Haruki MURAKAMİ: Roman Yazmak Üzerine
Roman Yazmak Üzerine
Haruki MURAKAMİ
Roman yazarı olarak benimle röportaj yapılırken, ‘‘Bir roman yazarı için en önemli nitelik nedir?” diye sordukları olur. Bir roman yazarı için en önemli nitelik, söylemeye gerek bile yok, dehadır. Bir insan, edebiyat dehasına sahip değilse, ne kadar tutkuyla çabalarsa çabalasın roman yazarı olamaz. Gerekli nitelik demekten ziyade bu, bir önkoşuldur. Hiç yakıtınız yoksa, altınızdaki araba ne kadar şık olursa olsun hareket etmez. Fakat dehanın sorunlu tarafı, nicelik ve niteliğinin çoğu durumda sahibi tarafından kontrol edilememesidir. Nicelik yetersiz kaldığında bir parça artırmayı düşünseniz ya da tasarrufa gidip ufak miktarlarla daha uzun süre kullanmayı planlasanız bile, işe yaramaz. Deha dediğimiz şey, bizim düşüncelerimizden bağımsız olarak, fışkırmak istediğinde kendiliğinden fışkırıverir. Ortaya çıkarabileceği şeyleri çıkartıp kaynak kuruduktan sonra bir perde kapanmış olur. Schubert ve Mozart’ta olduğu gibi. Hatta bazı şairler ve rock şarkıcıları gibi, saf dehalarını kısa süre içerisinde olabildiğince kullanıp bitirince, dramatik bir şekilde genç yaşta ölerek hoş efsaneler haline gelmek şeklindeki bir hayat da gerçekten cazip olabilir, ama çoğumuz açısından pek referans alınabilecek bir durum değildir.
Dehadan başka roman yazarı için neyin önemli bir nitelik olduğu sorulacak olursa, tereddütsüz odaklanma gücü derim. Sahip olduğunuz sınırlı dehayı gerekli bir noktaya odaklayarak ortaya serme yeteneği. Bu olmazsa hiçbir önemli iş başarılamaz. Dahası, bu güç etkin bir şekilde kullanılacak olursa, deha yetersizliği ve belirli bir alanla sınırlı kalma durumu bir ölçüde kapatılabilir. Ben normalde sabahları, günde üç ila dört saat kendimi vererek işimi yaparım. Masanın başında, zihnimi yalnızca yazmakta olduğum şeye odaklarım. Başka hiçbir şey düşünmem. Başka hiçbir şey görmem. Düşünüyorum da, zengin bir dehası olsa bile ya da kafasının içinde ne kadar bir roman yaratacak fikirler dolup taşsa bile, eğer (sözgelimi) çürük dişi feci şekilde sızlamaya devam ediyorsa, o yazar herhalde hiçbir şey yazamaz. Odaklanma gücü, şiddetli sızıyla engellenmiş olur. Odaklanma gücü olmazsa hiçbir şey başarılamaz dememin anlamı bu işte.
Odaklanma gücünden sonra da sürdürebilme gücü gerekir. Günde üç ya da dört saat zihninizi odaklayarak yazabilseniz bile bir hafta boyunca devam edince yorgunluktan bitkin düşmek, uzun bir eser yazmanıza engel olur. Her günkü odaklanmayı altı ay, bir yıl, hatta iki yıl devamlı olarak sürdürebilme gücü, roman yazarı için, en azından uzun roman yazmayı hedefleyen yazar için gereklidir. Nefes alma tarzından örnek verelim. Odaklanmayı sessizce ama derin bir nefes alarak içinde tutabilmeye benzetebiliriz. Sürdürebilme ise yine sakin bir şekilde nefes almak ve ciğerlerde havayı tutarken bir taraftan da nefes alıp verişe devam etmek gibidir. Bu iki nefes alış biçimi dengesi sağlansa bile, uzun yıllar profesyonel olarak roman yazmayı sürdürebilmek zordur. Hem nefesinizi içinizde tutup, hem de nefes almayı sürdürebilmek.
Bu yetenek (odaklanma ve sürdürebilme gücü), ne mutlu ki dehadan farklı olarak antrenman yoluyla sonradan edinilebilir ve nitelikleri yükseltilebilir. Her gün masanın başına geçip zihninizi tek bir noktaya odaklama antrenmanını sürdürecek olursanız, odaklanma gücünüz ve sürdürebilme gücünüz doğal bir parçanız haline geliverir. Bu, daha önce bahsettiğim kasların eğitilmesi işlemine benzer. Her gün kesintiye uğratmadan yazmaya devam edip zihninizi odaklayarak işinizi yapmanın, kendiniz olarak nitelendirdiğiniz insan için gerekli olduğu bilgisini vücut sistemine sürekli olarak göndermeniz, bunun belleğinize iyice yerleşmesini sağlamanız gerekir. Sonra azar azar bunun sınır çizgisini ilerletirsiniz. Hissedilmeyecek ölçüde azar azar, bu çizgiyi usulca ilerletirsiniz. Bu, her gün jogging’i sürdürmek yoluyla kasların güçlendirilmesi ve koşucu olarak vücut yapısının ortaya çıkarılmasıyla aynı türden bir işlemdir. Uyarır, sürekliliği sağlarsınız. Bu işlem elbette sabır gerektirir. Fakat, sabrınız ölçüsünde karşılığını da alırsınız.
Muhteşem bir polisiye yazan olan Raymond Chandler, “Hiçbir şey yazmayacak olsam bile, günde birkaç saat mutlaka masanın başına oturur, bilincimi odaklarım” diye yazar, hatıratının bir yerinde. Onun ne amaçla böyle yaptığını çok iyi anlayabiliyorum. Chandler, bunu yapmak yoluyla profesyonel yazar olarak gerekli olan gücü dikkatlice eğitmiş, sakince azmini güçlendirmişti. Böylesi günlük antrenmanlar, onun için eksik edilemeyecek şeylerdi.
Uzun roman yazma işleminin, temelde kas gücü gerektiren bir iş olduğunu algılayabiliyorum. Cümle oluşturmanın kendisi, herhalde zihin emeğine dayanır. Fakat derli toplu bir kitabı yazıp tamamlamak, aksine kas gücüne dayalı emeğe yakındır. Elbette kitap yazmak için ağır bir şey kaldırmak, uzun mesafe koşmak, yükseklere zıplamak gerekmez. Bu yüzden insanların çoğu görünüşe bakarak, roman yazarının işini; sessiz, entelektüel bir yazma eylemi olarak görür. Kahve kupası kaldıracak kadar gücünüz varsa roman dediğinizi de rahatça yazarsınız, diye düşünürler. Gerçekte başına geçip de bir roman yazmaya girişseler, bunun o kadar da sakin bir iş olmadığını hemen anlayacaklardır oysa. Masanın başında oturup zihninizi lazer ışını gibi tek bir noktaya odaklayarak, hayal gücünü hiçlik düzleminden yükselterek öyküyü doğurup, doğru sözcükleri tek tek seçerek, tüm akışı olması gerektiği yerde tutabilmek, işte böylesi bir işlem, sıradan insanların düşündüğünden çok daha fazla enerjiyi uzun zamana yaymayı gerektirir. İnsanın vücudu gerçekte hareket etmese bile resmen etiyle kemiğiyle çaba sarf ediyormuş gibi bir emek, vücudun içinde dinamik bir şekilde sergilenmektedir. Elbette konu üzerine düşünen, zihindir. Fakat roman yazarı, öyküyü gereçlerini kuşanarak tüm vücuduyla düşünür. Bu işlemse yazarın bedensel gücünü en küçük zerresine kadar kullanmayı, çoğu durumda boşa harcamayı gerektirir.
Deha açısından şanslı olan yazarlar, böylesi işlemleri neredeyse farkında olmadan, bazı durumlarda ise hiç idrak etmeden gerçekleştirebilirler. Özellikle genç yaşlarında dehası belirli bir düzeyi geçmişse, bir yazar için roman yazmayı sürdürmek pek de sıkıntılı bir iş değildir. Böyle yazarlar çok farklı, zor kurguların kolaylıkla üstesinden gelebilirler. Gençlik demek, tüm vücudun doğal bir enerjiyle dolup taşması demek. Odaklanma gücü de, sürdürebilme gücü de, gerektiğinde kendiliğinden oradadır. Üstüne giderek talep etmeniz gereken hiçbir şey yoktur neredeyse. Genç ve deha sahibi olmak, sırtında kanat taşımakla aynı şeydir.
Fakat bu dilediğince kotarabilme yeteneği de, çoğu hallerde gençliğin yitirilmesiyle birlikte gitgide doğal gücünü ve netliğini yitirir. Bir zamanlar kolaylıkla yapılabilmiş olan işler, belirli bir yaştan sonra pek de kolayca yapılamaz hale gelir. Hızlı top fırlatan atıcıların fırlatma hızının günden güne azalmasıyla aynıdır bu durum. Elbette insani olarak olgunlaşmayla birlikte doğal yetenekteki eksilmenin gizlenmesi mümkündür. Hızlı atıcıların belli bir noktadan sonra falsolu top atmaya ağırlık verecek şekilde akıllarını kullanan atıcılar haline gelmeleri gibi. Fakat bunda da elbette bir sınır vardır. Bir kaybetmişlik duygusunun hafif gölgesi de ortalarda dolaşmaya başlamıştır artık.
Öte yandan deha açısından pek de şanslı olmayan ya da nasıl desem, ucu ucuna standartları karşılayan yazarlar, gençlik çağlarından itibaren bilinçli olarak kas geliştirmek durumundadırlar. Onlar, antrenman yoluyla odaklanma gücünü geliştirir, sürdürebilme gücünü artırırlar. Sonra bu nitelikleri, bir ölçüye kadar, dehanın yerine geçecek şekilde kullanmaya mecbur kalırlar. Fakat bir şekilde işi kotarırken kendi içlerinde saklı gerçek dehalarıyla karşılaşıverdikleri de olur. Ter dökerek, sürekli kürekle çukur açmak yoluyla derinliklerde yatan gizli bir su damarını bulmuşlardır artık. Tam anlamıyla talih diyebiliriz herhalde. Fakat böylesi talih eseri dehaya kavuşulsa bile, işin özü, dehaya, derin çukuru kazmayı sürdürmek için gerekli olan kas gücüyle ve antrenman yoluyla sahip olunmasıdır. Son yıllarında dehasını sergileyebilecek hale gelen yazarlar, az çok bu süreçlerden geçerler. Yanlış mı?
Elbette en baştan sonuna kadar dehası kurumayan, eserlerinin niteliği düşmeyen, gerçek anlamda muazzam dehalara sahip insanlar da var, bunlar bir elin parmaklarını geçmez, ama bu dünyada böyleleri de var. İstedikleri gibi kullansalar da hiç kurumayacak bir su damarı. Bu, edebiyat açısından gerçekten şükran duyulacak bir şeydir. Eğer böylesi devler var olmasaydı, edebiyat tarihi şimdi olduğu kadar heybetli olmaz, gurur vermezdi. Somut olarak isim vermek gerekirse, Shakespeare, Balzac, Dickens… Fakat devler, nihayetinde devdir işte. Onlar, ne denirse densin, istisnai mitolojik varlıklardır. Onlar gibi dev olmayan çoğu yazar (elbette ben de olmayanlardan biriyim), mutlak gerekli olan deha yetersizse bunu az çok kendine göre buluşlar geliştirerek, çabayla, birçok açıdan güçlendirmek zorundadır. Bunu yapmayacak olursak, en azından değeri olan romanları uzun yıllar boyunca yazmayı sürdürmemiz imkânsız hale gelir. Dahası ne gibi bir yöntemle, ne şekilde, hangi yönden kendimizi güçlendireceğimiz, her bir yazarın karakterine göre değişir ve okura verdiği tat haline gelir.
ALINTI: Koşmasaydım Yazamazdım, Doğan Kitap, 2013.
Haruki Murakami, 1949’da Kobe’de doğdu. Vaseda Üniversitesinde klasik drama eğitimi aldı. İlk romanı Rüzgârın Şarkısını Dinle 1979’da yayımlandı. 21. yüzyıl edebiyatının en önemli isimlerinden olan Murakami’nin kitapları pek çok ödül aldı, tüm dünyada ellinin üzerinde dile çevrildi. Haruki Murakami’nin Yaban Koyununun İzinde. Zemberekkuşu’nun Güncesi, İmkânsızın Şarkısı, Sınırın Güneyinde-Güneşin Batısında, Sahilde Kafka, Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu, Koşmasaydım Yazamazdım ile IQ84 isimli kitapları da Türkçe’ye çevrildi.