Kenan EROĞLU: Ziya Gökalp ve “Gece Dersleri”
ZİYA GÖKALP VE GECE DERSLERİ
Kenan Eroğlu
Ziya Gökalp konusuna kaldığımız yerden devam ediyorum. Bir süredir yayınlayıp aktardığım bu yazılarda büyük düşünürümüzün çevresi ailesi ve yakınları tarafından dile getirilen samimi düşünce ve duygularını aktardım. Onun fikir ve düşünceleri, günümüz için geçerlilik durumları gibi konulara hiç girmedik. Bu yazıları okuyucuya aktarmamın başta gelen sebebi, böylesine büyük bir düşünürümüzün, hayatı, yetişmesi, bilgilerini nerede ve nasıl elde ettiği, neleri okuduğu, hangi konulara önem verdiği gibi konuları yakınlarının ve samimi dostlarının anlatımları ile sergilemektir.
Ziya Gökalp gibi bir düşünürün sevenleri, fikirlerini tümüyle benimseyenler olduğu gibi, onun fikirlerine elbette tenkidler getirenler de olmuştur.
Ziya Gökalp’in görüş ve düşüncelerini Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmaya yada yıktırılmaya yüz tuttuğu bir dönemde milletini seven ve milleti için çırpınan bir Türk aydınının düşünceleri olarak değerlendirilmelidir.
Bu günkü yazımızda Gökalp’ın büyük damadı Ali Nüzhet Göksel’in onun hakkındaki görüşlerini aktaracağım.
“”Ziya Gökalp’in Malta dönüşü çeşitli faaliyetlerinden:
“GECE DERSLERİ”, “GENÇLİK DERNEĞİ” ve “KÜÇÜK MECMUA”
AL Nüzhet GÖKSEL
(Z. Gökalp’ın Büyük Damadı)
Ziya Gökalp, Malta’da iki yıl bir sürgün ve mahbus hayata geçirdikten sonra bir gece İstanbul’da kalarak Samsun yoluyla Ankara’ya gelmiş. Yolda rastladığı hemşerilerinden, Annesinin Diyarbekir’de kendisini beklediğini duymuş; on yıllık bir ayrılıktan sonra ana evlâd hasretinin verdiği bir kavuşma iştiyakı içerisinde Gökalp, Diyarbekir’e gitmeği düşürmüştü. Onun için Ankara’da kısa bir müddet kaldıktan sonra Kayseri’ye gitti. Orada, Yunus Nâdi’nin «Yeni Gün, gazetesinde birkaç makale yazarak ayrılıp, 1921 sonbaharında Diyarbekir’e geldi.
Diyarbekir o zamanlarda Birinci Dünya Harbi’nin doğurduğu büyük felâketin içinde ezilmişti. Bu yetmiyormuş gibi, Istanbul Hükümeti’nin kurduğu divaniharpte Ermeniler’in dâvaları ele alınmış, bu yüzden, bu işle alâka. Ii sayılan bazı Diyarbekir’liler’in de tevkifi cihetine gidilmişti. Mebus Mustafa Ekinci’nin babası Şeyli Beğ, eski vâlilerden Diyarbekirli Kadri Üçok Beğ ve diğer bazı zevatın takibine başlanmıştı. Bu harp sonrası hava, hakikatleri örtbas etmişti. Yüzyıllar boyunca Türklerden daha serbest ve müreffeh yaşayan Ermeniler, Rusya’daki ırkdaşlarıyla birleşerek masum Türk köylerini yakmışlar, insanlarını merhametsizce ve işkenceler içinde öldürmüşlerdi. Bu yüzden, Van ve Bitlis Vilâyetlerinden canlarını kurtaran birçok Türk aileleri perişan bir halde kaçıp Diyarbekir’e gelerek yerleşmişlerdi. derdi,
Z. Gökalp Diyarbekir’e geldiği vakit, memleket halkının birinci Ermeniler’in yaptığı vahşetlerle tahribatın açtığı yaralar idi. İkincisi de, Diyarbekir’deki «Hürriyet ve İtilaf Cemiyeti» nin eski «İttihat ve Terakki» mensuplarına karşı düşmanlığı pek ileri götürmesiydi. Bu teşekkülün reisi Haci Niyazi Beğ ise, 31 Mart Hadisesi sırasında Diyarbekir’deki irtica haraketinin elebaşısı idi. Bu zât, o zaman Hürriyet ve İtilaf Cemiyetinin kalburüstü gelenlerinden Mehmed Ali, Ali Kemal ve Rıza Tevfik gibi şahsiyetlerin içinde bulunduğu hükûmetlerle anlaşarak, memleketteki aydın insanları çeşitli bahanelerle, Ermeni tehciri meselesiyle alâkalı göstererek, bunların tevkifi cihetine gidilmesini mahalli hükûmetten israrla istiyordu. Buna karşılık, aydın kimseler, memleketi Hürriyet ve İtilafcıların fesat ve şerrinden korumak için, henüz siyasî hayata atılmamış gençlerden mürekkep bir «İmdad Cemiyeti» kurmuşlardı. Her iki cemiyet mensupları birbiriyle mücadele ediyordu.
Mütareke’nin doğurduğu o korkunç neticeyi müteakip bu türlü kardeş kavgalarının verdiği derin bir ümitsizlik memleket havasını doldurmuştu. Gökalp memlekete gelmeden önce, İngiliz Yüzbaşısı Noel, Mütareke şartlarından faydalanarak, merkezi İstanbul’da bulunan «Kürd Teali Cemiyeti»nin bir şubesini, kendi emeline hizmet ettirebildiği gafil bir şahsın eliyle Diyarbekir’de açtırmıştı. Bunlar faaliyete geçtikten kısa bir zaman sonra, tarafından Cemiyetleri kapatıldı. Fakat, dedikodusu memleket içinde çalkalanmakta devam ediyordu.
Diyarbekir’in iç durumu kısaca anlatılan bu hava içinde bulunurken, bir gün Dahiliye Nâzırı Ali Kemal’den gelen bir telgrafta: «Sevr Muahedesi’nin tatbikatı cümlesinden olarak teşkil edilecek olan Ermenistan’a ilhak edilecek vilâyetlerin mukadderatı, orada sakin bulunan insanlara bırakıldığı», bildirilmişti. Böylece filen Istanbul Hükûmeti, Diyarbekir’den de ümidini keserek bu Türk şehrini de azgın Ermeniler ile bunların hâmisi olan büyük devletlerin entrikalarına terk etmiş oluyordu.
Bunlardan başka, o zaman Diyarbekir’de âdeta iki ayrı hükûmet vardı. Biri sivil hükûmet ve başındaki Vâli, Istanbul Hükûmetinin emrinde idi ve onun politikasını takip ediyordu. İkincisi de askerî hükûmetti ki, başındaki, Kolordu Erkânıharbiye Reisi Hâlid Beğ’di(1). Bu hükûmet, Ankara’ya bağlı idi. Sivil hükûmet, Ermeni meselesiyle alâkalı saydığı kimseleri tevkif ettirmeye kalkışınca, askerî hükûmet onları himaye eder ve takibattan kurtarırdı.
İşte kısaca izahına çalıştığım bu davalar arasında ehemmiyetli bir rol oynayan iktisadi buhran da bu duruma eklenirse, Diyarbekir’in o zamanki psikolojik hayatı daha iyi aydınlanmış olabilir. Ziya Gökalp Diyarbekir’e geldiği zaman, memleket bu türlü çetin ve çapraşık meselelerin tesiri altında derin bir kötümserlik havası içinde bulunuyordu.
Hatırlıyorum, Gökalp’ın Diyarbekir’e ilk geldiği gündü. Biz birkaç arkadaş onu ziyarete, evine gitmişti, orada dereden tepeden konuşulanları dinler gibi yüzlerimize bakıyor, fakat, hakikatte derin bir düşünceye dalmış bulunuyordu. Nihayet kalabalık dağıldı Orada biz birkaç genç arkadaş kalmıştık. Ben, memleketin içinde bulunduğu buhranlı durumdan söz açtım:
Halkın istikbal endişesiyle çırpındığını ve gelecek günlerin yüklü olduğu felaketli akıbetten kurtulmak çaresinin bulunup bulunmadığını, sordum. Gökalp, bize, yakından kurtulacağımızdan bahsetti içinde bulunduğumuz ictimai ve siyasî buhranın geçeceğini, Türklerin her felaket zamanlarında, tarihin gösterdiği gibi, milli seciyenin büyük bir adam tarafından temsil edildiğini, ve Türk milleti o rehberin arkasında yürüyerek selâmete çıktığını; şimdi içinde bulunduğumuz buhranın da, bir bozkurt gibi milletin şahlanan iradesini nefsinde tecessüm ettiren B. M. Meclis Reisi Mustafa Kemal’in bizi mes’ut günlere kavuşturacağını söyledi.
Bütün o ağır şartları yaşayan bir memlekette konuşan bu adam, bize nelerden bahsediyordu? Fakat, onunla temaslarımız arttıkça, bizimle konuşan büyük adam bir veli gibi, bir peygamber gibi bizi kendine ve söylediği fikirlere inandırdı. Gökalp, kendisiyle her görüşene ayni inanı aşıladı, Böylece, kurtuluş imanı ve yaşama sevinci ondan bizlere, bizden de bütün memlekete yayıldı. Ziya Gökalp’la artık çeşitli ideolojiler, kör ve karanlık şüpheler ortadan kalktı. Onların yerine millî heyecan, milli galeyan kaim oldu. Artık biz de onun gibi düşünüyor, onun gibi duyuyorduk: Türk yurdu düşmandan kurtulacak, eskisinden daha hür, daha mesut yaşayacaktık. Artık hepimiz, rahat ve mes’ut bir vatan üstünde yaşamanın saadeti içindeydik.
Gökalp, bu sırada Diyarbekir’de geçen ilk günlerini, Eski Yunan filozofları gibi, evinde, sokakta, çarşı ve pazarda rastgeldiği dostlarına, hayranlarına ders verir gibi uzun uzun, içinde bulunduğumuz siyasî ve sosyal buhranın düzeleceğini, birbirimize inanarak, birbirimizi severek Büyük Kurtarıcının arkasında yürümemizin lüzumundan israrla bahsedip dururdu.
«GECE DERSLERİ”
Gökalp’ın bu memleket çapındaki hocalığı devam ederken, bir de bu yetiştirdiği insanlara, Malta’da yaptığı gibi, bize de sosyal ve tarihî meselelerimiz üzerinde konferanslar vermeğe başladı. Bu derslere önce evinde başladı. Fakat oraya gelenler çoğalınca, şimdi Gazi ilkokulu adını alan bir ilkmektepte «Gece
Dersleri»ne başladı.
Biz birkaç genç, ders vereceği saat yaklaşınca Gökalp’ın evine gider, onu alır mektebe götürürdük. Dershane küçük ve yüksek rütbeli subaylar, memurlar, muallimler ve memleket aydınlarıyla dolardı. Gökalp dershaneye girince, doğruca muallim kürsüsüne geçer ve derse başlardı, İlk derslerinde: İslâmiyet’ten önceki Türk tarihi üzerinde ders verdi. Eski devirlerdeki Türk medeniyeti ve Türk kahramanlığı üzerinde bir ay kadar konferanslar verdi, Ondan sonra bu tarihî bahislerde geçen hâdiselerin sosyolojik izahlarını yaptı, eski ve yeni Türk kadını, eski ve yeni Türk dili ve edebiyatı, eski ve yeni Türk dini ile örf ve âdetlerini izah etti. Ondan sonra, felsefe üzerinde konferanslar vermeğe başladı.
Ziya Gökalp’ın dersleri çok canlı olurdu. Dinleyiciler için onun söylediği fikirler, kullandığı lisan, hep yeni idi. İlmî meseleleri izah ederken, en zor anlaşılması icap eden bahisler bile çözüm çözüm açılır, içinde hiçbir kapalı taraf kalmazdı. Biz her dersten çıkışımızda, kafamızda yeni yeni fikirlerin kuvvetini hissederdik. Çok defa arkadaşlarla bir fikir üzerinde görüş meler, münakaşalar yapardık. O dersler devam ettiği aylar zarfında biz onun talebeleri, hep ondan öğrendiğimiz yeni fikirlerin tesiri altında kalmıştık.
Birkaç defa, verdiği dersleri yazmak istedik. Fakat dersler o kadar cazibeli ve alâka çekici oluyordu ki, not tutan arkadaş, konferansın bir yerinde kalemi elinden bırakıyor, Gökalp’ı dinlemeğe koyuluyordu. Böylece tam mânasiyle konferanslar yazı haline getirilemedi. Eksik tutulan bu notları bastırmak artık mümkün değildir.
Bir kış mevsimi devam eden bu dersler üzerine yaz sıcakları gelip çatınca, artik dershanede oturmak imkânı kalmadı. Ve bu
yüzden derslere son verildi.””
***
(1) Bu zât, Başkumandan Meydan Muharebesi’nde vazife gördü ve gösterdiği yararlıktan ötürü Paşa oldu. Sulh’tan sonra Mebus idi. Son zamanlarda öldü.
Not-1: Bu yazı; “”Doğumunun 80. Yıldönümü Dolayısıyla ZİYA GÖKALP ve açılan Ziya Gökalp Müzesi” kitabındaki Ali Nüzhet Göksel yazısı, Işıl Matbaası İstanbul 1956, sayfa: 133-134-135-136”” den alınmıştır.
Not-2: Yukarıya aldığım Ali Nüzhet Göksel’e ait yazının diline dokunulmamış olduğu gibi aktarılmıştır.