Halil İNALCIK: Gökalp ve Toynbee
Gökalp ve Toynbee
Halil İNALCIK
Arnold Toynbee ve Ziya Gökalp
Arnold Toynbee: Medeniyetlerin doğuşu ve batışı
Arnold J. Tonybee’nin hareket noktası da, Birinci ve İkinci Dünya Harpleri devresinde var olma-yok olma sorunu karşısında kalan insanlığın büyük sosyal-tarihî sorunudur. O, 10 ciltlik dev eserinde (A Study of History), insanlığın tarih boyunca macerasını başından sonuna inceleyerek, krizin gerçek anlamını görmek ve bizi nasıl bir çözüm yolunun beklediğini göstermek istedi. O, Gökalp’in millî çerçevede ele aldığı sosyal meseleyi, insanlık ölçüsünde incelemeyi denedi. Sosyal değişmeyi esas konusu sayan 19. yüzyıl Amerikan sosyolojisi, Cari Zimmerman’a göre, 1920’lerden sonra sosyal yapı araştırmalarına yönelmiştir (Yeni Sosyoloji Dersleri, çev. A. Kurtkan, İstanbul, 1964). Sosyal değişme üzerinde incelemeleriyle tanınmış olan ve 1964’te İstanbul Üniversitesi’nde misafir profesör olarak sosyoloji okutan bu değerli Amerikan sosyoloğu, günümüzde tekrar dinamik değişim sosyolojisine dönme gereğine inanmaktadır. Atom çağının korkunç problemleri ve dünyada hızla gelişen modernizasyon-batılı- laşma krizinin ortaya çıkardığı hayatî sorunlar, yeni sosyolojiyi, bir değişim (development) sosyolojisi şeklinde ele almaya bizi zorlamaktadır. Zimmerman’a göre, Gökalp ve Toynbee bu vadide bize öncülük etmektedir. Gökalp tek doğrultuda sosyal gelişim teorisine dayanan 19. yüzyıl sosyolojisine bağlıdır ve her medeniyetin kendi “sosyal zamanı”nı ve gelişimini göz önünde tutmamaktadır. Son zamanlarda sosyolog N. Eisenstadt da aynı eleştiriyi yapar. Eisenstadt’a göre, gelişmeye açılan toplumlarda modernleşme belli bir reçete ile gerçekleşmez, daima yeni bir senteze götüren bir sosyal oluşum gündemdedir. Zimmerman’a göre Toynbee, çeşitli doğrultuda yürüyen ve kendi sosyal zamanını yaşayan medeniyetler kavramıyla, yeni dinamik değişim sosyolojisinin zeminini hazırlamıştır.
Zimmerman, yarım yüzyıl önce Ziya Gökalp’in kurmuş olduğu kürsüde ders verirken, onun tezini değerlendirmeyi ihmal edemezdi. Amerikan sosyologuna göre, büyük tarihî devrimlerin “bir felsefeye ve halkın desteğine dayanan bir programa sahip olmaları lazımdır” (Giriş, s. 1). Türkiye de kendisini yok etmeye uğraşan güçlerin karşısına kökten bir inkılâpla çıktı. Zimmerman’a göre, Türk inkılâbı, insanlığın 20. yüzyıldaki köklü değişiminin bir parçasıdır. Sosyal bir hareket olarak anlaşılması gereken bu insanlık devrimi, günümüzde dünya ölçüsünde devam etmektedir. Gökalp, Durkheim sosyolojisini alıp bir Doğu toplumuna uygulayabildiyse, bu ancak 19. yüzyılda sosyolojinin, soyut kavramlara göre kurulmuş soyut bir sistem olmasından ileri geliyordu. O dönemde, her toplumun kendi tarihî “sosyal zamanı” kavramı sosyolojide yer etmemişti. Bugün “sosyal zaman”a bağlı bir araştırma konusu olan sosyolojiyi, soyut kavramlara bağlı tutmak güçtür. Gelişimi, her toplumda kendi sosyal koşulları içinde izlemek gerekir. Amerikalı sosyologlar, Türkiye’de Ziya Gökalp’in yaptığı gibi, ilkin sosyal değişme teorilerine yönelmişlerdi.
Toynbee, I. Dünya Savaşı’nda İngiliz istihbarat servisinde Türkiye masasında, daha sonra Paris Barış Konferansı’na katılan İngiliz heyetinde çalışarak çağdaş Türk tarihinin en hareketli devirlerini yakından izlemek imkânını bulmuştur. 1921’de, Atina yolu ile Anadolu’da Yunan cephesine gelmiş, Bursa, İzmir arasında cepheyi gezmiş, dönüşünde İstanbul’a uğramıştır. Bu seyahati sonunda yayımladığı kitapta (The Western Question in Greece and Turkey, A Study in tbe Contact of Civilisations, Londra, 1922) Türk- Yunan mücadelesini, geniş bir tarihî yorum içinde, medeniyetlerin çarpışması şeklinde anlatmaya çalışıyor. Toynbee, medeniyetlerin birbirleriyle karşılaşmasının, insanlığın ilerlemesi veya başarısızlığa uğramasında daima temel bir faktör olduğunu vurguluyordu (Preface, VII-VIII). “Bir kimse herhangi çağdaş siyasî, ekonomik, dinî veya fikrî bir hareketi incelerse, hemen hemen daima bunun Batı’dan gelen bir dürtüye (stimulus) karşı bir yanıt (response) veya bir tepki (reaction) olduğunu görecektir” (s. 5). (Toynbee, A. Study of History’de “stimulus” terimi yerine “challenge” terimini yeğleyecektir). Ona göre, Batı kültürünün etkisi hakkında Batı’da tam bir anlayışsızlık ve ihmal hüküm sürmektedir ve işte bu kayıtsızlık, Batı etkisini Yakındoğu’da yıkıcı, anarşiye götüren bir faktör haline getirmiştir. Ona göre, Batı Anadolu’ya saldıran Yunanlılar emperyalistler durumuna düşmüş, Türkler ise Batı’nın nasyonalizm fikrinin savunucuları haline gelmiştir. İngiltere ise böyle bir durumda Yunanlıları desteklemiş, yani kendi temel prensiplerine ihanet etmiştir.
Toynbee kitabında, tarihî mücadeleleri kültür/medeniyet mücadeleleri olarak anladığını açıkça belirtir. Burada çarpışan, ikisi de kuvvetle Batı medeniyeti etkisi altında bulunan iki medeniyet söz konusudur. Ortaçağda biri Near East, yani İstanbul ve etrafında gelişen Doğu Yunan-Latin medeniyeti, öte tarafta Middle East, yani eski Mısır ve Mezopotamya medeniyetlerinin yıkıntıları üzerinde yükselen İslâmî medeniyettir. Near East medeniyetini Bizans yolu ile Yunanlılar, Middle East medeniyetini ise Osmanlılar temsil etmektedir. Osmanlı medeniyeti, daha 16. yüzyıl sonlarında yaratıcılık gücünü kaybetmiştir. Bu medeniyetin çöküşünü o, şu sebeplere bağlar: Evvela, merkezî imparatorluğun dayandığı kullar ayaklanmış, ardından Osmanlılar imparatorluklarına dahil öteki medeniyetleri (cemaatleri) eritemedikleri için o medeniyetleri temsil edenler başkaldırmalardır. Böylece, Osmanlı İmparatorluğu çökmüş, fakat İslamiyet ondan sonra da ayakta kalmıştır. Ona göre, bu hal, dine dayanan medeniyetlerin, tarihte devletlerden daha sürekli ve aslî bir role sahip olduklarını gösteren bir misaldir (bu görüşler sonradan S. Hungtington’un temel teorisi olacaktır). Osmanlı toplumunda Batılılaşma akımı, başlıca 1774 Kaynarca Antlaşmasından sonra kendini göstermiş, fakat daima Şerîat tarafından duraklamalara uğratılmıştır. Bu devirdeki Batılılaşma da askerî teknoloji alanını aşamamıştır. Bu noktada zaten tam bir Batılılaşma beklenemezdi; Ortadoğu’nun Batılılaşma karşısında problemleri, Doğu Yunan-Latin medeniyetinden çok daha çetrefil bir manzara gösterir (Toynbee’nin bu görüşleri kuşkusuz eleştiriye açıktır. Türkiye’yi ziyaret ettiğinde SBF konferans salonunda kendisiyle tartışmamızı burada anmalıyım. Toynbee’nin görüşleri sonradan Samuel Huntington tarafından gündeme getirilmiştir).
Toynbee’ye göre Ortadoğu, boş bir alan değildir. Orada, vaktiyle üstün nitelikte bir medeniyet, İslam medeniyeti canlı halde devam etmektedir. Batı medeniyeti ile uzlaştığı takdirde Ortadoğu medeniyeti, Yunan Ortodoks âleminden daha başarılı olabilir (s. 14). Toynbee daha sonraki eserlerinde bu görüşünü korumuştur (Bkz. Civilization on Trial, 4. Baskı, Londra, 1953, s. 204212). Her iki medeniyet, modern dünyada hayatta kalmak için, Batı’nın büyük değer verdiği milliyet ve “self-determination” (kendi kaderini kendisi belirler) esasına dayanmak gereğine inanmış, yani yalnızca aynı dili konuşanlar bağımsız hükümran bir devlet teşkil etmelidir, esasını benimsemiştir; fakat Yakın ve Ortadoğu’da bu prensip, o zamana kadar aynı bölgede barış içinde beraber yaşayan milletleri birbirinin gırtlağına sarılmaya götürmüştür. Daha kötüsü, Batı’nın büyük devletleri, baş gösteren bu şiddetli rekabetleri kendi yüksek politika oyunlarında bir dama- taşı gibi kullanmak hatasına düşmüştür. Her iki taraf aynı Batılılaşma akımını izledikleri halde, birbirine karşı düşmanlıkları, her zamankinden daha şiddetli bir hal almıştır. Batı’nın, kendisine daha yakın görünen Yakındoğu medeniyetini (Yunan Ortodoks âlemini), Ortadoğu medeniyetine karşı (Türk-İslam âlemi) tutması, Ortadoğu ile Batı arasında uzlaşma ve dengeyi imkânsız kılabilir. Toynbee, bütün bu görüşlerini 1922 yılında ifade etmekteydi (Bugün de sorulabilir: Yunanistan’ı destekleyen AB, Türkiye’ye karşı tutumu ile aynı sorun karşısında değil midir?) Daha sonraları, millî Türk devletinin kuruluşunu, Atatürk devrimlerini izleyen Toynbee, bu gelişmeleri Evrensel Batılılaşma hareketi bakımından dikkate değer bir misal olarak incelemeye devam etti. Bu arada, Ziya Gökalp’in fikirlerine ilgi göstermiş olması tabiîdir. 1924’te Gökalp’in ölümü üzerine onun fikirleri, Batı dünyasında M. Hartmann ve R. Hartmann’m çevirileriyle ve J. Deny ve E. Rossi gibi oryantalistlerin incelemeleriyle daha iyi tanındı. Bu arada Ahmet Muhiddin, Kultur Beıvegung in Modernen Turkentum (Leipzig, 1921) adlı eserinde Gökalp’e geniş yer ayırmıştı. Toynbee’nin, 1922’de yayımladığı adı geçen kitapta, Ziya Gökalp’in izleyicileri Ahmet Emin’in The Development of Modern Turkey as Measured by its Press (N.Y., 1914) ve Tekin Alp’in Türkismus und Pan-Türkismus (Weimar, 1915) adlı eserlerini gördüğü anlaşılmaktadır (Bkz. Bibliyografya, s. 373-374). Toynbee, kendi tarih görüşü üzerindeki etkileri anlatırken, Spengler’den veya başkalarından bahseder (Civilization on Trial, s. 115), fakat Gökalp’i zikretmez. Toynbee, dikkatini medeniyetlerin doğuşu, gelişimi ve çöküşü meselesi üzerinde topladığını ve kültürler arasındaki farkları açıklamak için 19. yüzyılda gündemde olan ırk ve çevre faktörleri yerine, başka çözüm yolları aradığını belirtir. Hemen ilave edelim ki, o, “challenge and response” (meydan okuma karşılık verme) teorisi ile yeni bir açıklama şekli getirdiği inancındadır. Özetle Toynbee, Yakın ve Ortadoğu’da krizin gerçek sebebini, çöküş halinde iki medeniyetin Batı medeniyeti karşısındaki durumlarına ve bunun ortaya çıkardığı sorunlara bağlamaktadır. Toynbee’ye göre Batılılaşma çözüm getirmiyor, sorun ve çelişkiler getiriyor.
Toynbee, yukarıda özetlediğimiz yorum şekillerini daha sonra, A Study of History’de (Londra, 1949) daha geliştirilmiş bir şekilde tekrarlayacak, “challenge and response” nazariyesini, tarihin itici bir kuvveti olarak işleyecek, tarihî gelişmeleri medeniyetler arasındaki karşılaşmada görecek, başka bir deyişle, insanlık tarihini bir kültür dinamiği olarak yorumlayacaktır.
Toynbee ve Gökalp: Yorumda ikilik
Aslında Gökalp’in toplum, değişim ve gelişme (development) üzerinde temel görüşü, Toynbee’ninkiyle taban tabana zıttır. Gökalp’in temel görüşü şudur: Her toplum, doğada kendi kendine var olan, kendi kanunlarına bağlı, ötekilerden apayrı bir realitedir. Toplum hayatı, bireylerin eseri değildir ve onunla açıklanamaz; aksine bireyin zihnî hayatı, davranışları, bir kelimeyle kültürü, yani bireyin üstünde reel olan sosyal vicdanın (conscience collective) eseridir. Gökalp, toplumsal realitenin varlığı görüşünden hareket etmekle (bu soru üzerinde bkz. Necati Akder, “Ziya Gökalp’te Türk Anlayışının Felsefî Temeli”, Türk Kültürü, sayı II. s. 11-14 ve sayı XII, s. 10-13), E. De Roberty, L. Gumplovicz, E. Durkheim, F. Oppenheimer, F. Tönnies gibi sosyologları birleştiren esas görüşü paylaşmaktadır (P. Sorokin, Contemporary Sociological Theories, Harper, 1928, s. 433-487).
Toynbee’ye göre, bireyin üstünde herhangi toplumsal realite olamaz veya toplumu biyolojik organizmalara benzer bir organizma saymak tamamıyla yanlıştır. Her toplum, birbirleriyle ilişki içindeki bireylerin aksiyonlarının karşılaşmasıyla ortaya çıkar. Toplum hayatı, insanlar arasında bir ilişkiler sistemidir (A Study of History, Abridgement of vol. I-VI D.C. Somervell, Londra 1949, p. 211). Bu sosyolojik yorumu, esas itibariyle, Durkheim sosyolojisine karşı Max Weber sosyolojisinde buluruz. Sosyal olgu, bireyler arasında anlamlı ilişkilerin ifadesidir. Bireyler üzerinde egemen bir “mâ’şerî vicdan” hayalden ibarettir. Gökalp, bu noktada Toynbee’den kesinlikle ayrılır ve Türkiye’deki gelişmeleri şöyle açıklar: Bağımsızlık savaşında Anadolu halkı istilacılara karşı bir ülküyle harekete geçti, müslüman halk dîn-i mübîn için, aydınlar Türk vatanı için cepheye koştular.
Kültür ve medeniyet
Kültür ve medeniyetin niteliğine gelince, Gökalp daima temel sosyolojik görüşünü izleyerek, kültürü bireyin üstünde adeta organik bir realite sayar ve kültürü insanın iradî eseri olan medeniyetten kesin bir çizgi ile ayırır. Kültür; klan, aşiret, kavim gibi “doğal” toplumlarda, o toplumu tutan ve birleştiren inanç, düşünce ve kurumların organik şekilde bütünleşmiş halidir. Bu düşünce ve kurumlar, genellikle birer değer-yargısı taşır. Tamamıyla o topluma özgü olup sübjektif ve duygusal niteliktedir. Kültür, o toplumun özel kişiliğini ve o toplumun sosyal dayanışmasının temelini oluşturur. Kültürün (Gökalp medeniyet kavramına karşı kültür için, daima Arapça’dan aldığı hars terimini kullanır) kendi içinde gelişen doğal bir evrimi vardır. Kültür, dışarıdan zorla değiştirilemez. Yani, tam bir batılılaşma mümkün değildir. Herhangi bir organizma gibi bir kültür, dışarıdan kendi yapısına uygun medeniyet unsurlarını alır, sindirir; uygun olmayanları atar. İlkel doğal toplumlarda kültür, topluma tamamıyla hâkimdir ve onu “idealler”, “mefkûre”ler oluşturmaktadır. Bu anlamda kültürün temel fonksiyonu, belirli bir toplumun bireyleri arasında dayanışmayı, yani bir toplum olarak bütünlüğünü ve devamını sağlamasıdır. Böylece, kültür, temel bir sosyolojik olgudur.
Gökalp’in bu strüktüralist kültür yorumunda, kültürü bir organizmaya benzeterek incelediği, onda organizmalara özgü bütün unsurları aradığı görülür. Kültür hakkında burada özetlediğimiz temel yaklaşımı o, her defasında bir yönünü açıklayarak çeşitli yazılarında tanımlamaya çalışmıştır (Gökalp’in ciddî sosyolojik analizlerini, popüler yazılarıyla karıştırmamak gerekir). Örneğin, bir yerde (“Hars ve Medeniyet”, Yeni Mecmua No. 60, 1918, s. 142) diyor ki: “Bir cemiyetin bütün fertlerini birbirine bağlayan, yani aralarında tesanüt (dayanışma) husûle getiren müesseseler, harsî müesseselerdir… Hars (kültür) kendi kendine değişir, tekâmül eder, fakat zorla ne geriye ne de ileriye götürülemez. Millî hars, herkesin razı olduğu bu tabiî örflerin mecmûundan ibarettir”. Harsın esas unsuru olarak ele aldığı örf veya gelenek üzerinde yazdıkları konu bakımından özel bir önem taşır (“An’ane ve Kâ’ide”, Türk Yurdu, No. 39, 1913; “Örf Nedir?”, İslâm Mecmuası, No. 4, 1914; Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, İstanbul, 1918, s. 14-19). Örf, bir toplum tarafından genelde benimsenmiş, “İçtimaî vicdana” mâl olmuş bir davranış biçimidir. Topluma mâl olması onun temel şartıdır. Bu karakteri ile örf, sosyal onayı sağlayamamış âdetlerden veya yapay olarak konmuş kural veya kanunlardan ayrılır. Türk toplumunun 2000 yılındaki görüntüsünü bu teori açıklamıyor mu? Gökalp, böylece kültüre ait toplumsal tasavvurları (representations collectives) örf kavramı ile açıklamaktadır. Örfün doğuş şekli incelenirse, kültürün niteliği daha iyi anlaşılır. Dışarıdan gelen bir âdet veya müesseseye karşı toplum, olumlu veya olumsuz bir tepki gösterir. Onu beğenir, alır veya reddeder. İşte bu tepki, Gökalp’e göre “mâ‘şerî vicdanın” tepkisidir. Yabancı unsur kabul edilirken, değiştirilerek, o kültürün yapısına uygun bir hâle sokularak ve mânâlandırılarak o cemiyete mâl edilir, sindirilir. Bundan şu önemli sonuç çıkar ki, tam bir kültürleşme (acculturation) bir kültürün bir milletten ötekine geçmesi, topyekûn batılılaşma asla söz konusu olamaz. Örf, canlı olarak yaşadığı bir toplumda bireyler üzerinde güçlü çekicilik gösterir. Ona karşı gelenler üzerinde toplum tepki gösterir, baskı yapar. İşte bu özellikleridir ki, örfün birey dışında kültürü bir bütün olarak temsil eden “mâ‘şerî vicdanın” (toplumsal inançların bütününün) bir öğesi olduğunu ispat eder. Belirli bir zamanda “mâ‘şerî vicdan”da yaşayan örflerin tümü, o toplumun kültürünü meydana getirir. Onları organik bir bütün halinde tutan “mâ‘şerî vicdan”dır (social conscience). Gökalp’e göre, medeniyet, sosyal menşe ve niteliği itibariyle kültürden ayrılır: “Medeniyet, usulle yapılan ve taklit vasıtasıyla bir milletten diğer millete geçen mefhumların ve tekniklerin mecmûudur” (Osmanlı Batı’dan matbaa veya başka “medenî” teknik kurumlan almış, fakat yaşanamamıştır. Taklit, yeterli değildir. Bu kurumlan doğuran ve yaratan sosyal kültürel koşullar Osmanlı toplumunda mevcut/olmadığı için matbaa devam edememiştir).
Medeniyet kavramına dahil ettiğimiz öğeler, doğuşlarında bireylerin iradî bilinçli eseridir; taklitle yayılır, bir topluma veya bütün insanlığa mâl olabilir. Duygusal değil, objektif niteliktedir. Herkes için aynı değeri taşır. Genelde fayda düşüncesine dayanır. Gözetilmediği takdirde mâ‘şerî (toplumsal) vicdanın tepkisi ile karşılaşmaz (sağlık kurallarını gözetmediğimiz zaman bundan mâ‘şerî vicdan incinmez, biz hasta oluruz). “Harsları ve dinleri ayrı olan müteaddid cemiyetler arasındaki müşterek müesseselerin mecmûuna medeniyet” denir. Böylece, medeniyetin en önemli yanı, uluslararası (international) olmasıdır. Gökalp’in bu görüşleri, Osmanlı’nın teknolojiyi alalım, ama sosyal inanç ve âdetlerimiz devam etmeli yaklaşımını yansıtır. On dokuzuncu yüzyıl ortalarında Ziya Paşa ve Namık Kemal aynı görüşte idiler. “Bir cemiyetin üst tabakasını başka cemiyetlerin üst tabakalarına rapteden müesseseler, medenî müesseselerdir. Bir nev’iden olan müesseselerin yekûnu medeniyet nâmını verdiğimiz mecmûayı vücûda getirir.” (“Hars ve Medeniyet”, Yeni Mecmua, No. 60, 1918, s. 142). “Hars, cemiyetlerin derûnî (iç) inkişâfından, medeniyet ise muhtelif harsların ihtilâtından (karışımından) husûle gelir” (Hars ve Medeniyet Münasebetleri”, Yeni Mecmua, No. 61, 1918, s. 162). Sonuçta bir medeniyet, belirli bir coğrafî sınırlar içinde birçok kavmi ve devleti içine alabilir. Kültür gruplan karşısında medeniyet grupları veya medeniyet daireleri vardır (Osmanlı toplumu gibi). Fakat burada işaret edelim ki, Gökalp, medeniyete daha sonraları, kültüre yakın özellikler tanımıştır. Ona göre, her medeniyet ayrı bir sisteme mensuptur. Başka bir mantığı, başka bir hayat görüşü vardır. Medeniyetler birbirleri ile karışmazlar, sahaları ve evrimleri ayrıdır. Mesela bugün bir İslam medeniyeti, bir Budist medeniyeti, bir Avrupa medeniyeti vardır. Bir millet, tarihinin bir döneminde bir medeniyetin, bir başka döneminde başka bir medeniyetin mensubu olabilir. Böylece, Türkler Orta Asya’dayken, Uzakdoğu medeniyet dairesine, İslâmî Sultanlık devresinde Ortadoğu medeniyet dairesine, millet devrinde ise Batı medeniyet dairesine girmişlerdir gözlemini yapar. Batı medeniyeti içinde birbirinden ayrı ve bağımsız bir İngiliz kültürü, Fransız kültürü, Alman kültürü vardır. Gökalp’e göre birbirine zıt medeniyetler, aynı toplum içinde yan yana yaşayamaz ve uzlaşamaz. İki dinli bir fert olamadığı gibi (aynı misal Hungtington tarafından zikredilmiştir) iki medeniyetli bir millet de olamaz. Gökalp’e göre medeniyet, kültür gibi dinî, ahlakî, hukukî, bediî (estetik), iktisadî, lisanî ve teknik hayatı içine alır. Görülüyor ki, Gökalp böylece medeniyet tarifini genişletmiş, kültüre yakın bir yoruma gelmiştir. Böylece dogmatik medrese İslamiyeti’yle yerli ve tarihî kültürle kaynaşmış yerel “millî” bir İslamiyet’ten (Bektaşîlik, Alevilik) haklı olarak söz edebiliriz. Gerçekte bir İran İslamiyeti; bir Türk İslamiyeti vardır. Gökalp ayırt edici bir nokta üzerinde ısrarla durmuştur: bütün bu öğeleri medeniyet sun’î (yapay) olarak meydana getirir. Mesela bir Türk musikîsi vardır; yüzyıllar boyunca Türk kavminin ruhunda meydana gelmiştir. Bu musikî, milletin tümünü heyecanlandırır. Onun yanında teknik usullerle meydana getirilmiş İslam medeniyetine mahsus bir klasik musikî vardır (bugün halk musikîsi ve sanat musikîsi diye ayırıyoruz). Milletin tümünü değil, bu teknik eğitimi almış belirli bir zümreyi heyecanlandırır. Edebiyatta, hukukta, lisanda ve başka alanlarda da aynı şeyi tespit etmek kolaydır. Medeniyet gruplarının; bir “mâ‘şerî vicdanı”, bir harsı (kültürü) yoktur. Osmanlı saray medeniyeti, halk kültürüne karşı İran ve Hint saraylarında egemen sınıfların ortaklaşa benimsediği yapay, kozmopolit, “yüksek” bir kültürü temsil etmekteydi (Dîvan edebiyatı karşısında Halk Edebiyatı).
Kültür değişmelerine gelince, bir kültür dış etkiler altında kalır ve değişebilir. İlkin, “bir kavmin bütün şubeleri aynı dinin ve aynı devletin velayeti altında birleşerek umûmî bir tesanüde tâbi olunca, hars da kısmîlikten kurtularak tamamıyla kavmî bir mahiyet alır” (“Hars ve Medeniyet Münasebetleri”, s. 162). Öbür yandan, komşu kavimlerle temaslar sonucunda yeni unsurların girmesi ile de bir kültür değişmez, fakat zenginleşir. Anadolu’da Türk halk kültürü, “yüksek” kozmopolit kültürden birçok öğe almış, fakat aslî karakterini asla kaybetmemiştir. Bu kültür alımı (caccultration) işinin nasıl olduğunu yukarıda örften bahsederken kısmen açıklamıştık. Burada ilave edelim ki, Gökalp, bir kültürde dış öğelerin benimsenmesinde şöhret ve nüfuzun, prestijin önemi üzerinde durur. Kültürün duygusal niteliği dolayısıyla, bu davranış (attitude), doğal olarak duygusal olacaktır. Bir kültürün başka bir kültür mensupları üzerinde meydan getirdiği hayranlık hissi, kültür alışverişinin ilk önemli şartıdır. Bu faktör çoğu zaman fayda düşüncesini bastırır [Osmanlılar, Avrupa medeniyetinin üstünlüğünü ancak Viyana bozgunu (1683-1699) yıllarında kabul ettiler, Avrupalı öğeler prestij kazandı ve batılılaşma başladı. Paşaların konaklarında alafranga döşenmiş bir oda yapmak moda oldu. Bugün Amerikan kültür öğeleri bütün dünyayı sardıysa, bu Amerikanizmin prestijli kültür düzeyine erişmesiyle açıklanabilir, yoksa içeriğinde (intrinsic) bir değer düşünülemez].
Gökalp’e göre, dinler gibi imparatorluklar da medeniyetlerin oluşmasına yol açmıştır. Bir kavim, fütûhat yolu ile bir imparatorluk kurar, çeşitli kavimleri ve harsları bir egemenlik şemsiyesi altında toplar. Harsların karşılaşmasından ve karışmasından ülkede ortak bir medeniyet meydana çıkar. Böylece bir Osmanlı Medeniyeti’nden söz edebiliyoruz. Bir hars, bazen bu medeniyet çevresinde çözülür, ortadan kalkabilir; fakat çoğu zaman halk arasında anadil ve örfler saklanır, siyasî self-determination’ın ilerlediği, imparatorlukların parçalandığı zamanlarda harslar yeniden hayat bulur ve hars birliğine dayanan millete vücut verir (Osmanlı fethinde yüksek medeniyet kurumlarını kaybeden Balkan halkları, 18. ve 19. yüzyılda halk etnolojik kültürlerinin canlanmasıyla millî kültürlerini yaratmış ve millî devletlerini kurmuşlardır). Bugün bu noktada sosyologların ve batılılaşma yoluna girmiş İslâmî toplumlardaki gelişimin Gökalp’e hak verdiği açıktır.
Toynbee’ye gelince, o medeniyet ve kültür arasında bir farklılık görmez. Medeniyet, bir kültürel özel yapıdır (cultural entity). Ona göre teknoloji, dine göre daha gevşek olmakla beraber kültürel bir unsurdur. Batı’dan evvela silah tekniğini alan bir toplum zamanla Batı medeniyetini bütünüyle almak zorunda kalacaktır (A. J. Toynbee, Reconsiderations, Londra 1963, s. 76-77, 110). Osmanlı-Türk tarihinin Atatürk’e kadar son iki yüz yıllık “modernleşme” sürecini izleyenler, Toynbee’ye hak verirler. Öte yandan, kültür sosyolojisi uzmanı A. L. Kroeber, Toynbee’nin bu fikrini eleştirmiş, onun medeniyetler (kültürler) arasında birbiriyle kaynaşamaz aykırılıkları, görmezlikten geldiğini belirtmiştir. Gökalp, sağ olsaydı, kuşkusuz aynı eleştiriyi yapacaktı. Toynbee’ye göre, günümüzde oluşan büyük tarihî olay, Batılılaşmanın bütün insanlığı içine alan ve çok hızla gelişen bir akım halini almış olmasıdır (Atatürk gibi bazıları bunu, teknolojik medeniyetin ezici üstünlüğünde arar). Bunun sonucunda, yakın bir gelecekte bütün insanlık tek bir toplum haline gelecek ve tek bir tarih yaşamaya başlayacaktır. Bu da, Fukuyama ve Hungtington’un iddia ettikleri gibi tarihin sonudur.
Öbür yandan Gökalp’e göre, bir milletin kendi benliğini bulması, kendi hars ve medeniyetini tanıması, büyük millî felaketlere uğradığı zaman ortaya çıkar. Millî önderler, millî ideali (mefkureyi) keşfederler ve kişiliklerinde temsil ederler (Bu sözleri Atatürk’te bulacağız). Yaratıcı mefkure, ideal ölmez, zamanla milleti ve millî harsı yaratır. Mefkûre, “yaratıcı hamle”yi (elan vital) içinde taşır (“Cemiyette Büyük Adamların Tesiri”, İçtimâiyât Mecmuası, No. 2; “Ferd ve Şahsiyet”, Yeni Mecmua, N. 1). Gökalp’in, Bergson’un etkisi altında kaldığı zamanlar olmuştur ve onu, Toynbee ile birleştiren fikirler kuşkusuz bu kaynaktan gelmektedir. Fakat Gökalp, kahramanın ortaya çıkışını ve başarısını topluma, mâ‘şerî vicdana mâl ettiği halde (Atatürk aynı sözü söylemiştir), Toynbee bunu ferdin iradesine, yaygınlaşmasını taklide bağlar.
Gökalp ve günümüz Türkiye’si
Bugün Türkiye’de kültür ve kimlik sorunları, hem Gökalp’e, hem de “Garbcı”lara hak verdirecek sosyal-siyasî bir aşama göstermektedir. Atatürk, devrimlerini, tek eğitim, halkevleri, dil ve tarih tezleriyle yeni bir millet kültürü yaratmaya çalışarak pekiştirmek gereğini anlamıştı. Çağımızda bir yanda dinci zümre, öteki yanda Batıcı zümre, Gökalp’in anladığı biçimde millî kültür niteliğine sahip değildir. Gökalp, 1913’te Türk Yurdu’nda “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muâsırlaşmak” başlığı altında ünlü makalelerini yazdı. Bunları yazmaktan asıl maksadı, Türkçülüğün, diğer akımlar karşısında üstünlüğünü kanıtlamaktı. Balkan Savaşı faciasından sonra Türk milliyetçiliği tepkisel bir şekilde kendini göstermişti. 1913’te bir sosyolog olarak kendi rolünü, belirli bir zamanda “ma‘şerî vicdan”a egemen olan akımı bulup ortaya çıkarmak ve ifade etmek şeklinde yorumlayan Gökalp, bu yazılarında milliyet esasının üstünlüğü üzerinde durmaktadır. Gökalp: Din ve medeniyet bağlarını, açıkça milliyete bağımlı daha gevşek sosyal bağlar olarak görmekteydi. “Kavme, ümmete, devlete, vatana, aileye, sınıfa, ocağına ve ilâh… mensup ne kadar mefkûreler varsa, cümlesi millî mefkûrenin muavinleridir… İktisadiyat sahasında bile sınıf mefkûresi, millet mefkuresinin bir tâbiidir” (Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, 58-59).
Gökalp’e göre, her millet, canlılığını korumak için, millî hayattan doğmuş, âdeta organik doğal kurumlan desteklemelidir. Millî gelenek, uluslararası nitelik taşıyan medeniyet ve din karşısında geriye çekilen bir unsur değildir. Millî kültür, milleti ileri götüren yaratıcı bir faktördür. Medeniyetten gelen öğeler, ancak ona aşılanmak suretiyle bir hayat ve gelişme imkânı kazanır; “âdî taklitte olduğu gibi çürüyüp düşmez”. Milletin ruhunda yaşayan canlı gelenekler, milleti bir bütün halinde tutar ve yükseltir. Buna karşı artık toplum bilincinde yaşamayan bir medeniyet veya dine ait kurallar, ölü alışkanlıklar olarak devam eder ve milleti gelişme yolundan alıkoyarlar. Tutucu kesim, mevcut kuralların değiştirilmesine küfür nazarı ile bakar; buna karşı radikal devrimci, millî vicdana yabancı olup olmadığını düşünmeden bir sıra yeni kurallar getirmeye çalışır. Gökalp’e göre her ikisi de kültürün gerçek yapısını ve dinamiğini göz önünde tutmamaktadırlar (Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, s. 14-15).
Gökalp, ileriyi görerek, milletler arasında ortak bir örgütün meydana çıkmasını da beklemekteydi. Gökalp’te organik benzetme, bizzat Zimmerman’ın belirttiği gibi 19. yüzyıl değişme sosyolojisinin ortak ana fikirlerinden biridir. F. Tönnies’in cemaat ve cemiyet (Gemeinscbaft und Gesellschaft), Max Weber’in ve O. Spengler’in tipolojisi, kuşkusuz, Gökalp ile Toynbee’nin bazı esas fikirlerinin ortak kaynaklarıdır (Gökalp, Alman Tönnies’in görüşlerini, herhalde yakından tanıdığı Fransız G. Richard’ın sosyolojisi vasıtasıyla öğrenmiş olmalıdır.) Gökalp, kendi çevresinde yaptığı dikkatli gözlemler sonucu, Durkheim’ın fikirlerine daha başka bir yorum ve kesinlik kazandırdığı gibi, Toynbee de tarihî medeniyetler teorisi ve din üzerindeki fikirleriyle Gökalp’ten esaslı surette ayrılmaktadır.
Burada Gökalp ile Toynbee’nin sosyolojik temel fikirlerini karşılaştırmakla aslında, modern felsefe ve sosyolojinin iki büyük akımını karşılaştırmış oluyoruz. Gökalp, doğal cemaat (Alman Savigny: Gemeinschaft) sosyolojisini, fonksiyonel-strüktüralizmi temsil ederken; Toynbee, Max Weber çizgisinde cemiyet (Gesellschaft) sosyolojisini izlemektedir. Gökalp, 1900-1924 döneminde Türk toplumundaki kökten değişimlerin etkisi altında fikirlerini geliştirmiştir. Birinci dönemde imparatorluğun birlik ve devamını güvence altına almayı amaç edinen İttihâd ve Terakki ideolojisini benimseyerek İslamlık ve Batı medeniyeti ile gittikçe koyulaşan Türk milliyetçiliği akımlarını bağdaştırmayı denemiş, bunların birbirine zıt kavramlar olmayıp tek merkezli üç daire gibi birbirini kapsayan ve tamamlayan toplumsal realiteler olduğu tezini savunmuştur. Millî Mücadele döneminde Gökalp, milletin ve millî kültürün tek ve gerçek sosyolojik realite olduğu fikri üzerinde durmuş, millî kahramanı (Mustafa Kemal’i) “toplum vicdanını”, milletin ideallerini (mefkûre) temsil eden aksiyon adamı olarak görmüştür (Mustafa Kemal bir nutkunda aynı görüşü benimsemiştir). Belirtmek gerekir ki, Gökalp’te başlangıçtan beri, millî kültürün yok edilemez gerçekliliği ve millî kültürü, millî örfü âdâtın oluşturduğu tezi, onun toplum felsefesinin temel-taşıdır. O, kanunla (emirle) yapılan devrimlerin sosyal realitenin direnci karşısında kalacağını, toplum kültürünün devamlılığını, değişmenin bir sosyolojik sürece bağımlı olduğu noktası üzerinde daima ısrarla durmuştur. Kültür ve medeniyet ayrılığını kabul etmeyen ve yukarıdan kanunlarla hızlı Batılılaşma gereğine inanan lider ile Gökalp anlaşamazdı. Bununla beraber Atatürk, İttihâdcılar gibi, 1923’te Gökalp’i Halk Fırkası’nın programını hazırlamakla görevlendirdi. Atatürk’ün Türk milliyetçiliğinin babası sayılan Gökalp’e derin saygısı vardı; fakat ona devrim hareketinde aktif bir rol vermedi.
Bununla beraber, Gökalp’in temel görüşleri, özellikle Türk millî devletinin kuruluş döneminde, kültür hayatımızda derin bir etki yapmış, ona yön vermiştir. Onun temel kavramlarını benimseyen Türk bilim ve sanat adamları; geleneksel Türk halk kültürünü, halk edebiyatını, tasavvuf ve tarikatları, Türk folklar ve etnografyasını, halk musikîsini hararetle araştırmaya yönelmişler, millî varlığın temellerini bu doğrultuda görmüşlerdir. Sonraki kuşakta Mehmet İzzet, Fuad Köprülü, P. N. Boratav, Hilmi Ziya Ülken, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Mümtaz Turhan, Osman Turan, Necati Akder, İbrahim Kafesoğlu, Adnan Saygun ve daha birçok bilim ve sanat adamı, araştırmalarını onun gösterdiği doğrultuda yapan fikir ve sanat adamlarıdır. Halkevleri de onun temel düşüncesinden doğmuş bir kurum sayılabilir. Lise öğretmenleri, kendi bölgelerinde halk kültürü üzerinde araştırmalarını, Halkevleri dergilerinde yayımlamaya başlamışlardı. 1930’larda radikal Batılılaşma yöntemleri, topyekûn Batılılaşma, Anadoluculuk, İslamcı derneklerin kuruluşu, Türk kültür ve toplum hayatında yeni doğrultular ve sentezlere yönelecek, Gökalp’in öz fikirleri daha dar bir Türkçülük-Turancılık akımıyla özdeşleşecektir. Daha yakın bir tarihte, Türk-İslam Sentezi teorisi temel görüşlerini Gökalp’ten almıştır.