Hasan Ferid Cansever: Memleketimizde Türkçülük
Hasan Ferid Cansever
Türkçülük Nedir?-2-
Memleketimizde Türkçülük adı altında yapılan çalışmalar arasında faydalı ve zararlı olanları hiç şüphesiz ki vardır.
Aralarında fikir ve içtihat farkları olmakla beraber Türkçüleri bir noktada toplamak mümkündür. O da hepsinin Türklerin faidesi ve Türk millî varlığının devam ve inkişafı için çalışmağı kabul etmiş olmalıdır. Bu sayede Türkçülük ceryanı gün geçtikçe genişlemektedir. Türkçüler arasında ihtilâf halinde görünenleri varsa da bunlar teferruata ait ve amelî olmaktan daha ziyade nazarî şeylerdir.
Meselâ «Türkçülük harsa mı, ırka mı dayanmalıdır?.» gibi. Evvelce de yazdığım gibi harsen Türk olanlar bizde en küçük bir akalliyet halindedir. Bunların yegâne kuvvetini münevver zümre arasında bulunmaları teşkil etmektedir. Halbuki Anadolu Türkleri artık uyanmıştır. Hepsi çocuklarını en yüksek tahsile kadar okutuyor. Binaenaleyh harsen Türk olanlar bugünkü Türk camiası içinde nasıl adetçe akalliyette iseler yarın münevver zümre arasında da bunlar yine pek ehemmiyetsiz ve küçük bir akalliyet halinde kalmağa mahkûmdurlar.
Şu halde, ırkçıların endişelerine mahal olmadığı gibi harsçılann da ırkçılara muhalefetine lüzum yoktur. Çünkü Anadolu ırkan yekpare ve su karıştırılmamış Türktür.
Münevverlerimiz arasında melezler pek çoktur. Bunlar ellerinden geldiği kadar Anadoludaki Türkleri muhtelif zümrelere ayırmağa, aralarında farklar olduğunu göstermeğe çalışacaklardır.
Fakat bunların melezler oldukları bilindikten sonra bittabi asıl Türkler bu sözlere bir kıymet ve ehemmiyet vermiyeceklerdir. Çünkü ilim siperi arkasına gizlenecek olan bu hareketlerin hakikî maksat ve gayeleri bizce malûmdur.
Türkçülük ve Garpçlık diye de iki ayrı hareket vardır. Benim kanaatimce bu tasnif mahsus yapılmıştır. Çünkü yalnız Türkçülük ceryanı olsa da garpçılık diye bir ceryan olmasa o zaman Türkçülüğü hırpalamak biraz güç olurdu. Biz çocuk iken yumurta döğüştürürdük. Bunun içinde en az iki yumurta lâzımdır. Tek yumurta ile yumurta döğüştürülemez. Spor sahalarında sporcuları döğüştüre- rek ondan istifade edenler olduğu gibi fikir ceryan- larını da karşı karşıya koyarak onları birbirleriyie mücadeleye mecbur edenlerin de bu işde açık veya gizli bir takım maksad, gaye ve menfaatleri vardır.
Türkçülük Türklerin faidesine çalışmak olduğuna nazaran garpçılık diye bir ceryana ne lüzum vardır. Şayet lüzum varsa ve bu ceryan Türk millî varlığının aleyhine ise hiç münakaşa bile etmeden Türkçülük garpçılığın aleyhdandır diyebiliriz. Bizim gayemiz Türkün dünya üzerinde yaşayan insanlardan üstün olduğunu görmek olduğuna nazaran garpçılık diye bir ceryamn mânası kalmış olabilir mi?
Garpçılık nedir?. Garpçılar, Türkleri, Asyanm bu meşhur milletini garpli mi yapmak istiyorlar?.. Buna imkân yoktur. Biz Asyalıyız ve Asyalı kalacağız. Şarklıyız, Garpli değiliz. Tarihin ve mukadderatın bize verdiği bu vasıflan değiştirmek bizim elimizde değildir. Aslımızı, cinsimizi de inkâr ve reddedenleyiz. Bil’akis Onunla iftihar edebiliriz. Şu halde Garpçılık dediğimiz şeyden ne kastediyoruz!.
Benim anladığıma göre şark bugünkü teknik medeniyette geri kalmıştır. Garp ilerlemiş, bir çok yeni yeni âletler, vasıtalar, usuller keşfetmiştir. İşte bizim garpten alacağımız, öğreneceğimiz şeyler bunlardır. Eğer garpçılık garbin bu teknik usullerini öğrenmek, Türk milletinin eline bu yeni vasıtaları vermek ise Türklerin faidesine olan bu tekniği istemiyecek aceba bir tek milliyetçi var mıdır ?
Şu halde, garpçılık, garp tekniğini Türke öğretmek demek olacaktır. Bu, milliyetçiliğin de gayesi, emeli olduğuna nazaran Türkçülüğün karşısında garpçılık diye zıd bir şey ikamesine hiç bir lüzum yoktur.
Yok… garpçılık bu değilde Türkü garpli milletler arasında millî vasıflarını zayi ederek eritmek mânasına geliyorsa her Türkü karşısında bulacaktır. Türk varlığının devam ve bekası Türklüğün kendisine mahsus olan millî vasıflarının ve ırkının, millî birliğinin devamı sayesinde olabilir. Bunu bozacak olan her şey bizim için düşmandır. Onunla ölünceye kadar mücadele farzdır.
Garplılaşmak gayretiyle şimdiye kadar bir çok iyi şeylerimizi kaybettik, çok sıhhî olan giyim, yiyecek usullerimizle beraber bir çok iyi ve ahlâki âdetlerimizi de kaybettik.
Türkün elbisesi çok sade vücudunu hava almaktan, güneş görmekten mahrum etmiyen elbise idi. Boyun, göğüs, bacaklar, baldırlar daima açık hava ve güneşe maruz bulunuyordu. İçimize şimdi giydiğimiz kalın ve sık dokunmuş daracık fanilalar yerine eski Türkler kendilerinin dokudukları bol ve serbest gömlekler giyerlerdi. Arkalarına giydikleri ceketlerin kolları kolların serbest hareketlerine ve açık havanın temasına mani olmamak için iç kısmı dikişsiz idi. Bugün bu elbiseleri hâlâ Anadolu Türk köylüleri ve Türklerin kendileri yapıp giymektedirler. Elbiselerin dokundukları kumaşların hususiyeti vardı. Pantolonlar bacak aralarını zedelemez. Pantalonların kemerleri mide ve bağırsaklar üzerine tazyik etmezdi. Bu suretle şimdiki pantolonların kemerleri yüzünden karınlarımızda husule gelen boğumlar ve mide bağırsak düşüklüklerine, sonsuz kalın bağırsakların yaptığı kabızlık ve pislik zehirlenmelerine sebebiyet verilmezdi.
Halk mümkün mertebe basit yemek yerdi. Bugün Anadolu halkının esas gıdasını hububat teşkil etmektedir. Buna mukabil garplıların yemekleri çok fazla miktarda zehirleri ihtiva eylemektedir. Bu meyanda alkol, her nevi etler ve bilhassa etlerin en muzuru olan domuz eti, sigara, garplilerden bize de intikal eden fena gıda şekilleridir.
Türkün kendisine mahsus ve klâsik müziği vardır. Resim hususunda Türk san’atınm bugünkü resim üzerine bile derin bir surette tesir edecek kadar kuvvetli olduğu muhakkaktır. (Türk minyatürleri) Edebiyatta Türk dil san’atının ne kadar büyük şaheserler verdiği herkesçe malûm bir keyfiyettir. Medeniyetin en büyük âlametlerinden olan mimarîde Türklerin bütün dünya mimarlarını hayrete düşürdüklerini isbâta ve iddiaya lüzum olmadığı kanaatindeyim.
Şu halde bu kıymetleri tekrar canlandırmakla Türkü garpli milletlerin seviyesine değil, belki de kolaylıkla onlardan üstün bir hale getirmeğe kâfi gelebilir. Yoksa hiç bir şarklı, hiç bir vakit garpli olamaz. Ve olmamalıdır da.. Çünkü bütün dünya milletleri birbirinin ayni, tıbkısı gibi olurlarsa dünya, pek can sıkıcı, yeknesak bir hal alır. Dünyaya güzelliğini, o tatlı çeşnisini veren ve hattâ insanların terakkisine hizmet eden: aralarındaki düşünce, yaşama, çalışma, elhasıl yaradılış farklarıdır. Bu farklar beşeriyet için bir nimettirler. Onları insanlar büyük bir kıskançlıkla muhafaza etmelidirler.
Biz maalesef Türklüğümüze ait bir çok iyi vasıflarımızı şimdiye kadar kaybettiğimiz gibi hâlâ da kaybetmekteyiz.
Bu kaybettiğimiz şeyler o kadar çoktur ki onları saymaklan bitiremeyiz. Maddî olarak kaybettiklerimizi Avrupa müzelerinde seyretmek mümkündür. Manevî olarak kaybettiklerimizi ise tarih bize kısmen anlatıyor. Son zamanlarda kendi millî varlığımızı bile kaybettiğimizi gösteren milliyetçilik aleyhtarlığının pervasızca inkişafı ve onun yerine beynel milliyetçiliğin propağanda edilebilmesi, bize en son kuvvetimiz olan millî benliğimizin bile tehlikede olduğunu apaçık göstermektedir.
Kalemlerine hâkim olamıyacak kadar taşkın ve çok âdi insanların kullandıkları bir lisanla mü- nakaşa etmeği öğrenmiş olan bazı yazı yazanların milliyetçiliği, gerilik, irtica, insanlığın yüz karası gibi göstermek için gerek şahıslarımıza ve gerekse fikirlerimize karşı gazete ve mecmualarda yaptıkları saldırmalar karşısında ben Türk milletine kendi bünyesi içinde ekmeğiyle beslediği ne kadar nankör mahlûklar olduğunu göstermekle iktifa edeceğim. Bu müliyet ve millet düşmanları göya garplılığı müdafaa etmektedirler. Bunların, milleti sevmekten başka günahı olmıyan ve Türk milletinin müstakil, hür, mesut, kuvvetli ve büyük bir mület olmasını istiyen milliyetçilere nasıl hücum ettiklerini milletin bilmesi ve görmesi lâzımdır. Milliyet ceryanı sayesinde Balkan harbini, Çanakkale’yi, Gûtülâmara’yı ve nihayet Millî Mücadele’yi zaferle kazandık. Bugün milliyetçilere hücum edenlere hür bir vatan temin eden ve devlete Türk ismini veren bu ceryanm aleyhinde, anayasasında milliyetçi olduğunu da bir madde halinde dahi tasrih etmesine rağmen bu devletin kanunlarına riayetle mükellef olanlardan bir kısmının gazetelerde pervasızca neşriyatta bulunacak kadar cür’etkârlıklan da görülmektedir.
Bu hal münevver zümre arasında millî varlığın aleyhine çalışan bir unsurun faal bir surette ve millî bir aksül amelden korkmaya lüzum görmeden çalıştığını isbat etmektedir ki bu da, millî hayatımızın hassasiyetinin, düşmanlarına karşı mücadelede göstermesi lâzım olan dikkat ve basiretin arzu edildiği kadar canlı olmadığını göstermektedir. Bu itibarla milliyetçilerin, Türk milletini maruz bulunduğu tehlikelere karşı ikaz etmek gibi mühim bir vazifenin karşısında bulundukları apaçık bir hakikattir.
Kanaatimce bugün milliyetperverler aleyhine yapılan hareketlere karşı lakayt kalan millî kuvvetlerimizin millî musiki, millî mimarî, millî resim, millî raks, millî şiir ve edebiyat, millî kıyafet gibi meselelere karşı da uzun yıllar ayni lâkaydi içinde yaşamış olmasından dolayı bu İçtimaî müessesele- rimizin yaşayan kıymetlerinin çok mühim bir surette kaybedilmiş bulunduğunu ve onun yerine modem kelimesiyle veyahut garba mensubiyetiyle iftihar edilenlerin kaim olduğunu acıklı olarak görmekteyiz.
Dansda, caz musikisinde, çarpık, çurpuk resim ve abuk sabuk şiirde hiç bir akıl, mantık, İlmî bir mecburiyet ve zaruret veyahut yüksek bir bediî zevk ve heyecan mevzuubahs değildir.
İstilâya uğrayan bir millet bütün millî kıymetlerini de kaybetmek tehlikesine maruz kalmış olan bir millet demektir.
Düşmanlar bir memleketi yalnız hudutlarından içeri sokacakları ordularıyla istilâ ve gasbetmez- ler. Kalenin içinden fethedilmesi en meşhur bir kaidedir.
Timurlenk istiylâ edeceği memleketlere evvelden bir şeyh, derviş, hoca, tüccar, sanatkâr kafileleri sevkedermiş. Bunlar göya Timurun zulmünden canlarını bin meşakkatle kurtarmış bir takım mazlumlar gibi bu memlekete iltica ederlermiş. Orada her milliyetçi aldığı emir ve vazifeye göre Timurun azametinden, kudretinden, kuvvetinden, hunharlığından, ordusunun nasıl müthiş bir kahbar kuvvet olduğundan – sanki Timurun aleyhine bulunuyorlar- mış gibi – mütemadiyen bahsederler ve efkârı umu- miyeyi Timur korkusu ile, Timurun daha mütefev- vik kuvvetlere sahip olduğu fikri ile zehirlermiş. Bir yandan da topladıkları malûmatı gizlice Timu- ra yetiştirirlermiş. Efkârı umumiye tamamiyle Timurun faikiyeti hissini ve kendilerinin za’fını kabul ettikten sonra, Timurun orduları harekete geçer ve memleketi bir anda istiylâ ederlermiş. Bu usulü Almanlar, İngilizler, Amerikalılar pek büyük bir muvaffakiyetle bugün kullanmaktadırlar.
Garp hayatım temsil eden dans, musiki, resim, şiir, edebiyat, sahne hayatı, şarklıları hayretler içinde bırakmağa elinden geldiği kadar çalışmaktadır.
Bu meyanda çarpık resim, çarpık dans, irtibat hissinden muarrâ musiki, ahlâk endişesinden uzak edebiyat da elinden geldiği kadar memleketimizde esasen çok azalmış olan, bediî his ve zevki, ve doğru düşünebilmek imkân ve kaidelerini de ortadan kaldırmağa vesile oluyor.
Meşhur bir resim üstadı olan bir profesörün sergisini gezmiştim. Burada gördüğüm bir tablodaki havuzun içinde suyun bir kısmı muhaddep, bir kısmı da muka’ar olarak görünür. Havuzun kenarları da içine su doldurulmuş bir kese kâğıdının kenarlarına benzeyen inhinalar halinde görünüyordu.
Dünyanın hiç bir memleketinde, hiç bir insan gözü bir havuz suyunun bu şekilde durduğunu ne görmüş, ne işitmiş ve ne de tahayyül edebilmiştir. Fakat bir ecnebî olan bu profesör yüksek bir resim üstadı olduğu için ona benim gibi bir hekimin itiraz etmesine modern resim taraftarı olanların aklı bir türlü eremiyordu. Ve profesörün bu resimdeki yüksek gayesinin benim gibi resimden anlamayan bir insan tarafından idrak edilemiyeceğini ve benim haksız olarak ve ifratla hareket ettiğimi ileri sürüyorlardı. îşte (Görünen köy kılavuz istemez) diyen Türk mantıki da böylece mağlup ediliyor. Onun yerine milletimden olmayan bir ecnebinin, bütün dünya göz ve görme kanunlarına ve tecrübele rine aykırı olarak yaptığı bir resimde bir kehanet ve bir gizli sanat sırrı olduğu zannedilerek onun karşısında hayranlığa iştiğraka dalınıyordu. Halbuki bugün bile kıymetinden bir zerre kaybetmemiş olan Sinanın eserlerinde hiç bir vakit ne o gün ve ne de yarın akıl ve mantık harici addolunacak bir nokta bile bulunmuyor ve bulunmıyacaktır da.
Evet, benim ve benim gibi bir çoklarının da anlayamadığı eğri düşünüş, görüş ve yapış altında sanatkârın bizden gizli, bizim anlayamadığımız kadar ince bir maksadı yok değildir. O da, bızdeki normal şuur yerine marazı bir duyuş hissi uyandırmaktır.
Bu suretle şuurlarımızda husule gelecek hastalık bizi daima doğru yerine eğriye, iyi yerine kötüye, güzel yerine çirkine meftun edecektir. Böjdelikle maddeten yıkılmış olan büyük Türk İmparatorluğunun manevî unsurları da yok edilerek Türk milletinin her hangi bir âtîde tekrar büyük bir medeniyet sahibi olması ihtimali bertaraf edilmiş olacaktır. Bu hareket Fransada Fransızlan bugünkü hale getirmiştir.
Fransadan bize geçen bu mecnûnâne sanat telâkkisi Türkün daima en asîl ve kibar hatlara, en güzel renklere ve seslere âşık olan ruhunu kemirecek ve onu güzelliği idrakten mahrum bir hale sokacaktır. Zannederim ki bu hareket Türk’e dostluk olmasa gerektir. Türk kendi başına kaldığı zaman, kendi asîl ruhundan neler yapabileceğini ispat etmiş olan bir millettir.
Türk ne ettikleri belirsiz insanların bin bir maksatla meydana attıkları fikirlerin, hareketlerin esiri ve kölesi olacak bir millet de değildir.
Bütün milliyetperverler, bütün kuvvetleriyle (Ey Türk uyan!) diye feryat etmelidirler. Türk uyanmalı. Onun her sanatı, güzelliklerin en güzelidir. Bütün dünya ona hayrandır. Biz o uyanık, aydınlık günü bekliyoruz. Ümidimiz pek çoktur ve yerindedir. O günü bekliyeceğiz. Türk millî sanatının uyanması için her şeyden evvel Türkün uyanması lâzımdır. Türk milleti kendisini tanımalıdır. Başkasından aşağı, ikinci derecede bir varlık telâkki etmemelidir. Bilâkis dünya tarihindeki müstesna mevkiim tekrar ele almak için düştüğü yerden ayaklanmalı. Dünyaya sanat, fen, ilim sahasında yeni yeni eserler vermeğe hazırlanmalıdır. Bunun için zillet, meskenet, fakir, sefâlet, cehil, yerine gurur, azamet hissiyle refah içinde bilgili olarak yaşamağı öğrenmelidir.
Fakat, bu öğrenme hareketinde millî his, millî gurur ve azamet hissini bir an ikinci plâna terk etmemek lâzımdır.
Türkün ruhu hamallıktan, uşaklıktan, yırtık pırtık, sefil, perişan gezmekten azap duymalıdır. Türkü bugün içinde bulunduğu bu fena şartlardan kurtararak yüksek mevkilere çıkartacak millî teşkilâta ihtiyaç vardır.
Ticaret hayatında fevkalâde büyük bir tesanüd- le, Türkler birbirlerini himaye etmeği öğrenmeli- dirler. Her işimizde Türklüğe mahsus bir karakter, bir çeşni, bir fak, bir zihnin hakim olduğunu göstermeğe çalışmalıyız. O zaman sanat, ticaret, ziraat, ilim, fen, terbiye işlerimiz tamamiyle millileşmiş olabilir.
Türkçülüğün zaferi için millî terbiye en mühim bir vasıtadır. Bugün mekteplerimizde maatteessüf millî terbiye yerine beynelmilelcilik tedris ve talim olunmaktadır. Ailenin lüzumsuzluğunu öğreten Hocaları ben biliyorum. En büyük Türk liselerinde (Türkün geçtiği yerde ot bitmez) diye darbımeseller yazılı ecnebi kitapları okunmaktadır.
Ahlâk prensipleri din aleyhtarlığı yüzünden kuvvei müeyyedesiz bir hale gelmiş ve manâlarını kaybetmişlerdir. Bu itibarla son nesillerimizde endişeyi mucip olacak bir ahlâk buhranı ile karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz. Halbuki bir milletin birliğini yapan en mühim kuvvetlerin biri ve en belli başlısı ahlâk olduğuna nazaran ahlâkî hayatumz- daki buhran millî varlığımızın temellerini sarsan bir tehlike olmuş oluyor.
Mektep proğramı demek gelecekteki Türk nesillerini babalarının yürüdüğü yolda yürümeği ve onların şerefle taşıdıkları medeniyet bayrağını taşımağı öğretmek demektir. Halbuki biz maziyi her vesiyle ile çocuklarımıza kirli, karanlık, fena cehil ve zülmün menbaı gibi gösteriyoruz. Bu millî terbiye değildir. Hepimize düşen vazife (kul hatasız olmaz) kavline uyarak mazinin hatalarını çocuklarımıza öğretmek değil, faziletlerini söylemektir. Bu hususta kedilerin kirli şeylerini örtmeleri kadar basiret sahibi olduğumuz gün millî terbiye doğru istikametini almış olacaktır. Bu hususta devlet kadar her aile reisine de mühim vazifeler terettüp etmektedir.
Çocuğa ecdadı hakkında bilâkaydü şart derin bir hürmet hissi telkin edilmedikçe millî terbiye verilmiş olamaz. Bu hususta realitelere uymağa hiç bir vakit mecbur değiliz. Nasıl ki bugünkü terbiye usullerimiz de realite aşkına uyarak sokaklarda çırçıplak gezmeğe, serbest cinsî münasebetlerin vukuuna müsaade etmemektedir.
Hudutsuz bir hürriyet ahlâksızlıktır. Ahlâk her şeyden evvel hudut tanunakdır. Onun için eskiden ahlâksıza hadnâşinas da derdik. Haddini herkesin bilmesi Türk millî camiasının selâmeti için elzemdir. Fakat, buna mukabil Avrupayı bugünkü uçurumun kenarına kadar sürükleyen Fransada, Rus- yada milyonlarca insanın beyhude yere kanını su gibi akıtan ihtilâllere sebebiyet veren bir hudutsuz hürriyet propagandası takriben 1,5 asırdanberi Türkiyede de bütün kudretiyle faal bir halde çalış, maktadır. Hudutsuz hürriyet, işte Türk milleti için en büyük tehlike budur. Türk İçtimaî nizamı çadır altında yaşadığı günden bugüne kadar her hareketinde usul, kaide, nizam, âdet, an’ane ile yaşamıştır. Böyle yaşadığı zaman büyük millet olmuştur. Bunları unuttuğu zaman ise esaretin eşiğine yaklaşmıştı. Gültekin kitabesi bize bu hakikati bütün açıklığıyle söylüyor. Ey Türkler… uyanınız!… Ecdadınızdan size miras kalan yurtları, âdetleri, an’aneleri, iymanları, ahlâk prensiplerini, yüksek san’at ve ilim duygularınızı korumağa ve mükemmel bir hale getirmeğe ve birbirlerinizi sevmeği, sevdikleriniz için fedakâr, ve vefakâr olmağı öğretiniz. Hayat sevgi ve ahenktir. Kin, karışıklık, ölüm doğurur. Türk milliyetperverliğinin temeli sevgidir. Gayesi millî ahenk ve hayattır.
Türk çocuğunun yetiştiği mektep ona Türkü sevmeği, Türk için hayatım vermeği öğretmiyecek ise o mektep Türkün mektebi değildir. Binaenaleyh mektepte esas olan terbiyenin yalnız millî olmasıdır. Başka her hangi bir endişe bu millî terbiyenin tesirlerini azaltmak hakkına mâlik değildir.
Millî fikir ve terbiyenin aile, mektep gibi muhitlerden sonra en geniş talim ve telkin sahasını neşriyat, konferanslar, tiyatrolar, sinemalar teşkil ederler. Binaenaleyh büyükler için ve gerekse çocuklar için pek çeşitli neşriyat yapılması icap eder. Bu vazife yalnız münevverlere aittir. Bilhassa tiyatro ve sinemaların millîleşmeleri elzemdir. Bugün maatteessüf bu iki mühim telkin vasıtası ta- mamiyle milletciliğin aleyhine çalışmaktadır.
Bugünkü gençlik tamamiyle materyalist olarak yetiştirilmektedir. Bugün ilim denilince maddî ilimler hatırımıza geliyor. Halbuki garbin bugünkü müsbet diye yanlış tarif ettiğimiz ilimleri hiç bir vakit kelimenin tam mânasiyle müsbet ilimler değildirler. Meselâ, Tabâbet daha hayatın ne olduğunu öğrenmiş ve bilmiş değildir. Tabâbet bu kendisince meçhul olan saha dahilinde bir çok müdahalelerde bulunmaktadır. Bittabi esası malûm olmayan bir meselenin teferruatında da bir sürü yanlışlıklar olmaktadır. Tabâbet hayatı bilmediği gibi ölümü de bilemiyor. Fizik elektriği bilemiyor. Kimya maddelerin mahiyetini öğrenememiştir. Görüyorsunuz ya… Müsbet ilim dediğimiz bu şeyler, hakikatte hiçte müsbet değildirler. Bilâkis bir sürü meçhullerden ibarettirler. Hayat yolculuğuna elimizde yegâne yolumuzu aydınlatacak çare olarak kullandığımız bu ilimlerin daha kendi sahalarını bilmekten âciz birer vasıta olmaları bunlara isti- nad ederek kat’i karar ve hükümler vermenin bizleri bir çok hatalara sevkedebileceğini aşikâr surette göstermektedir.
Şu halde bize düşen vazife bu ilimlerden mümkün olduğu kadar istifade etmekle beraber onlara hiç bir vakit değişmez kanunlar ve prensipler nazariyle bakmaktır, müsbet ilimler sahasında mesele böyle olunca manevî ilimler sahasında hayatın hakikatini aramak zarureti hasıl olacaktır. Bu da ancak akıl, mantık sayesinde azâmi hududuna kadar çıkarılabilir. îşte o zaman aklın bizi götürdüğü hu- dud üzerinde elde edebileceğimiz bir takım prensiplere de ilme verdiğimiz gibi birer kıymet vermek zarureti hasıl olur. Bu mesaî tarzı bizi felsefe, me- ] tafizik ve din sahasına götürür. Biz, bizden evvel gelen insanların müsbet ilimler sahasında bugünkü kadar terakki edememiş olmalarına bakarak kendimizi çok yüksek ve onları ise çok geri telâkki ediyoruz. Halbuki manevî ilimler sahasında onların vasıl oldukları neticeleri biz bugün idrakten âciz bulunuyoruz.
Bugünkü medeniyet bir Sokrat, bir Eflâtun bir Budha, Konfoçiyos, bir Musa, İsa, Muhammed yetiştirmemiştir. Onların masâisi ve vasıl oldukları prensipler binlerce sene sonra bile hâlâ kıymetlerini muhafaza edebiliyorlar.
İşte, biz çocuklarımızı bu hayat sahasından hiç haberdar etmeksizin yalnız bugünkü maddî âlemle temas ettirerek yetiştiriyoruz. Bu yüzden çocukların ruh ve manevî tarafları çok zayıf olarak büyüyorlar.
Halbuki müsbet ilimler bize maddelerin vasıflarım öğretiyor. Manevî ilimler ise ruhun iyilik, güzellik ve doğruluk hakkmdaik hükümlerini öğretecektir.
Madem ki çocuklarımız bu manevî âlemden haberdar değillerdir. O halde onlarda insanlığın en yüksek hislerinin inkişaf edeceği istikametleri tâyin edecek hükümler teşekkül edemiyeceklerdir. Bit- tabi böyle ruhî kuvvetleri nizam ve ahenk dahilinde inkişaf etmiyen insanlarda yalnız maddî ve fiziyo- lojik zaruretler dahilinde hareket eden hodbin menfaatperest ve yalnız hayvanî ve nebatî hayat tezahürlerini aksettiren ve zekâlariyle bu hayata şiddet ve kuvvet veren birer mahlûk olacaklardır. Yani, bir tek kelime ile ihtiras, bu insanları sevk ve idare edecektir.
Halbuki dünyayı idare eden manevî kudretlerin varlığım bilen ve tanıyan bir insan için hayat yalnız kendisinden ibaret bir tezahür değil, kendi haricine de elle tutulmaz, gözle görülmez daha geniş bir alemin de iştirakile husule gelen bambaşka bir tezahür olarak telâkki ediliyor. O zaman her arzu ve temayülün hareket haline geçmesinde bu ikinci manevî kuvvetin de varılğım hesaba katmak zarureti hasıl olacaktır.
Bugünkü insanlar dünya üzerinde kendilerini tamamiyle her nevi manevî rabıtadan kurtulmuş, hür insanlar olarak telâkki eden bir terbiye sistemiyle yetiştiriliyorlar.
Bu terbiye sisteminin müdafileri olanlar daima mazinin müstebit cemiyetleriyle mübâreze ettiklerini ve hürriyeti vicdanı tesis için dine karşı düşmanlıkla mücadele eylediklerini söylerler.
Mazinin müstebit cemiyetleri dedikleri şey, babalarımızın cemiyetleridir, onların kurdukları İçtimaî ahenk ve nizamdır. Ferdleri şahsî arzu ve ihtiraslarından meneden her ahlâkî kaide elbette hâ- kimâne bir vasfı da haiz olacaktır. İşte, ahlâk kaidelerinin bu hâkim tavrından istifade ederek mü- tesânit bir cemiyet kurmuş olan ecdadımızın bizle- re miras bıraktıkları maddî ve manevî medeniyet eserleri karşımızdadır. Eğer bu cemiyetlerde hürriyet olmasaydı san’at ve tefekkürümüzün bu kadar feyizli mahsuller vermesine imkân olabilir mi idi ?
Şu halde eserlerine bakarak ecdadımızın kurdukları cemiyetin müstebidane değil ve fakat ahlâk kaidelerinin kuvvetle hüküm ve nüfuzu altında yaşayan cemiyetler olduğunu anlamakta güçlük çekmeyiz. Halbuki muarrızlarımız bize babalarımızın bu eserlerini pis, müstekreh, ve iğrenç göstermek için ahlâki inzibatı istibdad kelimesiyle ifade ederek babalarımızı bizlere haksız, zâlim, müstebit olarak göstermek ve kabul ettirmek istemektedirler.
Din yalnız insanların iyi ahlâklı olmalarını temin eden İlâhî emirlerden ibaret olduğuna nazaran o da ahlâkın en büyük istinatgâhı idi.
Gerek dine ve gerekse eserleriyle büyük medeniyetler yarattıkları şek ve şüpheden âri olan babalarımızın cemiyetlerine karşı yapılan bu hücum doğrudan doğruya Türk milletinin ecdadiyle ve mukaddesatiyle, ahlâkî kanunlariyle rabıtasını kesmek için yapılan düşmanca bir hücumdan başka bir şey değildir. Bu ecdat miraslarını müdafaa e- denlere karşı yapılan seb ve şetimlerin sebepleri şimdi gayet kolaylıkla anlaşabilir.
işte bu manevî ve tarihî bağlardan çözülerek başı boş kalan ve yalnız ihtiraslarının emirleriyle hiç bir hudut tanımayan bir hürriyet zihniyetiyle hareket eden yeni bir nesil yetiştirerek cemaatin her ferdini kendi hava ve heveslerinin esiri yapacak olan materyalist terbiye ancak Türk millî camiasını parçalamaktan başka bir işe yaramaz.
Millî bir câmia, ferdlerini şahsî arzu ve keyiflerinde serbest bırakmayan ve bütün cemaat ferd* lerini cemaatin müşterek gayesi için çalışmağa ve o uğurda fedakârlığa icbar eden câmiadır. Bir cemaat içindeki ferdler muayyen ideal için müşterek olarak çalışmağı ve bu uğurda fedakârlığı kabul etmiyorlarsa böyle bir cemaatin hikmeti vücudu nedir? Buna cemaat değil, bir yığın et ve kemikten mamûl, konuşan bir hayvan sürüsü demek daha doğru değil midir?. Biz böyle bir Türk cemaatini, Türk milleti için ancak bir felâket olarak telâkki edebiliriz. Böyle bir millî felâkete dûçar olmamak için Türkçüler, bir taraftan ecdatlarının millî miraslarını tanımağa ve diğer taraftan da hariçten kendilerine musallat edilmiş olan ve millî hayat ve an’anelerine uymayan fikir ve itiyadlardan milletlerini kurtarmağı kendileri için bir vazife bilmişlerdir. Esasen Türkçülüğün tarihi Türk milletinin kendisini başka millî câmialardan ayırdetmek lüzum ve ihtiyacını duyduğu tarihten başlar.
Türkün en yüksek medeniyet hayatını yaşadığı devirlerdedir.
Bugün bu şuur, en zayıf ve en düşkün bir devresinde bulunuyor. Çünkü, bizler bugün memleketimizde kendilerini Türkiye cumhuriyetinin teb’ası olmakla beraber Türk olduğundan gurur ve iftihar hisleri duymağa bile lüzum görmeyen bir takım insanlara Türk milletine mensup olmanın ne kadar şerefli bir hareket olduğunu öğretmek mecburiyeti gibi elîm bir vazife yapmak zorluğunda kalmış bulunuyoruz. Halbuki büyük Türk imparatorlukları ve medeniyetleri devirlerinde Türk câmiası içinde yaşayan her ferd kendisini bu câmiaya mensup görmekle ancak mes’ut ve bahtiyar olurdu. Onun için Yeniçeri ocağı pek kolaylıkla yabancı milletlere mensup Hıristiyan çocuklarından ordular, kumandanlar, vezirler yapmakta hiç bir müşkülâta maruz bulunmuyordu. Halbuki bugün bir kısım münevverlerimizin bu eski milliyetçiliğe hücum ettiklerini, onun yerine Amerikan ve Rus ideolojilerini müdafaa eylediklerini kalbimizin bütün elemleriyle görmekteyiz.
Mütesanid, yekpâre bir kitle haline gelmiş maddî ve manevî bütün kuvvetlerini birleştirmiş olan bugünkü büyük dâva sahipleri milletler için kendi ideolojileri elbette çok iyi, çok güzel ve çok doğrudur. Fakat, bizim için Türk olarak dünya üzerinde kalmak bir ideal ise bizim de mutlaka kendimize mahsus bir hayat gayemizin bulunması zarurîdir. Başkalarının işine yaramak için yapılmış olan yabancı ideolojiler bizi ancak o ideolojilerin sahipleri olan millî câmialar içinde esir, köle veya ikinci nevi bir câmia halinde yaşamağa veyahut bütün millî varlığımızın erimesine sebep olurlar. Amerikada bir Zenci belki çok konforlu, bugünün tabiriyle çok modem bir hayat yaşayabiliyor. Buna mukabil dağlarımızda el’an en basit bir hayat süren Yörük Türkler de vardırlar. Fakat Yörüklerimiz, kendi vatanlarında hür ve mes’utturlar. Zenci ırkına mensup olan ve Amerikan nân ve niymeti içinde yaşayan Zenciye Amerikalının nasıl muamele ettiğini dünyada bilmeyen kimse kalmamıştır. O her vakit linç edilebilir, aşağı bir mahlûktur. îşte, yabancı bir milletin ideolojisinin yarattığı medenî bir âlem içinde yaşamağa razı olan başka bir millet ferdleri ve zümreleri her vakit bu akibete mahkûmdurlar. Mısırda, Hindistanda, elhasıl Avrupa- nm müstemlekesi haline gelmiş olan bütün memleketlerde vaziyet aynıdır. Bugün Tunus, Cezayir, Fas, Trablus büyük devletlerin bir mücadele sahası olmuşlardır.
Fransızların, İtalyanların, İspanyolların esiri olarak yaşamağa alışmış olan bu ülkelerdeki insanlar, hiç bir vakit bir Anadolu mücadelesi yaratamıyorlar.
Çünkü, bu halk Fransız kültürünün üstünlüğünü kabul etmiş bir halde yaşıyor. Şimdi bizlere de garp kültürünün üstünlüğü fikrini aşılamak için uğraşıyorlar. Milliyetçiliğin geri bir fikir olduğunu ileri sürüyorlar. însaniyetçilik gibi yüksek, ulvî bir ideal varken insanları barbarlık devrine götürecek olan milliyetçilik gibi derin bir idealin müdafile- rini hattâ vatan hâini olarak gösterecek kadar cür’- etle üzerimize saldırıyorlar. İşte, memleketimizde millî duygunun, millî birliğin za’fmdan istifade ederek bizleri de bir sömürge ülkesi zihniyetiyle yabancı ideolojilere hayran olarak yetiştirmek isteyenlerin sistemli mesâisi karşısında bir avuç Türk münevverinin yapmak mecburiyetinde kaldıkları cidden çok elîm vazifenin adına Türkçülük diyoruz. Fakat, bu hareket başlangıcı değil, millî hisde tehlikeye düştüğünü sezenlerin son bir gayretle yaptıkları bir mücadeledir.
Devamı: http://www.ulkuyaz.org.tr/hasan-ferid-cansever-turkculugun-programi/