# Etiket
#Erol GÜNGÖR #ÜLKÜ~YAZ / Ustalarımız

Erol GÜNGÖR: Kültürde Eski ve Yeni

Kültürde Eski ve Yeni

Doç. Dr. Erol GÜNGÖR

Kültür ve medeniyet arasındaki başlıca farklardan birinin de gaye ile vasıta arasındaki farktan ibaret olduğu söylenir. Bu kanaatta olan ilim adamlarına göre medeniyet beşerî gayelerin elde edilmesi için kullanılan vasıtaların bütününü ifade eder, bu bakımdan Teknolojik seviyede meydana getirilen eserler medeniyete aittir. Kültür kıymetleri ve kendi başına olan şeylerdir.  İnsanın hayatı kontrol etmek üzere yarattığı sosyal organizasyon sistemleri, teknikler ve her türlü vasıtalar bizim ihtiyaçlarımızın karşılanması gibi bir gayeye hizmet ederler. Matbaa makinası kitap basmak için, yağlı boyalar resim yapmak için, tiyatro sahnesi piyes temsil etmek için, spor salonu oyun oynamak için yapılmıştır.

Bu vasıtalarla elde edilen edebî eser, resim, piyes temsili ve spor faaliyeti ise insanın ihtiyaçlarını doğrudan doğruya tatmin eden şeylerdir, yani hepsi de kültüre aittir.

Medeniyetin buradaki tarifine itiraz edebilirsiniz, fakat bu nokta pek önemli değildir. İsterseniz burada medeniyet yerine Teknoloji tabirini kullanın. Asıl önemli olan, insanların bizatihi gaye olarak yarattıkları kültür kıymetleri ile bu kıymetlerin ortaya çıkmasında vasıta olan şeyleri birbirinden ayırabilmektir. Şurasını hatırdan çıkarmayalım ki, Türkiye’deki batılılaşma Hareketlerinin bilhassa son elli-altmış yılı içinde bu iki kavram devamlı olarak birbirine karıştırılmış ve her ikisi birden «medeniyet» adı altında ifade edilmiştir. Türk fikir adamları arasında kültür kavramını sosyolojik mânada ilk defa kullanan Ziya Gökalp ile bu sahada Türkçenin en kıymetli eserini vermiş olan merhum Profesör Mümtaz Turhan arasında geçen kırk yıl içinde bu kavram umumî malûmat karşılığı olarak ve bir defa da «milli eğitim» yerine kullanılmıştır.

Bu mefhum kargaşalığı Türk Kültürünün kaybolmasında en büyük amillerden birini teşkil eder. İkinci meşrutiyet neslinden bu yana münevverlerimizin büyük çoğunluğunu saran ve «yenilik» veya «ilerilik» adı verilen kollektif çılgınlık böyle bir bilgisizliğin eseri olmuştur. Bugün bile pek çoğumuz Teknolojik medeniyetin kültürden farklı bir nizama göre geliştiğini görmüyor ve teknolojik terakki ile kültürel gelişmenin yanyana gideceğini sanıyoruz. Bu hata bizim teknolojik ilerlemeye tatbik edilen ölçüleri kültüre de tatbik etmemize ve böylece manâsız bir eski yeni çatışmasına girmemize yol açıyor.

Kültürdeki eskilik ve yenilik hiçbir zaman teknolojideki veya Mclver’in tabiriyle medeniyetteki, eskilik-yenilik manâsına gelmez. Medeniyet insanlık tarihi boyunca daima tek istikametli ve ileriye doğru bir gelişme göstermiştir. Bu yüzden medenî veya teknolojik eserlerde yenilik her zaman mükemmellik manâsına gelir. Yani bir tekniğin insana yaptığı hizmet eski bir tekniğin yaptığından daima daha fazla ve daha üstündür.

Bu üstünlük medenî eserlerin birer vasıta olmasından ileri gelir.

Bu vasıtanın bizim gayemize ne derecede hizmet ettiğini anlayabilmek için objektif ölçüler bulabiliriz, bu yüzden daha iyi olan vasıtayı daha az iyi olana tercih ederiz ve yenisi varken eskisini kullanmayız. Kamyon at arabasından daha faydalı bir vasıtadır; pulluk karasabandan, ofset matbaa taş baskısından daha iyi hizmet görür. Tarihin hiçbir devrinde teknolojinin eskiye nisbetle daha geri olduğu görülmemiştir. Binaenaleyh, bu sahada yeni ve eski tabirlerinin bir manâsı vardır; her ikisi de objektif hükümlerdir. Yeni olan telefonun eski olan posta tatarından daha fazla işe yaradığını her zaman ve her yerde isbat edebiliriz.

Kültür sahasında eski ve yeni tâbirlerinin objektif manâsı yoktur, bu tâbirler sadece iki şey arasındaki zaman farkını gösterir. Kültür kıymetleri kendi başına gaye olan şeyler oldukları için bunlar hakkında vakıa hükmü değil, kıymet hükmü verilebilir. Nitekim kültüre ait eserlerin tarih içindeki gelişmesinde tek istikametli ve ileriye doğru bir gidiş görülmez. Aşık İzzet’in Karacaoğlan’dan ve Atila İlhan’ın Nedim’den daha iyi şair olduklarını söyleyemeyiz, halbuki bunlar arasında geçen zamanda teknolojik veya medeni gelişmeler daima eskisinden daha mükemmel olmuştur. Bugünkü Yunanistan’ın medeni seviyesi Eski Yunan’dan ikibin yıl daha ileridedir, ama bugünkü Yunanistan da Fidyas ayarında bir heykeltıraş veya Eflatun çapında bir filozof yoktur. İstanbul’daki Beyazid meydanını bugünkü hale getiren mimar Bayezid Camiini ve külliyesini yapan mimardan dörtyüzelli yıl sonra gelmiştir, yani ikisi arasında bu kadar yıllık bir medenî terakki vardır. Fakat yaratılan kültür eseri bakımından arada dörtyüzelli yıldan daha fazla bir gerileme olduğu açıkça görülüyor.

Yukarıda verdiğimiz misâllere bakarak kültürün zamanla gerilediğini iddia edemeyiz. Asıl mesele kültürde yeni olanın mutlaka eskisinden mükemmel olmayacağını görebilmektir. Hakikatte zamanın ilerlemesi kültür yaratıcısı için eskiye nisbetle daha büyük imkânlar kullanılması yeni gelenin kabiliyetine olduğu kadar eskiden neler öğrenebildiğine de bağlıdır. Bir kelimelik uydurma dille yetiştirilen gençler arasından bin yıllık Türkçeye dayanarak yazan ve düşünen Yahya Kemal ayarında bir şair çıkması beklenebilir mi? Halbuki teknolojik gelişmeye katkıda bulunmak ne büyük bir zekâya ne de geniş bir kültüre ihtiyaç gösterir. Edison’un yaptığı icadları geliştirenlerin herbiri ondan daha kabiliyetli değildi.

Bizim şimdiki mimarlarımızın Koca Sinan’dan veya Kasım Ağa’dan daha iyi hesap bildikleri de muhakkaktır. Şekspir eserlerini mum ışığında eliyle yazdığı halde meselâ B. Brecht daktilo kullanıyor, hatta eserlerini matbaada bastırıyordu. Bazıları Brecht’in Şekspir’den veya Sartre’in Stendhal’dan daha iyi yazdığını söyleyebilir, fakat bu bir isbat değil, inanç konusudur. Bu iddiaların doğruluğu veya yanlışlığı bir kültürdeki insanların kıymet hükümlerinden başka bir kriterle ölçülemez.

Kültür değişmesinin medeniyet değişmesinden daha zor olmasının başlıca sebebi de budur. İnsanlar ihtiyaçlarını gidermek üzere kullandıkları vasıtaların elverişlilik derecesini objektif olarak tesbit ediyor ve eskisini bırakıp yenisini alıyorlar, fakat inançlarını ve bu inançların ifade tarzlarını kolay kolay değiştirmiyorlar. Kızılderili ok ve yayı atarak tüfeği aldığı halde Amerikalılar gibi Noel eğlenmesi tertiplemek için hiçbir objektif sebep göremiyor. Bazı hallerde medeniyetin kültürle çok yakından ilgili unsurları da mukavemetle karşılanmaktadır. Medeniyet değişmesi kültürün temel kıymetlerinde — Psikolog Bartlett’in tabiriyle kültürün sert unsurlarında — bir değişmeye yol açacak mahiyette olunca bu medeniyet ya hiç alınmıyor, yahut yerli kültüre uyacak bir biçime sokuluyor.

Medeniyette eskilik ve yenilik böylece gerçekten bir gerilik-ilerilik manâsı taşımaktadır, çünkü medeniyetin zaman içindeki değişmesi hep ileriye doğrudur. Kültür için böyle bir «terakki» ölçüsü koymaya imkân yoktur. Yeni kültür formlarının sırf yeni oldukları için bizim ihtiyaçlarımıza daha iyi cevap verdiğini iddia edemeyiz. Nitekim bugünkü Türkiye medeni vasıtalara sahip olma ve bunları kullanma bakımından Selçuklu veya Osmanlı devirleri Türkiye’sinden yüzlerce yıl ileride olduğu halde onlara kıyasla son derecede iptidaî bir kültür seviyesinde bulunmaktadır.

Önümüzdeki yıllarda medenî gelişmemizin daha süratlenmesi beklenebilir, ama kültür problemine çare bulunmadıkça medeniyetteki yeniliğimiz bizi dağılmaktan  kurtaramayacaktır. Yeni olan kültürümüz hiçbir noktada eskisinden daha iyi değildir. Herşeyden önce, insan cemiyetini hayvan topluluğundan ayıran ve kültürün doğuşunda yegâne âmili teşkil eden dil Türkiye’de otuz-kırk yıllık bir mâziye sahiptir; bugün yeni nesillere öğretilen dil otuz-kırk yıl önce meydana gelmeye başlamıştır, insanlık tarihinde konuşma ilk defa icad edildikten otuz yıl sonraki insanların kültürü ne kadar olursa bizim ki de ancak o kadar olur. Bugün kendimize örnek aldığımız batılıların veya devrimcilere örnek olan Çinlilerin milattan binlerce yıl önce konuşma ve yazı diline sahip olduklarını biliyoruz. Şu halde biz en az beşbin yıllık bir yolun henüz otuz yıllık kısmını almış durumdayız.

Soy bakımından bağlı olduğumuz eski Türklerde medenî terakki ile kültür gelişmesi yanyana gidiyordu. Bugün herkes kabul eder ki Karahanlılar’ın kültürü Gök Türklerinkinden, Selçuklu kültürü Karahanlılarınkinden, Osmanlı Kültürü de Selçuklularınkinden daha üstündü. Hatta bu Türk medeniyeti yıkılırken bile büyük kültür örnekleri bırakarak sahneden çekilmiştir. İmparatorluk siyasî bir varlık olarak tarihe karışırken Yahya Kemal ve Mehmet Akif gibi şairler, Kemaleddin gibi mimarlar, Ziya Gökalp gibi fikir adamları, Ömer Seyfettin, Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Reşad Nuri gibi edibler ve nihayet millî mücadeleyi başarı ile yürüten bir asker ve sivil kadro çıkardı. Bütün bu şahsiyetler çok eski geleneği olan kuvvetli bir kültür içinde yetişmişler ve kendi kabiliyetlerini de katarak bu kültürü geliştirmişlerdi. Batılı yeni Türkiye’nin kültür yaratıcıları bu bakımdan talihsiz sayılırlar. Çeyrek yüzyıllık bir batı çıraklığı batı kültürüne katkıda bulunmaya yetmiyor, kendi kültürleri içinde dayanacakları eserler de parmakla gösterilecek kadar azdır. Şiirimiz Orhan Veli ve Behçet Kemalle, resmimiz Bedri Rahmi ile, tiyatromuz Cevat Fehmi ile, romanımız Orhan Kemalle, hikâyemiz Sait Faik ile, felsefemiz Hasan Ali ile, müziğimiz Adnan Saygun ile başlıyor. Üstelik ‘yeni’ dilin icadından sonra biz otuz yıl evvel yaşamış olan Orhan Veli ile Sait Faik’i bile lügat yardımıyla okuyacak durumdayız. Bu yüzden büyük ölçüde dile dayanan kültür eserlerimiz Orhan Veli neslinin eserlerinden daha kötü olmaktadır.

Hazır veya kolay aldığımız medeniyeti ile yabancı kaldığımız kültür sahalarında varlık gösterme imkânı kalmayınca gücümüzün büyük kısmını ideolojik faaliyete harcamamız pek tabii idi. Mevcut kültür politikasına göre Türkiye’yi dağılmaktan kurtarmak için çok beklemek gerekiyor, halbuki memleketin beklemeye tahammülü olmadığını «devrimciler» bile görmektedir. Bu şartlar altında zaman kısaltabilmek için tek çare bir çeşit muskacılık veya büyücülük metodu olan ideolojilere başvurmaktır.

Masallardan öğrendiğimize göre elli yaş gençleşmek için Kaf-Dağı’nın tepesindeki elmayı yemek, Bağdad’a bir anda gidebilmek için üfürüğü kuvvetli bir sakallının «yum gözünü, aç gözünü» demesini beklemek, çözülmeyen bir mesele ile karşılaşınca pabucu büyüğe danışmak gerekir.

Eski devirlerde de bazı insanlar muska yaptırırlardı, ama onların bu hareketi şimdikiler gibi gülünç değildi. Çünkü onlara göre muska realitenin bir parçasını teşkil ediyordu; bizim modernistler başa çıkamadıkları realiteden kaçmak için tıpkı rüyaya yatar gibi büyü ile uğraşıyorlar.

Yeni büyücülüğün adı Marksizm’dir. Bizimkiler onu yine yenilik aşkıyla seçtiler. Mamafih birkaç yıldan beri memleketin her tarafında kaynatılan cadı kazanları bu işin bizzat büyücüler için de hayırlı netice vermeyeceğini göstermiştir. Belki önümüzdeki yıllarda daha yeni bir tılsım buluruz.

Batılı Türkiye’nin Kültür’e tamamen uzak kaldığını söylemek de doğru olmaz. Ancak yenilik taraftarları kültüre karşı lüzumundan fazla kahramanca bir tavır takınıyorlar. Başka memleketlerde insanlar kültürle Barış içinde birlikte yaşama politikasını benimsedikleri halde biz böyle pasif bir tutumu kendimize yakıştıramıyor ve sonuna kadar mücadeleye azimli görünüyoruz. Anadolu’nun birçok yerlerinde eski eserlerin kitabe taşları cesur yenilikçiler tarafından kazınarak bu eserleri yapanların da yaptıranların da nam ve nişanı tarihten silinmiştir. Benim doğup-büyüdüğüm kasabada Mengücekoğulları’ndan kalma bir cami vardı. Orta mektebin tarih öğretmeni tam devrimcilere yakışır bir kahramanlıkla camiin kitabesini kazma ile kazıdı ve orayı kasabanın Rum mezarlığından getirdiği taşlarla bir müze haline koydu. Sonra gezdiğim birçok yerlerde yine çeşme ve camilerin kitabelerinin kazınmış olduğunu gördüm. Bazı yerlerde bizimki kadar cesur olmayan yenilik taraftarları bu yazıları sıva veya tahta ile örtmüşlerdi. Yine gezdiğim bazı köylerde eskiden her evde bulunduğunu öğrendiğim Battal Gazi kitabına dahi rastlamayınca merak edip sebebini sormuştum. Köylüler bana yazısı eski olan kitapların toplanarak meydanlara yakıldığını, kurtarılmak üzere toprağa gömülenlerin de uzun zaman toprak altında kalınca çürüdüğünü söylediler.

Devlet arşivindeki tarih vesikalarının vagonlara doldurularak ton hesabı ile Bulgarlara satıldığını hepimiz biliyoruz. Konya’daki Alâeddin Sarayı yüzlerce yıl zelzeleye, top ve tüfeğe karşı durduğu halde yenilik aşkıyla tutuşan bir devrimcinin kahramanca savletine dayanamamış ve yerle bir olmuştur. İki yıl önce İstanbul Müftülüğü’ndeki hukuk tarihi vesikaları da artık eski ile ilgimiz kalmadığı gerekçesiyle sobalarda yakılmıştır. Batılı ve Yeni Türkiye’de kültüre gösterilen bu aşırı ilgi yenilik taraftarlarının ne kadar güçlü olduğunu açıkça isbat ediyor. Bir yeni yüz eskiye bedeldir diyebiliriz, çünkü yüzlerce kişinin yıllarca emek verdiği şeyleri ateşli bir yenilikçi tek fiske ile devirebiliyor. Nitekim yenilik cereyanının en ön safında çarpışan birkaç devrimci genç otuz yılda yapılan Kültür Sarayı’nı bir gecede yakmayı başardılar. Elli-altmış yıl öncesinin dev-gençleri olan ittihatçılar Selçuklu arşivleriyle kışlalarda soba tutuşturarak koca bir imparatorluğun külünü göğe savurmuşlardı. Dünya tarihinde Romalıların Kartaca seferinden beri böylesine kesin neticeli bir imha muharebesi görülmüş değildir.

Batılı Türkiye’nin son yıllarda kültüre karşı daha barışçı bir tavır takındığı söylenebilir. Eski eserler tamir ediliyor, Anadolu’da bizden evvel de Türklerin yaşadığı kabul ediliyor ve bazan bunlar hakkında anma toplantıları yapılıyor; halk müziği ve halkoyunları büyük ilgi görüyor; yazısı eski olan kitaplar korunuyor ve istifadeye sunuluyor. Acaba bütün bunlar kendimize gelmeye başladığımızı mı gösteriyor?

Gelecek yazımızda bütün bu faaliyetlerin niçin bir manâ ifade etmediğini anlatmaya çalışacağız.

 

TÖRE, S. 14, Temmuz 1972, s.9-14.
DEVAMI:
http://www.ulkuyaz.org.tr/erol-gungor-dunden-bugune-gecis/