# Etiket
##GENEL #GÜNDEM #Yazar Okulu

Fazlı KÖKSAL: Türk Romanında Kahramanlık

Bazı kelimeler vardır, sözlüklerdeki tanımlar o kavramı anlatmaya kâfi gelmez. Bu hem kelimenin derin anlamından kaynaklanabilir, hem de o kelimeye farklı anlamlar yüklenmesinden. “Kahraman” işte bu kelimelerdendir.

Aslında sözlük anlamı sade ve anlaşılırdır. TDK Sözlüğü “kahraman” kelimesine üç farklı anlam yüklemiş… “Savaşta veya tehlikeli bir durumda yararlık gösteren (kimse), alp, yiğit”, “Bir olayda önemli yeri olan kimse”, “ Roman, hikâye, tiyatro vb. edebiyat türlerinde en önemli kişi”… “Kahramanlık” da; “Kahramanca davranış, yiğitlik” olarak tanımlanmış.   “Her tarif bir tahriftir ” diyen Cemil Meriç, ne kadar haklı… Sözlüklerin “kahraman” ve hele “kahramanlık” tanımı, benim algıladığım, düşündüğüm “kahramanlık” kavramını anlatmaktan çok uzak.

Yakın zamana kadar kahramanlığın en iyi tanımını Atsız’ın “Kahramanlık” şiirinde yaptığını düşünürdüm.  Hele iki kıtası, “kahramanlık” kavramına bir “Türk” dilcisinin düştüğü şerh gibidir.

“Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından

Koşar adım gitmeli onların arkasından.

Kahramanlık: İçerek acı ölüm tasından

İleriye atılmak ve sonra dönmemektir.

…..

Yırtıcılar az yaşar… Uzun sürmez doğanlık…

Her ışığın altında gizlidir bir karanlık;

Adsız şansız olsa da, en büyük kahramanlık;

Göz kırpmadan saldırıp bir daha dönmemektir”

8 Nisan 2006 günü PKK’lı katiller tarafından şehit edilen Yarbay Alim Yılmaz’ın vefatından sonra, bir televizyon kanalı kendisi ile 6 yıl önce yapılmış bir röportajı yayınladı. Yarbay Alim Yılmaz, o röportajda Atsız’ın Kahramanlık şiirini okumuştu… Ve kendisi de şiiri okuduktan sonra, Atsız’ın tanımladığı gibi acı ölüm tasından içerek bir daha dönmemişti… PKK ile mücadelede bu tür kahramanlık örneklerine çok sık rastladık… Ama ne acıdır ki bu kahramanlıklar Türk romanına yeterince yansımadı… Yeterince diyorum, çünkü bazıları iyi niyetle, bazıları hamasi duygularla, bazıları da ticari kaygılarla PKK ile savaşan kahramanları anlatan bazı roman denemeleri oldu… Mesela; Abdullah Ağar’ın “Baskın” ve “Ölüm Dağları Bekler”, Ayhan Kayan’ın “Zincirkıran”, Emine Özgenç’in “PKK Kamplarında Bir Ülkücü”, Ceyhun Bozkurt’un “Günlük”. Ve dizi senaryolarından romanlaştırılanlar. Bu kitaplarda belki duygu var. Ama içlerinde roman var mı? Varsa kaçı gerçek roman? Zaman gösterecek…

Aslında Atsız, “Kahramanlık” şiirinde tanımladığı kahramanlığın en güzel örneklerini romanlarında dillendiren romancıydı. Onun Bozkurtların Ölümü romanındaki roman kahramanları; Kürşat, Işpara Alp, Yamtar, Böğü Alp, Pars, Sançar ve diğerleri, kahramanlık şiirinde anlatılan kahraman kavramının en güzel örneklerini sergilerler… Romanın sonunda Kürşad ve 40 yiğidi Çin sarayına saldırırlar ve savaşa savaşa, vuruşa vuruşa, tek tek tükenirler… Yani şiirdeki gibi göz kırpmadan saldırırlar, bir daha dönmezler… Bozkurtlar Diriliyor’ın sonunda da Kürşad’ın oğlu Urungu, atını uçuruma sürerek ölüme dörtnala gider. Bir başka anlatımla, acı ölüm tasından içerek ölüme koşar… Atsız Bozkurtlar Diriliyor’da  “Çünkü en güçlü, en iyi insan, hakkından vazgeçen insandır. En büyük kahramanlık da hiçbir karşılık beklemeden yapılandır.”  cümleleriyle kahramanlık kavramına yeni bir tanım getirir.   Deli Kurt romanının sonunda da savaş dönüşü tüm tanıdıklarının sele kapılıp öldüğünü öğrenen Deli Kurt da her şeyi bırakıp bilinmezliğe doğru dönmemek üzere yol alarak, “Kahramanlık” şiirinde tanımlanan türde bir kahramanlık sergiler.

Atsız’ın tarif ettiği ölümü hiçe sayan kahramanlık, tarihin geçmiş çağlarında kalmış sanılan ama Türk’ün her başı sıkıştığında ortaya çıkabilecek bir kahramanlık türüdür. Bu kahramanlık, “Batı”nın gösteriş yapmayı, nam kazanmayı, şöhreti hedefleyen “şövalye” türü bir kahramanlık değildir. Türk kahramanlığı “serdengeçti” olmayı baştan kabul eden, vatanı-ülküsü için hiç olmayı, yok olmayı, unutulmayı kabul eden, İslamiyet sonrası bütün bunlara “şehadet şerbeti içmeyi” de ekleyen bir kahramanlık türüdür. Tarihimiz, bu tür kahramanlık hikâyeleri ile doludur… Bu kahramanlıklar, şiirimize “destan” , “koçaklama” ve “varsağı” olarak yansımış, edebiyatımız romanla tanışınca ister istemez serdengeçtiler ve onların kahramanlıkları ile dolu tarihi romanlar, edebiyat tarihimizdeki yerlerini almıştır…

Tarihi romanların yalın bir realizme tahammülü yoktur. Şarkılarda da belirtildiği gibi geçmiş; şaraba benzer, eskidikçe güzelleşir. Zaman; mermeri nasıl parlatır, cilalarsa, geçmişi de öyle cilalar. Biz de geçmişi genelde pürüzlerinden yanlışlarından arınmış olarak hatırlarız. Tarihi roman kahramanlarını da hatalardan arınmış mükemmel insanlar olarak görmek isteriz.

Türk edebiyatındaki ilk roman örneklerinden birisinin Cezmi olması; bir tesadüf değil, bu tarihi altyapının ve Namık Kemal romantizminin doğal bir sonucudur…  Cezmi’deki şu cümleler de kahramanlığın başka bir tanımı değil midir? “Askerliğin birinci şartı cesaret ve hatta ölürken bile gülmektir. Asker, gözyaşını şehit düştüğü zaman bedenini süsleyen yahut düşmanını öldürdüğü zaman kılıcından o mağlubun üzerine dökülen kan damlalarında görür. Asker, gerçekten askerse mezarının en karanlık köşesinde cennete açılan bir pencere bulur. Asker, gerçekten askerse bedeni topak altında yatarken ruhu gökyüzünde ünü halkın dilinde övgüyle dolaşacağını düşünür ve yerin altını üstü ile eşit ve belki yerin altını daha üstün görür. Asker, gerçekten askerse rahat döşeğinde ölüp de şöyle bir mezara atılıvermekle şan meydanında şehit edilerek mezara bedel bir ulusun kalbinde yatmak arasında ne büyük bir fark olduğunu çok iyi bilir.”

Türk edebiyatında kahramanlığı; en yoğun, en duygusal ve de yaşayarak anlatabilen yazarların başında şüphesiz Ömer Seyfettin gelir.  “Sanatkâr, hâl içinde mefkûresini olanca heyecanıyla duyamayınca romantik maziye döner. Orada ezelî efsanelerini yaşayan binlerce tayf vardır. Bu tayflara, tarihin hayalinde renkler, şekiller verir. Onlara meftun olur. Destanlarını terennüm eder.” diyen Ömer Seyfettin, romantik kahramanlık anlayışının en güzel yansıması olan ideal Türk kahramanı tipinin yaratıcılarındandır. “Pembe İncili Kaftan”daki Muhsin Çelebi, “Vire”de  “Biliyordu ki Türk askeri çok itaatlidir. Kumandanları ne söylerse hemen yaparlar. Fakat yalnız bir emre karşı itaat göstermezler. O da ‘teslim emri’dir. Türk, ölmeyi teslim olmağa tercih eder…” diye düşünen Barhan Bey,  başa kakılan diyetlerin bedelini gerekirse kolunu feda ederek ödeyen Koca Ali, “Ferman”daki Tosun Bey, “Nadan”daki doğru bildiğini kellesi pahasına söyleyen Köse Vezir gibi yöneticilere, halk önderlerine, rol-modellere ne çok ihtiyacımız var. Bazen insanlarımızın bu kahramanları örnek aldığını, bu kahramanların özelliklerini taşıyan kişileri önder edindiğini hayal ediyor ve mutluktan mest oluyorum.

 “Yeni Kahramanlar” başlığı altında yayımlanan hikâyelerinde Ömer Seyfettin, “hâl”e, “an”a döner. Kendisinin de bir subay olarak katıldığı Balkan Savaşı’nın ve Birinci Dünya Savaşı’nın kahramanlarını anlatır. Ve o kahramanları anlatmanın bir gereklilik olduğunu şöyle ifade eder: “Şair manzumeleriyle, romancı hikâyeleriyle, temaşa muharrirleri piyesleriyle, ressam fırçasıyla, bestekâr nağmeleriyle milletin heyecanını duyuyor, duyuruyor, elemli kalplere teselli, yorgunlara ümit ve kuvvet, ümitsizlere aşk ve heyecan veriyor…”

 Kahramanlar; malından, gençliğinden, hayallerinden, beklentilerinden, sahip olduklarından, sahip olacaklarından ve canından, milletini ve inancını yaşatmak için vazgeçen insandır. Ve bu vazgeçme ihtiyacı milleti ve inancı tehlikeye düşünce ortaya çıkar. Yani zor zamanlarda… Zor zamanlar: Var olma-yok olma anlarıdır. Yıkılış ve kuruluş anlarıdır. O nedenle kahramanlar milletleri ve inançları saldırıya uğradığında, yok olma tehlikesi gündeme geldiğinde ortaya çıkarlar…  Dolayısıyla bu dönemlerdeki kahramanlıklar da istenen ölçüde olmasa da romanımıza, hikâyemize yansımıştır…

Türk her zaman kahramandı. İslam’dan önce de, İslam’dan sonra da… Sadık Kemal Tural Hocanın dediği gibi “Atların eşek kulunladığı, kurtların sırtlan yavruladığı, aslanın buzağıladığı görülmemiştir. Kahraman babaların, anaların, kahraman çocukları olur; kahraman dedelerin ve ninelerin kahraman torunları…” Bu nedenledir ki Türk Tarihinin İslam öncesi kahramanlıkları da tarihi romanlar için vazgeçilmez konulardır: Nihal Atsız’ın Bozkurtlar (Bozkurtların Ölümü-Bozkurtlar Diriliyor) romanından bahsetmiştim. A. Ziya Kozanoğlu’nun Kolsuz Kahraman ve Kızıl Tuğ,  Hasan Erimez’in Demirdağın Kurtları, Cengiz Dağcı’nın Genç Temuçin, Dilşad Çelebi’nin Tomris ve popüler tarihi romanın çok okunan ismi Ahmet Haldun Terzioğlu’nun Mete Han, Teoman, Tomris Han… 

Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan komutasındaki Türk ordusunun Malazgirt ovasında kazandığı zafer Anadolu’ya vurulan Türk mührü olduğu için Türk ve dünya tarihinin dönüm noktalarından birisidir. Ve bu olay öncesi ve sonrasıyla, kahramanlıklarıyla Türk roman ve hikâyesine konu olmuştur. İlk aklıma gelen romanlar; Emine Işınsu’nun “Ak Topraklar”, M. Necati Sepetcioğlu’nun “Kilit” ve “Anahtar”, Mustafa Akgün’ün “1071 Alparslan Şafak Malazgirt’te Sökmüştü”,  Okay Tiryakioğlu’nun “Alparslan Çift Başlı Kartallar”… Tabii bahis Selçuklu’dan açılınca, Misli Baydoğan’ın “Selçuklu Hikâyeleri” alt başlığında yayımlanan “Hu Diyen Karga”yı zikretmemek olmaz… Hu Diyen Karga, ayrı hikâyelerden oluşan yapısı nedeniyle “hikâye” diye tanımlanabilir. Her hikâyeye masal anlatımıyla başlanmasına bakarak “masal” da diyebilirsiniz. Ama birbirinden bağımsız gözüken 18 hikâyenin birbirinin devamı olduğu, hikâyelerin dil ve üslup açısından bütünlük gösterdiği, baştan sona bir konu tutarlılığı ve bütünlüğü olduğu hususları dikkate alındığında “roman” demek de mümkün. Özetle “Hu Diyen Karga”ya hikâye demek ne kadar doğruysa, roman demek de o kadar doğru. Hatta masal bile diyebilirsiniz. Belki en doğrusu; nehir hikâye… Kitapta kahramanlık örnekleri çokça… Ama hiç kahramanlık hikâyesi anlatılmasa bile kitabın “Fırat Yılmaz Çakıroğlu’nun delikanlı hatırasına” adanmış olması başlı başına bir “kahramanlık” destanı yapmaya yeter…

Her başlangıç bir kahramanlıktır. Hele yeni bir devlet kuruyorsanız, sizi hayat hakkı tanımayacaklar, doğmadan yok etmek isteyenler olacaktır… Büyük başlangıçlar, büyük kahramanlıklara yol açar… Büyük kahramanlardan da büyük romanlar doğar… Tarihi romanın en güzel örneklerinden olan iki büyük roman; Kemal Tahir’in Devlet Ana’da, Tarık Buğra’nın Osmancık’ta Osmanlı’nın kuruluş dönemi işlenir…  Bunlar, gerçekten büyük romanlardır. Neden mi? Devlet Ana; Osmanlı Tarihini Türk aydının gündemine soktuğu, tarihi tartışmalar başlattığı için büyük romandır… Tarık Buğra’nın Osmancık’ı ise “Şeyh Edebali’nin Vasiyeti” gibi bir galat-ı meşhur yaratabildiği için önemli bir romandır. Kuruluş dönemini anlatan romanlar arasında Bekir Büyükarkın’ın Kutlu Dağ, Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Konak, Çatı, Üçler-Yediler-Kırklar, Bu Atlı Geçide Gider; Turhan Tan’ın Gönülden Gönüle; Feridun Fazıl Tülbentçi’nin Osmanoğulları; Ragıp Şevki Yeşim’in Ovaya inen Şahin sayılabilir… Sevinç Çokum’un dönem olarak Kurtuluş Savaşı yılarını anlattığı ancak olay Söğüt’te geçtiği için sık sık Osmanlı’nın Kuruluş yıllarına da gönderme yaptığı “Ağustos Başağı”nı da bir “kuruluş dönemi romanı” saymak mümkün. Sevinç Çokum kuruluş ile kurtuluşu, bir başka deyişle iki kuruluşu birleştirmekle ve mekânı Söğüt olarak seçmekle ne güzel yapmış. Okuyucuyu tarihin ve devletin devamlılığı konusunda düşünmeye yönlendirmiş.  Ayşe Ana’nın sözleri hem Türk kadının kahramanlığını hem de romanın mesajını aktarması açısından dikkat çekici.  “… Şimdi düğünde bayramda değiliz. Acılı gündeyiz. Kendi ocağını tüttürmüşsün, bunun kimseye faydası yok! Memleketin ocağı tütmeli, bacılar. Bunun için de aşınızı bezinizi esirgemeyin ordudan. Yoksa iki elim yakanızdadır! Şu tüfeği boşuna vermediler bana. Yakarım billâhi! Eğer kulağıma ‘Söğüdün karıları ocak başlarında pinekliyorlarmış.’ diye bir söz gelirse vay halinize…” “Osmanlının ilk günleri gibi bacılar. İşte yeniden filizlendik! Hem de aynı mekânda. Söğüt’te…”

Karışıklık, başsızlık ve geleceği sorgulatan yenilgiler hainler üretir. Tabii o karmaşadan çıkılması için var gücü ile çabalayan kahramanları da… Fetret dönemi, tarihimizin en toz duman; iyinin kötüye, kuzunun kurtla ve tabii ki haini kahramanla karıştığı bir dönemdir. Bu dönemdeki ihanetler de kahramanlıklar da pek çok romana konu olmuştur. Nihal Atsız’ın “Deli Kurt”, Namık Duymuş’un “Fetret Devri” ve “Fetret Savaşçıları”, Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun “Geçitteki Ülke” ve Bilge Umar’ın “Börklüce” bu dönemi anlatan romanların en bilinenleri.

Konstantiniye tüm komutanların hayallerini süsleyen kent… 324’ten sonra Almanlar, Emeviler, Haçlılar, Ruslar, Bulgarlar, Latinler, Cenevizler ve Osmanlılar tarafından defalarca kuşatılan bu kentin fethi çok büyük bir zaferdir… Ve büyük zaferler, büyük kahramanlar tarafından kazanılır… Bu nedenlerledir ki, Fatih ve İstanbul’un Fethi birçok romana konu olmuştu. Benim ilk okuduğum romanlardan birisi de bir fetih romanıydı: Feridun Fazıl Tülbentçi’nin 1453 İstanbul’un Fethi… Fatih Dönemine ilişkin romanlardan hatırlayabildiklerim; Reşat Ekrem Koçu; Fatih Sultan Mehmet, Nedim Gürsel; Boğazkesen, Beyazıt Akman; Dünyanın İlk Günü,  Oktay Tiryakioğlu; Kuşatma 1453… Nedim Gürsel’in çok satmak adına tarihi çarpıttığı romanı Boğazkesen’de kahramanlıktan ziyade acımasızlıklar ve vahşet anlatılır.

Her ihtişam göz kamaştırır. Kanuni Dönemi Osmanlı’nın ihtişamının zirvesidir.  Devletleri muhteşem hallerine ulaşmasında muhteşem kahramanlıkların önemli payı vardır. Ama ne hikmetse Muhteşem Süleyman dönemini konu alan kurmaca eserlerde,  denizcileri anlatan romanlar dışında, kahramanlıklar değil, saray entrikaları ve harem konu edilmiştir… Ama ünlü denizcilerin anlatıuldığı romanlarda kahramanlık olgusu önemli bir yer tutar. Mesela;  İskender Pala’nın “Efsane”, Oğuz Özdeş’in “Kartal Başlı Kadırga”, Bekir Büyükarkın’ın “Suların Gölgesinde” ve Halikarnas Balıkçısı’nın çok güzel iki romanı “Turgut Reis” ve “Uluç Reis”…

Duraklama Devrinde sınır boylarındaki olayları anlatan Bahattin Özkişi’nin “Köse Kadı” ve “Uçtaki Adam”, Safiye Erol’un “Ciğerdelen” isimli romanları kelimenin tam anlamıyla has romanlardır. Edebiyatımızın önemli romanları arasında yerlerini almışlardır. Ciğerdelen mükemmel bir tarihi roman olması yanında tarihten bugüne, bugünden geçmişe göndermeler yapan bir aşk romanıdır.

Balkan Bozgunu ve Balkanlardan yaşanan kitlesel göçler tarihimizin en hüzünlü dönemidir. Her hüzünlü olay gibi bu acı ve bu acıya dayanmak için yaşanan kahramanlıklar da romanlara konu oldu:  Yılmaz Gürbüz’ün “Balkan Acısı”, Sevinç Çokum’un “Bu Diyar”, Samiha Ayverdi’nin “Mesihpaşa İmamı”, Ayla Kutlu’nun “Yedinci Bayrak”, Necati Cumalı’nın “Viran Dağlar” ve Adnan Şenel’in “Selanik İçinde Sala Okunur” bu konuda yazılmış romanlardan zikredilmesi gerekenler.

Çanakkale bir destandır; kınalı kuzuların, üniversiteli gençlerin, mezun vermeyen liselerin, serden geçen kahramanların hep birlikte yazdığı kutsal bir destan… Ve her destan gibi şiiri yazılmalıdır: Yazılmıştır. Romanı yazılmalıdır: Yazılmıştır. Ama yazılan romanların çoğunun edebi yeterlilikleri tartışmalıdır. İlginçtir 1980’lere kadar Çanakkale’yi doğrudan anlatan dikkate değer roman olmamasına karşılık, 1986’dan sonra tabir yerindeyse bir “Çanakkale romanları patlaması” yaşanır. Mehmed Niyazi Özdemir, bir röportajında Çanakkale ile ilgili romanların sayısının 400’ü aştığını söyler. Şüphesiz Çanakkale Savaşını anlatan yüzlerce roman arasında da “iyi” hatta “çok iyi” romanlar vardır. Ama yüzlerce roman arasından sıyrılmaları zaman alacaktır. Eğer büyük bir yayınevi yayınlamazsa, tanınan bir eleştirmence okunma şansı olmazsa veya tanıtımı yapılmazsa belki hiç gün yüzüne çıkmayacaktır… Çanakkale’yi anlatan romanlardan üçü hakkında  “iyi roman” oldukları konusunda genel bir kanaat oluştuğunu düşünüyorum: Turgut Özakman’ın “Diriliş”, Mehmet Niyazi’nin “Çanakkale Mahşeri” ve Buket Uzuner’in “Uzun Beyaz Bulut Gelibolu”. Bunlardan ilk ikisinde Çanakkale Savaşındaki Türk kahramanlığına belgeler ve incelemeler ışığında yer verilirken, Uzuner’in romanında hümanist yargılar ön plana çıkar…

Türk tarihi ve Türk milleti ile kavgalı bazı sözde tarihçiler nasıl tanımlarsa tanımlasınlar Kurtuluş Savaşımız yedi düvele karşı kazanılmış bir savaştır. Yıllardır süren yıkıcı savaşların yılgını Türk Milletinin, ihanetlere ve isyanlara rağmen emperyalizme karşı direnişinin şanlı hikâyesidir. Baştan sona bir kahramanlık hikâyesi olan kurtuluş savaşımızdaki kahramanları konu alan çok sayıda roman yayımlanmıştır.

Kurtuluş savaşı romanlarını iki kategoride değerlendirebiliriz;

Tüm kahramanları gerçek kişilerden oluşan belgesel romanlar; Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler”, Hasan İzzettin Dinamo’nun “Kutsal İsyan”, Attila İlhan’ın “Allah’ın Süngüleri Reis Paşa”, “Gazi Paşa” ve “O Sarışın Kurt”, Halide Edip Adıvar’ın “Türk’ün Ateşle İmtihanı”, İlhan Selçuk’un “Yüzbaşı Selâhattin’ in Romanı”…

Milli Mücadele’yi anlatan, kurgu niteliği ağır basan romanlar; Mehmet Rauf’un “Halâs”, İlhan Tarus’un “Vatan Tutkusu”,  Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı”, Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa”, Samim Kocagöz’ün “Kalpaklılar” ve “Doludizgin”, Aka Gündüz’ün “Dikmen Yıldızı”, Talip Apaydın’ın “Toz Duman İçinde” ve “Vatan Dediler”, Halide Edip’in “Vurun Kahpeye”, Fikret Arıt’ın “Hep Bu Topraklar İçin”, Sevinç Çokum’un “Ağustos Başağı” ve Emine Işınsu’nun “Cumhuriyet Türküsü”…

Milli Mücadele romanları içinde Refik Halit Karay’ın kaleme aldığı Çete’ye ayrı yaklaşmak gerekir diye düşünüyorum. O Refik Halit ki İstanbul’un İşgalini Mustafa Kemal’e haber veren Telgrafçı Manastırlı Hamdi’yi işten atan, Mustafa Kemal’in ve O’na bağlı komutanların çekeceği telgrafların kabul edilmemesi yolunda emirler yayınlayan, Milli Mücadele’ye destek veren PTT Müdürlerini ve telgrafçıları cezalandıran, işlerine son veren PTT Genel Müdürüdür. O Refik Halit ki;  sahibi olduğu Alemdar Gazetesinde ve yazılarını yayınlayan Sabah ve Peyami Sabah gazetelerinde Atatürk aleyhine en ağır yazıları yazan yazardır. Yazılarında Milli Mücadele’ye karşı olmakla kalmaz, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere tüm Milli Mücadele önderlerine hakaret eder. Milli Mücadele liderlerini süper devletlere meydan okuyan maceraperestler, hainler olarak suçlari Bu nedenle savaştan sonra sınır dışı edilmesine karar verilen hainler (150’likler) listesine alınır. Yurt dışına sürgüne gönderilir. 1938 yılında çıkarılan af yasasıyla yurda döner…

Çete Romanı Refik Halit Karay’ın bir özür dilekçesindedir aslında. Refik Halit bu romanında Hatay’ın neden Türklere ait olduğu konusunu vurgular. 1919 ile 1921 yılları arasında Hatay ve Çukurova’daki çetelerin Fransızlara karşı direnişini Fransız ve Ermeni zulmünü ve Milli Mücadele’nin ne kadar haklı olduğunu dile getirerek milli mücadeleye karşı çıkmakla ne kadar büyük bir hata yaptığını itiraf eder… Ve bu romanını Hatay meselesinin gündemde olduğu bir dönemde yazıp yayınlamasını,  Milli Mücadele dönemindeki yanlışlarının kefaretini ödemek istemesi olarak değerlendiririm.

Kavganın olduğu yerde kahramanlar ve kahramanlıklar vardır. Seksen öncesinde Türkiye, soğuk savaşın da etkisiyle büyük bir kardeş kavgası yaşadı. Ülkücüler de Devrimciler de bu kavgada can verdiler, can aldılar. Gençler tarihin görmediği kahramanlıklar sergilediler, tarihin görmediği ihanetlere tanıklık ettiler. 12 Eylül darbesi ile düdük çalındı. Organizatör oyunu bitirdi. Ama gençlerin çilesi bitmedi. Zindanlarda çile doldurdular. Göz görülmemiş işkencelere maruz kaldılar. Darbenin lideri “Asmayalım da besleyelim mi?” deyince, bazıları sehpalarda can verdi. Ama büyük çoğunluğu zulümlere karşı kahramanca direndiler. Kavgaları, mahpuslukları, gördükleri işkenceler ve idamları romanlara konu oldu… Birkaçını sıralayayım; Emine Işınsu “Sancı”,  Aysel Özakın “Genç Kız ve Ölüm”, Lutfi Şehsuvaroğlu “Kafes”,  Ümit Kıvanç “Bekle Dedim Gölgeye”, Misli Baydoğan “Hatırla Beni”, Ahmet Haldun Terzioğlu “Darağacında Bir Bozkurt”, Bilge Karasu “Gece”, Adnan Şenel “Secdeden Sehpaya” ve Adnan İslamoğlu “Kuyu”…

Adnan Şenel, Secdeden Sehpaya’da kavganın nedenini sorgulayan şu cümleleri romancının analiz gücünü de gösterir; “Gencecik insanlar toprağa girecek ve yine gencecik insanlar onların arkasından sloganlar atıp, intikam yeminleri edeceklerdi. Olan anne ve babalara, kardeşlere olacaktı. Ateş düştüğü yeri yakacak, kendi yavrularının arkasından yanıp kavrulurlarken birileri de ölenin ardından ölümü kutsayacaktı; öleni ve ölümü kullanacaktı.” Adnan İslamoğulları ise Kuyu’da şu cümle ile kahramanlıkların romanlara neden konu olduğunu anlatır gibidir: “Bizim millet zaten kahramanın yaşayanını değil, ölenini yüreğinde yaşatır ve hak ettiği değeri ölünce verir.”

Nejdet Sançar “Bir insan tesadüfen zengin, tesadüfen meşhur olabilir veya tesadüfen ölebilir. Ama tesadüfen kahraman olamaz.” dedikten sonra ilave eder: “Kahramanlık; bir kan, bir yaratılış meselesidir, bir yürek işidir.” Atsız’ın kahramanları da, Ömer Seyfettin’in kahramanları da Sançar’ın “kahraman” tanımını doğrular. Yaratıştan kahraman kişilerdir. Ölümden korkmayan serdengeçtilerdir…

Thomas Carlyle, “Kahramanlar” isimli eserinde, farklı bir kahramanlık tanımı getiriyor:  “Halk kütlesi, yerde hareketsiz yatan ve çürüyen bir saman çöpü gibidir. Büyük adamlar ve kahramanlar ise samanları tutuşturan, kitleleri canlandıran ve harekete geçiren, gökten düşen bir yıldırım gibidir.” diyor. Ve gerçek kahramanların toplum önderleri olduğunu ifade ediyor. Ona göre halk kitleleri balçık yığınından farksızdır. Heykeltıraş eli dokunmadığı sürece de işe yaramaz bir sürü olarak kalmaya mahkûmdurlar. Sonunda bir peygamber, bir sanatkâr, bir lider, bir düşünür ortaya çıkar ve bu balçık yığınını eline alarak ona şekil verir. İnsanlar ve kitlelerden istediğini yaratır. Onun için gerçek kahramanlar bu liderlerdir. Budha’dır, İsa’dır, Muhammet’tir, Sokrates’dir, Napalyon’dur, Bismarc’tır.

Gerek dünyada, gerekse bizde, toplumsal öncülerin hayatını anlatan biyografik romanların çokluğu Cryle’nin kahraman tanımının, gerek yazarlar gerekse roman okuyucuları tarafından benimsendiğinin göstergesidir…

Türk romanında da kahramanlıklar çoğu kez biyografik romanlarda anlatılır. Bizde ilk biyografik romanı olan Celalettin Harzemşah’ta Namık Kemal onun kahramanlıklarını anlatır…

Kür Şad iki tarihi romanın başkişisidir. “Bozkurtların Ölümü” Atsız, “Kür Şad” Ahmet Haldun Terzioğlu.

Peyami Safa’nın “Attila” ve Okay Tiryakioğlu’nun “Avrupa’yı Dize Getiren Türk” romanlarında Atilla’nın hayat hikayesi anlatılır.

Cengiz Dağcı’nın “Genç Temuçin”i Cengiz Han’ı anlatan bir biyografik romandır. Keza Okay Tiryakioğlu ve Ahmet Haldun Terzioğlu’nun “Cengiz Han” romanları.

Feridun Fazıl Tülbentçi’nin “Osmanoğulları”, Kemal Tahir’in “Devlet Ana”, Tarık Buğra’nın “Osmancık”, romanları Osman Gazi’ye büyük yer veren yarı biyografik romanlardır…

Savcı Bey, Cem Sultan ve Düzmece Mustafa diye tanıtılan Mustafa Çelebi gibi bazı şehzadelerin hayatları da çeşitli romanlara konu olmuştur.

Resmi tarih kitaplarının uzak durduğu, ders kitaplarında gereğinden az yer verdiği Emir Timur, romancılarımızın ilgi gösterdiği bir kahramandır: Dündar Alp’in “Şarkın En Büyük Hükümdarı Timurlenk”, Ziya Şakir’in “Timurlenk ve Üç Boz Atlı”, Turan Tan’ın “Timurlenk”,  Reşat Ekrem Koçu’nun “Timur ve Oğulları” ilk aklıma gelenler…

Turgut Reis;  Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun “Türk Korsanları”, Feridun Fazıl Tülbentçi ve  Halikarnas Balıkçısı’nın “Turgut Reis”, Oğuz Özdeş’in “Kartalbaşlı Kadırga” romanlarının baş kahramanıdır.

İki muhteşem Türk hakanı Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail pek çok romana müştereken konuk olmuşlardır; Reha Çamuroğlu’nun “İsmail”, İskender Pala’nın “Şah ve Sultan”, Oğuz Özdeş’in “Yavuz’un Pençesi”, Mustafa Yuka’nın “Şah İsmail”… Mezhep taassubundan uzak, objektif bakılması gereken bir dönem. İki hakan, iki şair, iki yiğit.  İkisi de yanlışları ile doğruları ile bizim…

Enver Paşa’nın Romanı/Ahmet Haldun Terzioğlu, Enver Paşa’nın Sultanı/Melike İlgün, Tuna Serim-Bir Yalnız Adam romanları da Enver Paşa’yı konu edinen romanlardan…

Samih Nafiz Kansu, Oğuz Özdeş ve Oktay Tiryakioğlu’nun “Şeyh Şamil” romanları, Kafkas kartalı diye bilinen bu kahraman Dağıstanlının biyografik romanlarıdır.

Reis Paşa/Attila İlhan, Attilâ İlhan, Gazi Paşa, Mustafa Kemal’in Romanı/Yılmaz Gürbüz, Zübeyde Hanım ve Oğlu/Tuna Serim Atatürk Hakkında yazılan biyografik romanlardır. Ayrıca İstiklal Savaşını ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarını anlatan pek çok romanda Atatürk’e ait biyografik bölümlere sıkça rastlanır…

Thomas Carlyle’nin yukarıda bahsettiğimiz “kahraman” tanımına göre halk yığınlarına yön veren bilim adamları, sanatçılar, filozoflar, halk önderleri de kahramandır. Edebiyatımızda bu tür biyografik romanların örnekleri de vardır.

Mesela: Burhan Arpad’ın “Komîk-i Şehir” ve Tarik Buğra’nın “İbişin Rüyası” tanınmış tuluat sanatçımız Naşit Özcan’ın hayatını anlatan biyografik romanlardır. Zeynep Oral “Tutkunun Romanı”nda Opera sanatçısı Leyla Gencer’in hayatını romanlaştırılmıştır.  Oğuz Atay’ın kaleme aldığı “Bir Bilim Adamının Romanı-Mustafa İnan”, Ayşe Kulin’in Recep Yazıcıoğlu’nun hayatının bir bölümünü anlattığı “Köprü”, seramik sanatçısı Füreyya Koral’ın hayatını anlattığı “Adı Füreyya” ve Fatma Barbarosoğlu’nun ilk kadın roman yazarımız Fatma Aliye’nin hayatını konu edindiği “Uzak Ülke” biyografik romanları, Carlyle’ın tanımladığı “kahramanlık” anlatılarının en güzel örnekleridir.

Yarbay Alim Yılmaz’ın 8 Nisan 2006 günü televizyonlarda da verilen cenaze törenini izlerken “kahramanlık” algımı sorguladığımı hatırlıyorum. Şehit Yarbay Alim Yılmaz’ın eşi Firdevs Yılmaz’ın iki yanına aldığı çocukları Doğukan ve Batıkan’ın ortasında gözlerinden yaşlar dökülmemesi için büyük çaba göstererek dimdik, mağrur ama içten içe yıkılmış halini görünce “Kim daha kahraman?” diye sordum kendi kendime. Alim Yarbay gerçekten çok büyük kahramandı. Ama Firdevs Yılmaz’ın kahramanlığı ondan daha mı az? Genç yaşta eşini kaybetmek, çocuklarına hem analık hem babalık etmek, onları büyütürken, yaşayacağı zorluklar…

Aynı soruyu, Enver Paşa’nın ölüm anını hayalimde canlandırırken de sorarım. Atını mitralyözlerin üzerine korkusuzca, intihar edercesine süren Enver Paşa mı daha kahramandır, onu büyük aşkla seven Naciye Sultan mı? Naciye Sultan delicesine sevdiği Enver’ini kaybetmekle kalmadı. Ondan aldığı -pek çok kadının sevgilisinden öyle bir mektup alabilmek için ömrünün yarısını verebileceği-  çiçek kokulu aşk mektuplarından da mahrum kaldı. Üstüne üstlük, Enver’inin vasiyetine uyarak, Enver’inin kardeşi Kamil Killigil ile evlenmek zorunda kalacaktır. Ve bu acılar içinde, kalbinde Enver’in aşkıyla ölene kadar yaşayacaktır. Siz farklı düşünebilirsiniz ama bence Naciye Hanım’ın yaptığı daha büyük fedakârlık ve daha büyük kahramanlık. Melike İlgün Naciye Sultan’ın dramının çok güzel bir roman konusu olduğunu iyi keşfetmiş ve  “Enver Paşa’nın Sultanı” romanında Naciye Sultan’ın dramını oldukça iyi anlatmış.

Romancılarımız nedense Firdevs Hanım gibi şehit hanımlarının da,  Berin Menderes gibi çilekeş politikacı eşlerinin de, çocuk gelinlerin de, dayak yiyen kadınların da kahramanlıklarını roman konusu olarak pek seçmemişlerdir. Hatta Kurtuluş savaşının kahraman kadınları, mesela; Nezahat Onbaşı, Tayyar Rahime, Domaniçli Habibe, Hafız Selman İzbeli, Halime Çavuş, Şerife Bacı, Kılavuz Hatice, Gördesli Makbule muhteşem romanların konusu olabilecekken, bu kahraman kadınlar roman kahramanı olarak değerlendirilmemişlerdir. Bu husus, Türk romanının “kahraman” boyutunun eksik kalan tarafıdır…

 

Leave a comment