# Etiket
#Kitabiyat #MANŞET #ZİYA GÖKALP

Gökalp’in Diyarbekir Milletvekilliği (11 Ağustos 1923 – 25 Ekim 1924)

Bir Fikir Adamının Romanı
Mehmet Emin Erişirgil

Ziya Gökalp bu seçimde Diyarbakır’dan milletvekili seçilmişti. İkinci Büyük Millet Meclisi’nin en büyük işi, devletin esasım tespit edecek olan Teşki­latı Esasiye Kanunu’nu (yani, Anayasa’yı) yapmak olduğu için bunun hazırlan­ması lazımdı. Ziya bu hazırlayıcı komisyonların hepsinde azaydı. Anayasanın laikliğe ait maddesi, onun kaleminden çıkmıştır.

Bu sıralarda bir aralık İstanbul’a geldi, Tünel civarında Haşet Kütüphane- si’nin önünde Üniversite hocalarından birine rastladı. Bu profesör: “Hani Ziya Bey, hepimize Üniversite profesörlüğünden ayrılmayın, diye tavsiyelerde bulu­nuyordun? Niye milletvekili oldun, niye aramıza gelmedin?” diyerek tarizde bulunmaya başladı. Ziya: “Aile geçimini de düşünmek lazım… Üniversite hoca­lığından alınabilecek maaş çok azdır.” dedi. Bu cevabın karşısındakine iyi tesir yapmadığını anlamış olmalı ki: “Bir yerde otursak…” diye teklifte bulundu. Şimdi Markiz Pastanesi’nin bulunduğu yere girdiler. Ziya, burada:

– Evet, dedi, geçim derdi dememi bana konduramadığını anladım, hak­ları var. Fakat şen’iyet ile uzun mücadele ülkü ateşini yavaş yavaş söndürüyor. Ben de bunun farkındayım.

Karşısındaki profesör, onun üzüntüsünü arttırmak istemediği için olmalı ki, bu mesele üzerinde durmadı. Şuradan buradan konuştuktan sonra:

-Ziya Bey, dedi, hakikaten size acıyorum. Hepimiz faniyiz. Şu sırada ölürseniz gelecek nesiller sizin hakkınızda doğru hiçbir şey bilemeyecek. Bir şey bilemeyecek değil, en kötüsü yanlış şeyler bilecek. Bir yazınızın diğerine uymadığını görerek tuhaflarına gidecek. Şu veya bu Fransız sosyolog veya filo­zofuna atfettiğiniz fikirleri kendinize göre anladığınızın farkına varılacak ama, ne için öyle anladığınızın, çoğu zaman, izahı bulunamayacak.

Bu sözlerin Ziya’yı şaşırttığı yüzünden anlaşılıyordu. Karşısındaki sözüne devam etti:

-Bir hayli makaleniz, bir hayli yazınız var. Fakat bunlar nasih, mensuh âyetler gibi birbirini yalanlıyor veya değiştiriyor, didaktik manzumeleriniz bir tarafa bırakılırsa üst tarafı sizi anlatmaya kâfi değil… Derli toplu ilmi ve felsefi bir eseriniz yok. Artık seyyar mürebbiliği bırakınız, Avrupalı bir âlim gibi eser yazınız.

Ziya bu sözler üzerine hayli düşündü, karşısındaki onun tabiatını bildiği için, kendi haline bıraktı. Sonra, uyuyan adamın birdenbire uyanması gibi:

-Evet, dedi, ben de öyle düşünüyorum, Malta’dayken Hüseyin Cahit de bunun aynını bana söyledi. Ama şimdiye kadar nasıl yazabilirdim? Didişmeler­den vakit yoktu ki!..

Bir süre durdu, sonra devam etti:

-Yalnız yaşayabilirsem… Midem iyi değil, sıhhatim iyi değil… Dedik­lerini yapmaksızın ölürüm diye korkuyorum.

Bu sözlerden sonra yine dalmıştı. “Niye milletvekilliğini kabul ettiniz?” tarizi içine işlemiş olacak ki, bir aralık:

-Milletvekili olduğum için beni ayıplıyorsunuz ama bak, Anayasa’da her türlü felsefi fikirlerin söylenip yazılması hürriyetinin açık olarak ifadesini, hazırlayıcı komisyona ben kabul ettirdim. Bunun kolayca oluverdiğini sanmayı­nız. Bu teklifi yaptığım zaman, bir milletvekili kalktı: “Abdullah Cevdet’in din­sizliği neşreden yazıları da bu hürriyetten faydalanacak mı?” diye sordu. Fikir ve neşir hürriyetinin manasını anlatmasaydım çok kişi bu milletvekilinin tarafta­rı çıkardı. Onun için Millet Meclisimizde bol fikir adamları bulunmalıdır.

Yanındaki profesör, onun hem sıkıntısını gidermek, hem de neşelendir­mek için:

-Yok, Ziya Bey, dedi, sizin Ankara’da oturmanızı kıskanıyorum da, onun için niye bizim aramızda bulunmuyorsunuz, diyorum.

Ziya gülümsedi, bir müddet sonra oradan çıktılar.