok özel toplantılara katıldım. Her seferinde de ülke meseleleri ve milliyetçilik konusunda daha da bilgilenmiş hissettim kendimi. Daha sonraları bu toplantılara eşlerimizi de götürdük. Ben daha çok “Başbuğ”u dinliyordum. Bir yandan da durmadan not alıyordum. Bazen gece geç saatlere, hatta sabahlara kadar süren bu sohbetlerde öğrendiklerimizi, bir daha unutmamak için eve döndükten sonra hemen yatmıyor, notları okuyor ve kalıcı olacak şekilde eşimle kaleme alıyorduk. Hemen belirtmeliyim ki bu özel sohbetleri dinleyen arkadaşlarımız az değildir. Ama bunları not edenlerin az olduğunu düşünüyorum.
Bu yakın görüşme ve sohbetlerinde bulunma süresi yaklaşık 10 yıl sürdü. Arkadaşlarım bu süre zarfında yine Türkeş’in yanında, yakınındaydılar. Ömrü vefa etmedi. Etseydi, bugün her şey daha farklı gelişebilir, Türkiye ve Türk dünyası çok farklı yerlerde olabilirdi.
Bu görüşmelerde not ettiğim olaylardan bir kaçını Türk Ocağı’nın düzenlediği “Alparslan Türkeş’i Anma” toplantılarında ilgili arkadaşlarımdan izin alarak anlatmıştım. İlgi uyandırdı. Geçen günlerde yapılan “Haberiniz.com.tr Yazarlar toplantısı”nda da, bunları dinleyen bir arkadaşımız anlattıklarımı burada da yazmamı istedi. Yaklaşan kongre sürecinde yararlı olacağını düşünerek bu anılardan ikisini sizinle paylaşmak istedim.
Bunlardan birini bizzat olayı yaşayan arkadaşım Dr. Nadir’in kendisidir. Bana da o gün kendisi anlatmıştı.
1996 yılıydı. Bir gece sabaha karşı saat 4 sularında Dr.Nadir’in ev telefonu çalıyor. Arkadaşım o dönemde Ankara’da Siteler’de oturuyor. “Hayırdır!” diyerek hemen telefona bakıyorlar. Telefon eden Alparslan Türkeş’in eşi Seval Hanım. Oran şehrinde oturan Seval Hanım telefonda diyor ki: “ Nadir Bey, Alpaslan Bey biraz rahatsızlandı. Pek iyi görünmüyor. Zaman bir hayli geç ama acaba gelebilir misiniz? Onu muayene edebilir misiniz?”
Nadir: “ Tabi efendim, hemen geliyorum “diyor. Gecenin saat 4- 4.30’unda arabasına atlıyor ve Oran şehrine gidiyor. Kapıyı çalıyor. İçeri giriyor. İçerdeki durum şöyle: Alparslan Türkeş yatağın üzerinde oturmuş vaziyette. Yüzü solgun. Gözleri yorgun. Yerde bir seccade serili. Seccadenin ön kenarından biri katlanmış. Seccade üzerinde bir rahle var. Rahle açılmış. Rahle üzerinde de açık vaziyette Kuranı kerim duruyor… Arkadaşım muayene ediyor Türkeş’i. Muayene sonrası diyor ki:
-Efendim, çok yorgunsunuz. Mutlaka istirahat etmeniz lazım. Mutlaka uyumanız lazım. Dinlenmeniz lazım. Ama görüyorum ki şu ana kadar hiç uyumamışsınız. Ne yaptınız bu zamana kadar?
Türkeş cevap veriyor: – Kuran okudum.
Dr.Nadir devam ediyor:- Efendim başka zaman okusaydınız. Okumanız elbette çok güzel bir şey ama çok yorgun ve halsizsiniz. Keşke başka zaman okusaydınız. Zaman mı yoktu?
Türkeş cevap veriyor:- Hayır Nadir bey, öyle değil. Ben belirli günlerde, belirli aralıklarla Türk büyüklerinin ruhuna mutlaka kuran okurum. Bu gün sıra Çaka Bey’de idi. Bu saate kadar Çaka Beyin ruhuna kuran okudum…
Nadir cevap veremiyor. Daha doğrusu biraz mahcup oluyor…
Hepimizin ahiret alemine intikal etmiş yakınları var. Belki çoğumuzun annesi ve babası bile rahmetli oldu. Acının taze olduğu ilk zamanlar dışında kaçımız en yakınlarımız için sabahlara kadar kuran okuyor? Daha da ileri gidelim. Özel ilgisi ve bölge insanı olanlar dışında kaç kişi Çaka beyi biliyor? Kaç kişi Çaka beyin hayatı ve Türk tarihindeki yeri hakkında bilgi sahibi?
Oysa bilmemiz lazım. Alpaslan Türkeş’in düzenli olarak ruhu için kuran okuduğu Çaka bey, ilk Türk denizcisi ve Türk denizciliğinin kurucusudur. Oğuz Türklerindendir. Batı Anadolu’da Bizanslılarla yapılan savaşlara katılmış ve bu mücadelelerin birinde Bizanslılara esir düşerek İstanbul’a götürülmüş. Uzun yıllar kaldığı İstanbul’da, Bizans’ın zayıf ve güçlü yanlarını ve iç siyasetini de öğrenme fırsatı bulmuş. Çaka Bey İstanbul’da denizciliği de iyice öğrenmiş. 1081 yılında İstanbul’dan kaçarak İzmir dolaylarına gelmiş. İzmir’i ele geçirerek bir beylik kurmuş. Kısa zamanda otuz parçadan oluşan kuvvetli bir donanma kurarak Midilli, Sakız, Sisam, Rodos, İstanköy gibi Ege adaları ile Urla ve Foça’yı fethetmiş.
Bizans İmparatoru Çaka Bey’in üzerine bir donanma göndermiş. Bu donanma Çaka Bey tarafından bozguna uğratılmış. Çaka Bey’in en büyük amacı İstanbul’u Bizans’ın elinden almaktır. Bu amaç için Doğu Avrupa ve Balkanlarda, Bizans’a karşı mücadele eden Peçenek Türkleri ile anlaşmış. Çaka Bey’in planı, kendisi denizden, damadı I. Kılıç Arslan Anadolu’dan, Peçenekler de Balkanlardan olmak üzere Bizans’ı üçlü bir Türk kıskacına alarak fethetmek.
Bu planı anlayan Bizans İmparatoru oluşturulan ittifakı bozmak için Balkanlardaki Kuman Türkleri ile anlaşmış. Türkleri birbirine düşürme politikası uygulayarak bu durumdan kurtulmuş. Bu durum üzerine İzmir üzerine karadan ve denizden saldırıya geçen Bizanslılar, 1092 yılında Midilli adasına çıkarma yapmışlar. Çaka Bey, Bizanslılarla büyük bir mücadeleye girişmişse de, çıkan bir fırtına sonucu İzmir’e çekilmek zorunda kalmış.
Bizans oyunlarını iyi bilen Çaka Bey, kızını verdiği I. Kılıç Arslan’ı Bizans entrikasına karşı uyarmak ve onunla anlaşmak amacı ile ziyarete gittiğinde, 1093 yılında zehirlenerek öldürülmüş. Günümüzde Türk Deniz Kuvvetlerinin kuruluş tarihi olarak, Çaka Bey’in ilk donanmayı oluşturduğu 1081 yılı kabul edilir.
Alparslan Türkeş, çoğumuzun çok az bildiği bu Türk büyüğü için düzenli olarak kuran okuyor. Ve bunu kimse bilmiyor. İşte lider budur!
Rahmetli Türkeş gerçek bir liderdi. İnsanları iyi tanır ve onların olumlu yönlerinden milliyetçilik davası için yararlanırdı. Her insanın da mutlaka en azından bir niteliği ile milletimizin kalkınmasına yararlı olabileceğini kabul ederdi. Onun insani ilişkileri, sanılanın aksine, son derece kibar ve yumuşaktı.
Aktaracağım ikinci olayı, yine Dr. Kürşat’ın organize ettiği özel sohbetler sırasında rahmetli Türkeş’in kendisi anlatmıştı. Notlarımdan aktarıyorum: Gecenin geç saatlerinde rahmetlinin Oran şehrindeki evindeydik. Parti içinde yaşanan çekişmeleri ve bunun yarattığı sıkıntılardan bahsediyordu. Siyasi partilere sahip çıkılması gerektiğini, çünkü partinin sarsıntı geçirdiği zamanlarda toparlanmasının çok zor olacağını anlatıyordu. Örnekler de veriyordu. “…Parti teşkilatlarında çalışacak adamları bile bulabilmek zorlaşıyor o dönemlerde…” diyordu. “İşte o dönemlerde samimi olanlar kalıyor, samimi olmayanlar gidiyor…” diyordu. Örneği de Eskişehir’den verdi.
Partinin sarsıntı geçirdiği günlerde Eskişehir il başkanı Mehmet Irmak bey olmuş. Ama Merkez İlçe başkanlığına bir isim bulamamışlar. En sonunda bir hamal, bir arabacı bu göreve talip olmuş. At arabası ile Eskişehir garında yük taşıyormuş. Anlatırken ismini tam olarak hatırlayamadı. “Lütfi gibi bir şeydi” dedi. Ve anlatmaya devam etti: “…Arabacı kaba-saba bir adamdı. Ama mert bir adamdı. Samimi bir adamdı. Davaya sahip çıktı. Merkez ilçe başkanlığını üstlendi…” dedi. Devam etti. “…Sert konuşurdu. -Türkeş, şöyle yap. Türkeş böyle yap. Türkeş, şöyle olsun… gibi sert ve kesin konuşurdu. Samimiyetini bildiğim için alınmazdım. Tamam, öyle yaparız, derdim… Bir gün Eskişehir’e gittiğim zaman bana ısrar etti. “-Mazeret kabul etmem. Yemeğe bizim eve gideceğiz” dedi. Zaten zar- zor geçiniyordu. Sıkıntı vermek istemedim. Ama çok ısrarcı oldu. Kıramadım. Kabul ettim. Davetine icabet ettim. Fakir bir evdi. Ama temiz bir Anadolu eviydi. Eşi hazırlanmış. Çeşit çeşit yemek yapmış. Yer sofrasındayız. Bağdaş kurup yemeklerimizi yedik. Bir kaç kişi biz varız. 3 kişi de onlar var. Kendisi, eşi ve yeni öğretmen olmuş kızı. Genç, terbiyeli bir hanım kızımızdı.
Yemek sırasnda Merkez ilçe başkanı yine o emredici tavırla konuşmaya başladı. “…-Türkeş, şunu demelisin. Türkeş, bunu yapmalısın…” gibi… Tamam, dedim. Yaparız, söyleriz dedim. Yemeği ve sohbeti tamamladık. Ama sohbet sırasında kızı babasının bu sert tonda konuşmalarına biraz üzülmüş. Benim de üzüldüğümü sanmış. Yemekten sonra ev hanımına ve kızına teşekkür ettim. Kızı babasının duymayacağı bir şekilde eğilerek bana: “ -Efendim, babam adına sizden özür dilerim. Sizi üzecek şekilde konuştu. Kusura bakmayın…”gibi sözler söyledi. Hemen sözünü kestim. Hayır, kızım, hayır, dedim. Senin babanın hiçbir sözü ve hiçbir davranışı beni üzmez. Beni kırmaz. Onda öyle bir yürek ve öyle bir samimiyet var ki bunu çok az insanda bulabiliriz. Herkesin görevden korktuğu ve kaçtığı bir zamanda baban bizimle birlikte elini taşın altına koydu. Ayrıca söyledikleri, inandıkları. İnandığını söylüyor baban. Türk milliyetçiliğinin daha iyi olması için, daha da yayılması için bunları yapıyor. O benim gözümde çok büyük ve çok samimi bir dava adamı. Ben ona kırılmam. Yeter ki o bana kırılmasın, o bana gücenmesin… Kızın gözleri doldu, öpmek için elime sarıldı ve ağlamaya başladı…”
Bu olayı 2005 yılında Eskişehir’de düzenlenen ”Alpaslan Türkeş’i Anma” toplantısında dinleyenlerle paylaştığımda, Eskişehirliler rahmetli arabacıyı ve öğretmen kızını hatırladılar. Adını da Arabacı Rıfkı olarak düzelttiler.
Türkeş böyle bir lider, böyle bir dava adamıydı. Allah rahmet eylesin. Bugün bize düşen Türk milliyetçiliği davasına hep birlikte, birbirimizi kırmadan, incitmeden sahip çıkmaktır. Bir olmaktır. Birlik olmaktır. Bugün bize düşen birliği bozmak, dağıtmak değil; aksine, biri on, onu yüz, yüzü bin, bini milyon yapmaktır.
Necip Fazıl’ın dediği gibi:
“Mehmed’im sevinin başlar yüksekte,
Ölsek de sevinin, eve dönsek de.
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın elbet bizim, elbet bizimdir,
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!”
13 Ekim 2012