Eksenimiz Kayarken / Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ
Eksenimiz Kayarken
Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ
Soru şuydu: 1944 saldırısından büyüyerek çıkan Türkçülük, 1980 saldırısından sonra-birincinin tam tersi- bir çöküşe girdi. Niçin?
Genç kalemler soruyu cevapsız bırakmadılar. Cevap yağdı. Vurucu, Alnıaçık, Aksoy, Paksoy, Afşar ve Özgür Çelik, Kargıoğlu, Görgen, Selim, Yılmaz, Sezgin… Liste tam da değil. İhmal ettiklerim beni affetsin ve Allah cümlesinden razı olsun. İşte korkuları dengeleyen ümit budur… Çoğu birden fazla yazıyla bu düşünce nefesine katıldılar. Her birinin bağlantısını versem yazı biter. Aynı sebeple, özet yapmaya da kalkışmayacağım.
Kaldığımız son soru, “ülkümüzü niçin kaybettik?” idi. Buna tek cevap gelmedi, çünkü artık çok kafayla düşünüyoruz. Cevapları şöyle toparlayalım:
– Çünkü kavgayı bıraktık.
– Disiplin içinde MHP’de toplanırsak her şey hallolur.
– Sebep MHP’dir/ sebep MHP Genel Başkanı’dır.
– Sebep siyasetle ideolojinin uyuşmamasıdır.
Bunların çoğundan önce, Paksoy, belki “ülkümüzü niçin kaybettik” sorusuna değil ama “nasıl kaybettik” sorusuna cevap veriyordu.
Birkaç yazıda, yukarıdaki cevaplar hakkındaki kanaatlerimi toparlamaya çalışacağım. Fakat önce, geçen yazımda da söz verdiğim gibi ağırlığı Paksoy’a vereyim.
Paksoy, ‘niçin’e değil, ‘nasıl’a bakmış dedim. Şöyle ki, 1980 sonrasında fikir ve davranışlarımızda, seksen öncesine göre beliren değişiklikleri anlatmış. Bunlar alt alta sıralandığında bugünkü hâlimiz çıkıyor. Niçinlere girmemiş ama bazen olayların kendisi sebeptir. Nasıllar, niçin oluverir.
Paksoy, sebep teşkil edebilecek gelişmeleri şöyle sıralamış:
1. Milliyetçilik ve Türklük düşüncelerinin ve duygularının derece derece terk edilerek, aslında bunlara gerek olmadığı, muhafazakârlık ve İslâmiyet’in kâfi geldiğinin ifade edilmesi; hattâ ülkücülük için belirli bir tarikata intisap lüzumunun ifade edilir hâle gelmesi.
2. 1980 sonrasında milliyetçilerin çeşitli partilere dağılması. Daha doğrusu dağıtılması.
Paksoy’un yazmadığı fakat başka kalemlerin dile getirdiği ve vakıayı anlatan bir üçüncü gelişme de şudur:
3. Ülkücü gençliğin ve teşkilâtların ihmal edilmesi veya ‘silinmesi’. Gençliğin fikrî ve siyasî eğitiminin durması; dolayısıyla kaynağın kuruması.
Bunların üçünün de gerçekliğinden şüphe yoktur.
Talihsizliklerimizden biri, milliyetçi hareketin, özellikle 1960 sonrasının ayrıntılı ve objektif bir tarihinin bulunmamasıdır. Muhakkak ki bu eksikliğin sebeplerinden biri, bu dönemin henüz “tarih” yazılabilecek kadar geride kalmamış olmasıdır. Yirminci asır tarihinin tamamının halen sinirleri gerdiği düşünülürse, bunu tabii karşılamak gerekir.
Fakat bizzat yaşadığım ve olan bitenin içinde olduğum döneme ait yazılanları okudukça, kendi kendime sormadan edemiyorum: Acaba tarih her dönemde bu derece yalan yanlış mı yazıldı?
Gençler, fikir ve siyaset hayatına gözlerini açtıkları dönemin şartlarını sıfır noktası kabul etmekte, henüz on-on beş yıl geçmişi bulunan tutumları ezeli ve ebedi sanmaktadırlar. Meselâ olağanüstü bir gözlem yeteneği ve sezgiye sahip bir genç kalem, bugünün dünden kötü olmasını izah ederken, “Türkeş Bey doğal liderdi, Devlet Bey değil” gerekçesini ileri sürüyor. Hâlbuki altmışlarda ve yetmişlerin başında mutlaka bir lider gerekirse bu, Atsız Bey’dir. Bugün lise yaşında bir milliyetçi genç için de—illâ gerekli ise— herhalde Devlet Bey, “doğal lider”dir. ‘Lider’lerin kendi nesillerinden veya daha önceki nesillerden gelenleri yanlarına pek yaklaştırmamaları da belki yaşlıların o ‘doğal liderlik’ çağından öncesini bilmelerinin yarattığı endişedir.
1980 sonrası değerlendirilirken 1987- 1997 döneminde Türkeş Bey’in liderliğinin devam ettiği de unutulmamalıdır.
Bunları aslında yukarıdaki birinci maddeye girmek için söyledim. Şöyle ki, “Türklük yerine tarikat ikame edilmeye çalışıldı” hadisesinin başlangıç noktası, seksen sonrası değil, gençliğin eğitiminin “eğitimcilere” teslim edildiği 1976 yılıdır. “Türkeş’in emriyle” denilerek Adıyaman’ın Menzil Köyü’ne otobüslerin kalktığı, ülkücü gençlik dergisi “Genç Arkadaş”ın yerine “Nizam-ı Âlem” ve “Hasret” dergilerinin geçtiği ve Fas’tan ithal “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” lâfının telaffuz edilmeye başlandığı dönem 1976- 1980 yıllarıdır.
Bunları Paksoy’un dediklerini yanlışlamak için yazmıyorum. O tarih belirtmemiş. Okuyanların çoğu, seksen sonrasını tartıştığımız için, bu ‘muhafazakâr eksen kaymasını’ da seksen sonrasına ait bir vakıa zannetmesinler diye yazdım. Yoksa Paksoy’un gözlemi doğrudur. Bu konunun tartışması ve tenkidi bu yazının konusu değil. Kısa izah gerekiyorsa, Sadi Somuncuoğlu’nun bir tesbitinin yanlışı ta kalbinden vurduğu kanaatindeyim: “Arkadaşımız bir kitap yazmış. Adını, ‘Türk Kimliği’ koymuş. Okudum… İslamiyeti anlatıyor.”
Bana tuhaf geliyor ama maalesef tekrarlamakta yarar görüyorum: Türkler Müslümandır ama bütün Müslümanlar Türk değildir. İslamiyet bir dindir. Bizim dinimizdir. Fakat Arapların, Farsların, Pakistanlıların, Endonezyalıların da dinidir. Türklük ise bir milliyettir ve sadece bizim milliyetimizdir. Milliyetçilik, adı üstünde, evvel emirde milliyetle ilgilidir. Daha vahimi, milliyetçi fikir sistemini bir tarikat veya mezheple sınırlandırmaya kalkarsanız, bu sefer, o tarikat veya mezhepten olmayan Türkleri dışarıda bırakırsınız. Meselâ, bu günlerde sık sık duyduğumuz gibi milliyetçiliğin gereklerinden biri olarak “ehli sünnet vel cemaat”i sayarsanız, yalnız Aleviler değil, kuzeyiyle, güneyiyle koskoca bir Azerbaycan gider. Bu milliyetçilik midir?
Milliyetçi camianın merkezinde, Müslümanlık aleyhine, İslâmiyet aleyhine bir tutuma hoşgörüyle bakılmaz. Böyle bir tutum da yoktur. Varsa ve olmuşsa ya sınırlardadır yahut da bu tutum sahipleri bu yüzden dışlanmıştır. Buna karşılık, “Müslümancı” denilen camiada Türk Milliyetçiliği’ne karşı olmak, o camiaya mensubiyetin âdeta olmazsa olmaz şartıdır. Müslümancılar, Türkçülüğe, 1980 öncesinin komünistlerinden daha büyük bir şiddetle karşıdır. (Bilhassa eskilerden Galiyefçilerle, yenilerden Türk Solu gibi kozmopolitçi olmayan solla kıyas edilirse.)
***
· 1980 sonrasında milliyetçilerin çeşitli partilere dağılması. Daha doğrusu dağıtılması.
· Ülkücü gençliğin ve teşkilâtların ihmal edilmesi veya ‘silinmesi’. Gençliğin fikrî ve siyasî eğitiminin durması; dolayısıyla kaynağın kuruması.
Bunların ikisini bir arada ele almak gerekir; çünkü ikisine de yol açan olay akışı aynıdır.
MHP’nin 1969, 1973 ve 1977 yıllarındaki oy yüzdesi sırasıyla 3,0, 3,4 ve 6,4’tür. O son 6,4’ün seçmen karşılığı da 951 000 kişidir. Bu sayıyı 1980’de rahmetli şehidimiz Gün Bey’in cenazesi ile karşılaştırırsanız şaşırırsınız. 1980’de 48 saat içinde Ankara’da toplanan ülkücü sayısı, 1977’deki seçmen sayısı civarındadır.
Bunun iki anlamı vardır:
1. MHP 48 saat içinde bir milyon militanı Ankara’ya toplayacak bir güçtedir.
2. MHP ilk seçimde birinci parti olmak yolundadır.
1977’den sonraki üç yılda bir toprak kayması gibi, Türkiye MHP’ye gelmiştir. Yalnız taraftarı değil, teşkilâtı da son derece güçlü gerçek bir harekettir MHP. Artık böyle bir siyasi gücün onayı olmadan, Türkiye’de hiç kimse iktidar olamaz[1]. Darbe hariç.
Bizim sorguladığımız, bu gücün içinin nasıl boşaltıldığıdır. Türk Milliyetçiliği’ni kendi emellerine karşı bir tehdit olarak görenler için de 1980’lerin baş meselesi tam da budur: Bu gücün durdurulması. Bu gücün içinin boşaltılması. İşte bunun yapılması lâzımdı ve bu yapıldı.
Bu gücün içi nasıl boşaltılmıştır? Cevap, yazının başındaki iki maddeden ibarettir. Bir: Milliyetçilerin diğer siyasi partilere dağıtılması. İki: Gençlik kaynağının kurutulması.
Yüzlercesinin idamı istenirken gözünü kırpmayan insanları diğer partilere dağıtmayı, gençlik kaynağını kurutmayı bir dış gücün kolayca başarması mümkün değildi. Bunu ancak hareketin lideri yapabilirdi.
İşte bu nokta, o günleri merkeze yakın yaşamış hemen herkesin bildiği, konuştuğu, fakat oturup yazmadığı bir gerçektir. Türkeş Bey’in eski MHP Genel İdare Kurulu ile çalışmayı reddetmesi, yerel liderlere başka partilere gitmelerini telkini, “tek parti olursak herkes bize düşman olur, dağılırsak saldırılardan korunuruz” kelimeleriyle açıkça dillendirdiği strateji… Bunlar, bilinen, fakat yazılmayan gerçekler. Belki Nevzat Kösoğlu’nun hatıralarında bir nebze dokunulmuştur[2]. Başkasını bilmiyorum.
Yukarıda tasvire çalıştığımız güçte bir siyasi hareket, Türkiye’nin ilinde, ilçesinde, köyünde yetişmiş, davasını benimsemiş, tecrübe kazanmış diri kadrolar demektir. Bunların “diğer partilere dağılması” siyasî tarihimizde eşi görülmemiş bir hadisedir. ANAP’tan CHP’ye hemen bütün partilerin teşkilâtında eski MHP’liler vardı, genellikle de lider konumundaydılar.
1980 öncesi komünist saldırı karşısında bilenen gençlik ise bambaşka mecralara ve maceralara sürüklenmeye çalışılmış, bir kısmı sürüklenmiş, bir kısmı direnmiş ve sapmamıştır.
Milliyetçi Hareket’in gücünün boşaltılması, fitilinin sökülmesi için, mahalli siyasi kadrolarda da, gençlikte de izlenecek yol aynıdır. Yeni “milliyetçi siyasi yapılanma” içinde o gücü teşkil eden eski kadrolar yer almayacaktır. Bunlar yeni yapılanmadan uzak tutulacaktır. Peki, hiç yeni bir yapılanmaya gidilmese “fitilin sökülmesi” daha başarılı olmaz mı? Hayır olmaz. Çünkü görünürde bir parti yoksa o insanlar kendilerine bir parti bulur ve ona hâkim olur veya yeni partiyi baştan kurar ve hızla eski güce kavuşurdu. Plan, yeni fakat güçsüz bir parti kurulmasını ve eskilerin bundan uzak tutulmasını ve dağıtılmasını gerektiriyordu. Kaynak ancak böyle kurutulurdu.
Bugün tenkit ettiğimiz bazı tutumlar sanılandan çok daha eskidir. Kazara meydana gelmemiş, kurgulanmış ve kasten inşa edilmiştir. O politikalar bugünkülerin icadı değildir; bugünküler sadece o mirası sürdürüyor. Fakat o ilkelere hâlâ dikkatle uyulmaktadır, öyle ki MHP’de milliyetçi geçmişten gelen birinin yönetimde yer alması, gazetelere manşet olmaktadır.
Kusura bakmayın. Yazdıklarımın, rahmetli Tarık Buğra’nın deyimiyle “Düşman Kazanma Sanatı” örneklerinden olduğunun farkındayım ama birinin bunları yazması lazımdı hissindeyim.
Bir önceki yazımdaki cümleyle bitireyim: Acaba tarih her dönemde bu derece yalan yanlış mı yazıldı? Hakikati teslim görevi, o günleri en yakın yaşayanlara düşüyor. Başta Lisan Okulu sakinlerine. Hakikati teslim hakkı teslimdir.
[1] Kösoğlu’nun hatıralarında şöyle bir pasaj var: “Bir gün Meclis’te kütüphane müdürünün odasında oturuyordum. Mustafa Gazalcı diye CHP’li bir milletvekili vardı; o geldi. Dedi ki: ‘Arkadaş, o cenaze törenini gördükten sonra anladım ki, bizim Ecevit filan hepsi hikâye imiş. Siz varmışsınız. Size helal olsun.’” (Osman Çakır, “Nevzat Kösoğlu İle Söyleşiler- Hatıralar yahut Bir Vatan Kurtarma Hikâyesi”, Ötüken 2009, Sayfa: 342- 343.) O konuşmanın geçtiği Meclise CHP %41 oyla girmiştir ve birinci partidir. Bizzat CHP milletvekili %42’lik CHP’nin MHP yanında küçük kaldığını ifade etmektedir.