Dr. Hüseyin ÖZBAY: Cengiz Aytmatov Üzerine

AYTMATOV’UN ÖLÜMÜ ÜZERİNE SAVRUK DÜŞÜNCELER
Dr. Hüseyin ÖZBAY
Zaman, bir yıldızın daha kayışını gösterdi. 10 Haziran’da Aytmatov da bu dünyayı terk etti. Her ölüm beni ikircilikte bırakıyor. Ölüm en çok merhameti depreştiriyor. Merhamet ile eleştiri ise nedense tenakuz duygusu yaşatıyor bende. Ölümün arkasından depreşen merhamet duygusu, hemen yumuşatıyor insanı, bir tarihte olup biten ve asla rıza göstermeyeceğim şeyleri de unutturuyor, sorun olmaktan çıkarıyor. Aytmatov’la ilgili bütün eleştirisel düşüncelerimin hatta bazı kaygılarımın yok olduğunu görüyorum şimdi. Bu düşünce ve duygu değişiminin sebebi üzerinde düşünmek istiyorum.
Burada eleştiri felsefesine dokunmak gerekiyor. Bence nesnel olmakla birlikte empati gerçeği unutulduğu için kendi içinde algılanması güç sorunlar, kaygılar yaratan eleştiri, beklentiler üzerine kurulmuş olanıdır. Kısaca bizler (yerine göre, okuyucular, seyirciler, gözlemciler) bir yazardan (her yazardan değil) bir sinemacıdan (her sinemacıdan değil) bir ressamdan (her ressamdan değil) bir müzisyenden (her müzisyenden değil) bir şeyler bekleriz. Bazen beklentilerimiz, beklediğimiz kişilerden çıkacak olan eserleri kutsallaştıracak derecede yüksek olabiliyor. Buna “çıtayı yükseltmek’” diyebiliriz. Dikkat edilirse burada çıtayı yazar değil sinemacı değil ressam ya da müzisyen değil onlardan beklentisi olanlar yükseltiyor. Üstelik çıtanın yüksekliği de bekleyen birçok insana göre değişebiliyor. Aslında beklentilerimiz, gerçekleştiremeyeceğimize inandığımız şeylerin temsilen birilerine temellüküdür. Beklentilerimizin kalitesi o sebeple daima tartışmaya açıktır. Bir yazarın, bir hattatın, bir ressamın, bir yontucunun, bir sinemacının, bir müzisyenin, bir mimarın hangi beklentilere cevap vermesi gereği belki de “sanat felsefesi”nin en can alıcı sorusu ve sorunudur.
Demek ki beklentilerimizden kimileri, yerimize koyduğumuz temsili kişilerden görmek ve duymak istediğimizle ilgilidir. Beklentilerin çeşitliliğine sebep de budur. İyi ama neden birilerini temellük ediyoruz?
Bence beklentiyi başlangıçta yazarlar, çizerler, sanatçılar kendileri yaratıyor. Hiç tanımadığımız, yetişme sürecini bilip iştirak etmediğimiz bir insan, bir eserle ortaya çıkıyor. Aytmatov gibi beklentinin hiç olmadığı biz zamanda ve yaşta önemli bir esere imza attığınız zaman (Unutulmasın ki Aytmatov’un en tanınmış hikâyelerinden olan Cemile, Yüzyüze ve kendisine Lenin nişanı kazandıran Dağ ve Kır Hikâyeleri ilk eserleri arasındadır.) beklentileri de yaratmış olursunuz. Daha ilk yarışmasında rekor kıracak derecede yüksekten atlayan bir sporcunun bundan sonraki işi daima daha zordur. Ya sporu bırakacaktır ya da ilk atlayışından daima daha yüksek atlamaya mecbur kalacaktır. Yükselen grafik yerine alçalan grafiğin hiçbir taraftarı olmaz. Bunun için yazarların daima daha iyi olma, daha ahlakî olma, daha temsili olma sorumlulukları vardır. Kendisi için yazan, bütün sorumluluklardan kaçan, temsili bir role asla soyunmayan sanatçılar elbette vardır. Onlar Ferid Muhiç’in dediği gibi yarışmaya tek başlarına katılıp birinci olanlardır. Böyle bir yol da vardır ama zordur. Hiç kimse etrafı, toplumu, eşi dostu bütünüyle kale almadan hareket edemez. Kendisi için yazan, türküsünü kendisi için söyleyen bir insan duyulduğu anda, mahşere düşer ve sorumluluk ağına takılıverir.
Ben Aytmatov’dan kendisinin yarattığı beklentiyi umdum. Aytmatov basit bir kurgu yazarı değildir. Kendisinin de belirttiği gibi eserleriyle doğruları kurcalayıp arayan yani “entelektüel romancı” sınıfına girer. Vakit geçirmek için okunan ve zevk alınan yazar değil, yol yordam öğrenilen, hakikate giden yolu paylaşılan bir “ülküyazar”dır o. Onun için Aytmatov gibi yazarlara rahatlık yoktur. Okuyucu (bir anlamda eleştirmen) ondan sadece roman beklemez, o da sadece “Ben düşüncelerimi eserimle söyledim, benden başka bir şey istemeyin.” diyemez. Çünkü beklentiler ondan romanında ortaya koyduğu yolda yürümesini isteyecektir. Aksi takdirde okuyucu “Ben senin yolunda yürüyorum ama seni yanımda göremiyorum.” deme hakkını bulacaktır.
Sözünü ettiğim eleştiri felsefesi, ahlakîlik ilkesi taşır. Diğerlerine eleştiri denemez. Polemik bu ahlak sınırlarını kısmen zorlar ve esere olduğu kadar yazara da yönelir. “Sen kim oluyorsun da böyle konuşuyorsun?..” diye başlayan külhanbeylik söylem ne yazık ki bizde eleştirisel ortamlarda da geçerlidir. Eğer sizden büyükse, hele hele hocanızsa sizi eleştirir hatta azarlar da mesela akademikseniz akademisyen olmayan ya da rütbece sizden aşağı derecede olan birisi sizi eleştiremez. Bir asistanın ünlü bir hocayı olumlu anlamda eleştirmesine bile tahammül edilmediğini biliyorum. Buradaki megalomani mantık şudur: “O kim oluyor da yazdığım makaleyi beğendiğini söylüyor.” Yani üniversiteyi veya akademisyenliği bürokratik ve teknokratik rütbe gibi gören kimileri, eleştiri içeriğine değil bunun hiyerarşiye uygun olup olmadığına göre davranır. Bazıları da “O da kim oluyormuş da benim alanımda at koşturuyor.” diyerek mesela “tat fizyonomisi” hakkında harika bir makale yazılmış olsa bile bunu “alanına taarruz” şeklinde anlayabiliyor.
Göreceli ve dereceli eleştiri bence ahlaksızlıktır. Örtülü ahlaksızlık görülür, net, açık olanından daha tehlikelidir, çünkü ahlakî görünür. Zamanında “Kitabı hakkında güzel bir yazı yazmadı.” diye kötülenen bir akademisyenin vehminden korku üreterek malum kitabı göklere çıkaran yazı yazdığını biliyorum. O yazıda malum eklektik kitap (Beş para etmez desem de olurdu.) Albert Camus‘nün eleştiri yazıları kadar değerli gösterilmişti. İyi, doğru, güzel ve ahlakın böyle karıştığı ortamda artık hangi estetik ve etik bildiride bulunabileceksiniz ki ? Renkleri değiştirilen bir trafik ortamında araba kullanmaya benzer bu. Siz yeşilde yürürsünüz başkalarıyla kırmızıda çarpışırsınız.
Aytmatov yaşarkenki düşüncelerimle Aytmatov öldüğündeki duygularımın ve düşüncelerimin çelişkisi acaba bir riya göstergesi midir? Bu soruyu sorun ettim ve çok sordum kendime. “Arkadaş ben dirisine dediğimi ölüsüne de derim.” kabadayılığı da iğrendirir beni. Böyle deyip düşünce ve duygularında ne kadar sağlam, değişmez, mustakar olduğunu iddia edenlerin tafraları da umurumda değil. Bir insan, birisinin hayatta olduğu zamanla öldüğü zaman arasında değişmiyorsa, bu övünülecek bir şey değildir. Tam tersi böyleleri, istikrarı değişmez doğrularının ispatı gibi kullanan yeni skolastiklerdir. “Dediğim dedik astığım astık.” ilkesi geriliktir. Şeref değil, içinde astığı astık olan iğrenç bir megaloman tavrıdır bu.
Benim Aytmatov’la ilgili şu andaki duygularım sıcaktır. Sıcak kalması için de çalışırım. Soğuk düşünceler ürpertiyor beni. Asık suratlıların mahkemeleri, saçma soruları ve duvar diplerindeki idamlar, kurşunlamalar aklıma geliyor. Soğukluğun soyut algısı veya imajı bende budur. Sapsarı duvarların ördüğü ve içinde insanlık suçlarının işlendiği resmî suratlıların ülkesi ve ilkesinden nefret ediyorum. Keçinin olmadığı yerdeki Abdurrahman çelebilere bakınca da nefretimin sebepsiz olmadığını rahatlıkla anlıyorum.
Aytmatov’la ilgili beklentiden kaynaklanan eleştiriler sona erdi. Artık ondan bir şey bekleyemeyiz çünkü. Artık o roman yazmayacak, artık biz onun yeni romanlarını okumayacağız. Artık o kongrelere, toplantılara katılmayacak, biz onu dinleyemeyeceğiz. Artık o söyleşilerde bulunmayacak biz onun ne dediğini izleyemeyeceğiz. Beklentilere dayalı eleştirilerin sona ermesine bu sebepler yetmez mi ? Bundan sonra belki bizlere düşen şey Aytmatov okurlarını eleştirmektir. Mesela mankurtu yanlış anlayanları, “Mankurt orada değil bizde var.” diyenleri. Mankurtu kötü adam sananları. Mankurtu “közkaman”la karıştıranları.
10 Haziran 2008, Aymatov, Almanya’da gözlerini kapadı. 11 Haziran, Kırgızistan’da Cumhurbaşkanı K. Bakiyev bir yarlık çıkardı. Bir arkadaşım hemen bu yarlığı bana gönderdi. Rahmetli ile ilgili bir konuşma metninde bu yarlıktan yararlandım. Aytmatov’un “söök koyuu” (defin) günü aynı zamanda yas günü ilan edilmiş (yaz günü: aza kütüü künü.) 50 yıl sonra bulduğu babası Törekul Aytmatov’un da yattığı Ata Beyit anıt mezarlığına defnedileceğini de bu yarlıktan öğrendim. Dolayısıyla o; babasının öldürüldüğünü yirmi yıl sonra, nerede gömülü olduğunu elli dört yıl sonra öğreniyor ve yetmiş bir yıl sonra ise toprağın altında da olsa ona kavuşuyor.
***
CENGİZ AYTMATOV KONFORMİST MİYDİ ?
Bence üç tür yazardan söz edilebilir:
a) Sadece yazanlar. Bunlar, yazdıklarının dışına çıkmayanlardır. Hikâyenin, romanın konuları ile hayatın gidişatı karşısında bir tutum almayanlar. Bir bakıma edebiyatın kendileri için sağladığı bir konformizm içinde yaşarlar. Bunlar için edebiyat, uyumcul hayatları ve keyifleri için şahane bir araçla nesnedir.
b) Yazdıkları ile ulaştıkları konformizmi alalamak için sadece ideolojilerini ilgilendiren konularda hassasiyet göstermeye çalışan açıkgöz, tekgözlü ya da akıllı yazarlar.
J. P. Sartre, Nazım Hikmet gibiler sadece kendi adamları için acınır, nutuk çeker, şiir yazar, dövünür görünürler. Bu tür yazarların meseleleri hümanite değil ideolojik ülküselliktir. Hatta Sartre iyi bir amaç için milyonlarca insanın öldürülmesini mübah, kötü amaç için bir kişinin öldürülmesini ise kırım görür. Bunu da utanmadan yazar. Nazım da böyledir. Moskova’da yakaladığı konformizmi yalancı nostaljik edebiyat uydurarak alalayanlar artık beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Bunlar için edebiyat ideolojilerinin bir aracıdır.
c) Eserlerinin konularıyla yazdıklarının dışında da ilgilenen entelektüel yazarlar. Bunlar edebiyatı aynı zamanda özne olarak görürler de yazdıklarına iştirak ederler. Ayırım yapmadan bireyi, özgürlüğü, insanı ve insanlığı edebiyatlarının dışında da savunurlar hatta bunun uğrunda büyük tehlikeleri göze alırlar.
Bu anlayışta olan yazarlar, beğenmedikleri bir dünyayı hem eserleriyle hem de gerçek dünyadaki mücadele ve tutumlarıyla değiştirmek isterler. Yazdıklarıyla insanı ve kitleyi harekete geçirip kıyıya çekilenlerin aksine, entelektüel yazarlar eserlerinin izinden giderler. Rus edebiyatında Maksim Gorki, Bulgakov, Gomulov, Mayakovski, Soljenitsin böyledir. Gorki büyük suskunluğuyla çiğnenen insan hakları ve hürriyet mücadelesinin yanında yer aldı. Edebiyatta pasif mukavemetin ilk örneklerinden biriydi, bir tür edebiyatın erken Gandi’si. Dosto, Çar’ın idamından zor kurtuldu. Mayakovski, Yesenin gibi büyük şairler intihar ederek yeni Sovyet konformizmine tekme attılar. Sultan Galiyev,Çolpan, Mağcan, Ahmed Cevad gibi cedidci ve yurtsever Türk soylu yazarlar da sadece yazıp kalmadıkları ve yazdıkları gibi oldukları için yok edildiler. Aleksander Soljenitsin büyük bir Rus yazarıydı ve insan hakları ve zulme yıllarca karşı koydu. Kırım Türklerinin vatanlarına dönebilmeleri için akıl almaz mücadele verdi ve tehlikelere atıldı. Yıllarca hapiste yattı, onu akıl hastanesine bile tıkadılar. Nobel ödülünü almaya gitmesi için bile müsaade etmediler. Nazım ise konformist bir hayat yaşadı. Sadece ideolojisi için edebiyatını kullandı. Büyük Fransız yazarı Emile Zola başına geleceklerine aldırmadan merkezin suçlayarak cezalandırdığı Dreyfüs’ün davasında aslanlar gibi mağdurun yanında durdu ve onun suçsuzluğunu kanıtlamak için bütün gücünü kullandı.
Ünlü yazarı Albert Camus, Fransa’nın Cezayir’in kurtuluş mücadelesi karşısındaki vahşetine kalemiyle olduğu gibi bilfiil de karşı çıktı.
Aytmatov’a gelince hikâye ve romanları dışında bir entelektüel kişilik sergilemedi, bir özgürlük ve demokrasi mücadelesi vermedi. Mesela Kazakların ünlü aydını Oljas Süleymenov gibi Semey-Nevada Anti-Nükleer Birlik kurup aktif üyesi olmadı. Romanlarında ya da romanlarıyla kaldı. Türk, Şark ve İslam dünyasının büyük hastalığı olan konformizmi ve şöhreti sevdi. Salican Cigitov, Sovyetler Birliğinin çökmesinden sonra elinde büyük gücü olduğu hâlde Aytmatov’un Kırgızistan’da ve bölgede demokrasinin yerleşmesi ve gelişmesi konusunda bir mücadele vermediğini söyler.
Oysa konformist bir insanın Aytmatov gibi bütün dünyada ilgi uyandıran ve sevilen bir yazar olması zordur. Tam bu noktada Aytmatov’un özel durumundan hatta denilebilirse kaderinden, ontolojik varoluş haritasından kaynaklanan bir paradokstan söz edilebilir. Bu kaderi anlamak için onun yazarlık sürecine dikkatle bakmak gerekir. Nasıl coğrafya milletlerin kaderiyse bir insanın doğduğu ve yaşadığı belli bir süreç de onun kaderidir.
Aytmatov 1928’de doğdu. Aşağı yukarı bütününe yakını Stalin kâtilinin kanlı elleri tarafından yok edilen Cedidci aydınlardan çok sonra ve ikinci dünya harbinden öncedir bu tarih. Sovyet öncesinde ya da sovyetleşme sürecinde değil Sovyetlerde gözlerini dünyaya açtı. Lenin ölmüştü. Kızılordu yıkılacak devletleri yıkmıştı, koparılacak başları koparmaya başlamıştı. Şark’ta, Türk ve İslam etkisi sıfırlanmıştı. Stalin’in vahşi döneminde daha çocuktu Aytmatov. Babası çocuk olmadığı için şanssızdı. O ise halk düşmanının oğlu muamelesinin dışında sadece yaşama hakkına dokunulmayan bir arayış çocuğuydu. Sovyetin en azgın ve faşist döneminde o daha on yaşındaydı. Ergenlik ve delikanlılık dönemi ise kimsenin kimseye bakmadığı İkinci Dünya Savaşının gürültüleri içinde geçti. Bu savaş Batı’nın aptallığı sebebiyle Sovyetler Birliği için yıldızların en yükseğe çıktığı an olsa bile Aytmatov daha elini kalemine sürmemişti. Stalin katili 1953’te ölünce Aytmatov daha Gorki Edebiyat Akademisinde öğrenci bile değildi. Aytmatov’un ödüllü ödülsüz bütün büyük eserleri Stalin sonrasının birinci detant sürecinde ve sonralarında yazılmıştı.
Tarih ve talih onu korumuştu. Repressiyada babasını kurban vermişti ama bu da onun edebi motivasyonu için yükselen talih yıldızı oldu. Daha Moskova’da dokuz yaşında bir çocukken babası Törekul KGB tarafından tutuklandı. Annesi mecburen dört çocuğuyla birlikte Kırgızistan’a, doğdukları yer olan Talas’ın Şeker köyüne döndü.
Aytmatov’un acı çocukluk yılları belki de bir dâhi romancıyı burada hazırladı. Hemingway dehâyı mutsuz geçen bir çocukluk üzerinde yükseltir ya aynen öyle oldu Aytmatov’un genetik ve astrolojik kaderi de. Kimileri için erken yaşta yaşanan trajedi, kahramanının yıldızını en yüksek derecede parlatır işte. Edebî kader de budur.
Cengiz Aytmatov, babası Törekul, KGB vicdansızları tarafından tutuklanıp çok sonradan öğrenildiği gibi bir kireç ocağına atılmasaydı ve merak, ümit, heyecan ve büyük korkuları yanında “halk düşmanı”nın çocuğu olarak itilip kakılmasaydı acaba bir dâhi romancı olabilir miydi?
Babasından koparılmış, bütün çocukluğu yoksulluk, yoksunluk, acı ve korku içinde geçmiş biri dünya çapında bir yazarlık zırhı içinde nasıl olur da konformist olabilirdi? Bu sorunun cevabı zordur ve Aytmatov’un aysbergini düşünmeye götürür bizi.
Aytmatov Sovyet havuzunda yaşadı. Babasını ve amcasını bu havuzdayken kaybetti. Çok zor da olsa kaderin olumlu bir cilvesi olarak bu havuzda yüzdü. Babasının canını verdiği döşekte yatan bir çocuk gibiydi. Dünyayı burada ve buradan anladı. Büyük edebiyat adamlılığına buradan ulaştı. Suyu, havayı ve toprağı Sovyet’te tattı. Onun havuzu içinde kalarak onun attığı yemle beslendi, onun çizdiği sınırlar içinde kalıp büyük oyununu burada oynamaya başladı.
Sovyetler çökene kadar bu havuzda kalan Aytmatov’un konformizmi elbette anlaşılmazdı. Kana dayanan genetiği bile bastıran bir MEM’in, bir kültürel genetiğin doğal emriyle belki yazarken bile planlamadığı bir yazma ve var olma sürecini yaşamaya başladı. Bu havuzda onun bu ikinci genetiği ya da genetik mutasyonu tabii ki anlaşılmazdı. Çünkü Sovyet edebiyatında sübjektif yazmalara, satıraltı ve hermeneotik metin yorumlamalarına, bireysel eleştirilere yer yoktu. Benzer yüceltmeler ve benzer alçaltmalar hâkimdi. Farklılıklar anlaşılır farklılıklardı. Çizilen sınırlar içinde ya da dar alanda paslaşmayı hatta bunun sirk cambazlığına evirilmesini; hayat ve yaşama refleksi, hayatta kalma güdüsü, doğal olarak ayarlıyordu. Belirli ideolojik sınırlar içinde marifetli manevra alanları yaratılıyor ve kaçak bir semboller ve metaforlar dili kullanılıyordu.
Diğer taraftan Aytmatov’un Stalin sonrası yazmaya başlaması da onun tarihi kaderini tayin etmişti. Stalin’in 1953 yılında ölümünden sonra savunulan birinci detantın “yumuşak gücü”(soft power) nden ustalıkla yararlanan Aytmatov otuzlu yaşlarında Sovyet’in en büyük iki ödülünü alabilen tek yazardı. Lenin ödülü ile Sovyetler Birliği Kahramanlık ödülünü, çocuk yaşındayken babasını elinden alan bir sistemin kanlı ellerinden alarak ferdi ve millî varoluşunun zaferiyle büyük öcünü almış oluyordu. Âdeta “Siz benim babamı benden aldınız, bense sizin madalyalarınızı sizden alıyorum.” der gibiydi. Sovyet ondan babasını, o Sovyet’ten madalyasını aldı yani.
Aytmatov’un konformist meyilleri ise Sovyet yıkılıp onun havuzundan çıktıktan sonra ortaya çıktı. Motivasyon duvarları çöken bir yazar için Batı’da, yeni hayat kurmaya ya da onların mitolojik ve güncel kültür ve tarihleriyle ilgilenerek yeni motivasyon alanları yaratmaya gitmek, bence kandırıcıydı. Ondaki edebiyat ateşinin sönmeye durması Sovyet demirperdesinin çökmesiyle başladı.
Sovyet ideolojik ortamında bastırılarak örtülenmiş konformist kişiliği yerini, küçümsenen halkını bir yerinden tutup tarihe, coğrafyaya (Kırgızistan’ı görenler coğrafyanın bir yazar için nasıl bir ana motivasyon oluşurabileceğini iyi anlarlar) ve millî esatirî bir hafızaya çekmek gibi bir misyona bırakmıştı. Bu ülkücü tavır, Aytmatov’un biricik kişilik özelliği değil içinde bulunduğu ağır şartların sağladığı bir motivasyondu bana göre.
O, trajik itki ve güdülerin sağladığı bir direnç olağanlığı içinde, halkını tarihin ve insanlığın yüksek yerine yeniden oturtmak isteğiyle sosyal ve tarihsel kültür genetiğini (MEM) kalemiyle ortaya çıkarıyordu. Birçok romanını saran Manas kültü, onun bu arayışının göstergelerinden biriydi.
Baskıcı ve hatta korkutucu dönemler, insanın derin yapısında büzüştürdüğü ya da unutmaması gerekirken unuttuğu millî ve hümaniter kimlik efektlerini ortaya çıkarır. Bir türbülans yaşanır bu dönemde. Bir kişilik bozulması değil yaşama rutinini sağlamak bakımından bir insanın içine girdiği ve kimi zaman bunu büyük bir isteklendirici arzu olarak kullanmaya durduğu bilinçdışı sarsılma sürecidir bu.
Böylece Aytmatov içinde yüzer göründüğü Sovyetik konformizmden de yararlanarak ailesi ve milletdaşlarının başına gelenleri bulabildiği harika bir “çifte açılımlı dil”le anlatarak vicdani bir telafi mekânizmasını da işletmiş oldu. Öyle ki o bu ilk döneminde konformist eğilimlerinin yanına millî ve evrensel insan sorumluluğunu getirerek ve bunu çok iyi kullanarak bir yazma ve yaşama koridoru buldu. Korku, heyecan, ümit dolu bir koridorun sonunda parlayan bir ışık konformizme davet anlamına da gelebilirdi ve sonunda geldi de.
Bu ışıkta yazar ne yazabilirdi ki? Babasını elinden alan ve milyonlarca insanı yok eden bu sistemin germesiyle attığı oklar şimdi tembel bir tüy gibi sallanmaya ve havada dans etmeye başlamıştı. Aytmatov artık havuzun dışına düşen bir balık gibiydi burada. Elbette derdi ve meselesi olan bir büyük yazar içindi bu.
Konformist kişilik; nefse buyur diyen kendisini bu ya da şu dava için tehlikeye atmayan, etliye sütlüye karışmayan ya da bir davaya adanmayan rahatlılığı ve edilgenliği ifade eder daha çok.
O Sovyet havuzunda yüzerken mankurtlaştırılan insanlara kimliklerini, kültürel ve tarihsel genetik evirimlerini romanlarıyla sağlamaya çalışarak kısmi bir aydın tavrı göstermişti. O zamanlar o, halkı gizli açık kamulaştırılan, bunca zahmetle kurulan bu “faşist” diktatörlüğün bireysel arzu ve alışkanlıklarla yıkılmaması adına kıyılan, sürülen, öldürülen, savaş olunca da haydı aslanlarım, büyük vatan vuruşmasına naralarıyla onlar için sahte bir vatan sınırı çizebilecek derecede yalan dolu uygulamalar yapan bir sistemin içinde böyle kalabildi ve böyle vicdani görevini yaptığını düşündü. Kamulaştırılan ve mankurtlaştırılan halkını ve onun kimliğini yeniden bir varoluş kozmogonisine çekti.
Yakup Kadri de büyük romancıydı. Onun motivasyonu, yok edilmek istenen bir milletin sadece kendisi için değil bütün mazlum milletler adına verdiği kurtuluş mücadelesi ve antiemperyalist davranış modeliydi. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında “kaht-ı ricâl” zorunluluğu ile büyükelçi olarak görevlendirilince haletiruhiyesini şahane tasvir eden “Zoraki Diplomat” kitabını yazdı. Burada istemediği hâlde adam yokluğundan diplomat yapıldığını anlattı Karaosmanoğlu.
Aytmatov ise önce bağımsız devletler topluluğunu sonraları da Kırgızistan’ı temsilen İskandinav ülkelerinde Büyükelçilik görevini yaptı. Yakup Kadri için zoraki olan diplomatlık Aytmatov için istendik ve keyfiydi.
Oysa entelektüel bir yazardan diplomat olamazdı, olmamalıydı. Sanatçı ve yazarın dili özgür, diplomatın ve diplomasinin dili ise “bağlı bir dil” dir. Bağlı bir dil bütün üretkenlik heyecanını öldüren ya da körletip işlevsiz kılan dildir. Bağlanan dil enenen insan gibidir. Aytmatov uzun yıllar içinde İskandinav atmosferinde yaşadı ve yangından sadece, o da nasıl oldu bilinemez bir Batı mitolojisini güncelleyen “Kassandra Damgası”nı kurtarabildi. Aytmatov’un ülkesine döndüğünde eski havuzunu hatırlaması ve “Dağlar Devrildiğinde” romanını yazması ise son bir gayretin, ‘Kuğunun Son Şarkısı’nın sesi oldu yoksa küllerinden çıkıp canlanan Simurg ya da Feniks değil.
Kısaca tekrarlamak gerekirse Aytmatov kıvrak ve özgür dilini bir müddet susturarak bağladı, diplomatik jargonu kullanarak büyükelçilik yaptı. Kassandra Damgası ise onun “Batı havuzunda da yüzebilirim.” iddiası ile yazıldı ama az daha yazarını boğuyordu.
Ebedî Gelin (Sonra “Dağlar Devrildiğinde” adıyla çevrildi) ise boğulma tehlikesi (Buna “tükenmişlik sendromu” da deniyor ama Aytmatov için işin vehameti bu derecede olmadı, diyebilirim) içinde olan bu büyük yazarın rehabilitasyon çabasıydı. Aslında bir ırmakta iki kere yıkanılmadığı gibi bir havuzda da iki kere yüzülmüyordu işte.
Son olarak Dağlar Devrildiğinde romanının saygı değerliliği, sadece onun başarılı kurgusundan değil aynı zamanda yazarına Batı havuzunda bir Gregor Samsa kaderini yaşatmamasından da kaynaklanıyor bana göre.
NOT: Aytmatov’un konformist kişilik taşıdığı savına karşı gelenler olursa onları elbette ve seve seve dinlerim. Ben onun konformist olmadığını gösterebilen bir yazar için asla karşıt sav aramam. Razı olur, teslim olur, rahatlarım. Nazım Hikmet’in “Büyük bir vatansever olduğunu kanıtlayan için de karşı sav aramayacağım gibi. Çünkü ben Necip Fazıl’ın yazılarındaki ve şiirlerindeki incelikleri hayatında da öngördüğüne ve yaşadığına dair zayıf da olsa bir belgeye, Nazım Hikmet’in ülkesini terk etmediği ama onun kendisini af yasasıyla hür kılan insanlar tarafından zorla sürüldüğüne ve onun Türkiye’yi bir Sovyet Peyki yapmak istemediğine dair ortaya konulabilecek bir kağıt parçasına, Yahya Kemal’in o kadar da kendini beğenmediği ve Ahmet Haşim dahil etrafındaki cücelere şair denmeyeceğine dair bir görüşü asla öne sürmediğine dair bir zayıf kanıta bile hemen inanmaya hazırım. Her geçen zamanda daha iyi anlıyorum ki bendeki “inanmak ihtiyacı” istisnalar dışında bir şeyleri ve birilerini şu ya da bu sebeple, bilinçle ya da bilinçsiz tarzda yüceltmek ya da batırmak için öne sürülen kanıtların zayıflığından hatta sahteliğinden geliyor. Sahte kanıttan daha tehlikelisi ise değiştirilemez, eleştirilemez, dokunulamaz bir dogmatik yargının savunulması için kullanılan “belge seçiciliği”dir.
***
Kuz Başında Avcının Çığlığı
NEVRUZ, AYTMATOV ve ŞAHANOV
Dışarıda güzel bir hava var. Nevruz günü gündüz güneşli akşam yağmurlu geçti. Tam bayramlık hava oldu. Tabiat hem ısındı, hem yıkandı. Şimdi yumuşak ve sıcak toprağın kıpırdanışını duyuyoruz. Tabiat ne de güzel!. Tabiatı mahvetmek ne kadar büyük canilik. Küresel ısınma, ozon tabakasının delinmesi gibi küresel tehditler yanında muhteşem Aral Gölü’nün çöle çevrilmesi gibi bölgesel felaketler ferdin ve insanlığın derinlerinde bütün gelişmelere rağmen bir küresel trajedi korkusu uyandırıyor. Aral’sız bir Türkistan, Nilsiz bir Mısır’dır. Nil’in çölleştiğini, içinden pislik curufların aktığını, içinde balık, ördek ve kuş ölülerinin sürüklendiğini düşünelim. Bir kurgu filim gibi olurdu değil mi? Ama Aral öyleymiş. Pamuk tarlalarına atılan zehirler annelerin sütünü zehirliyormuş. Bir Özbek şairi bunun için “pamuğa boğulmuş” Özbekistan’a ağıt yakarken onun için “beyaz zehir” diye yazmıştı.
Cengiz Aytmatov’la Muhtar Şahanov’un birbirleriyle sohbetinden oluşmuş Kuz Başında Avcının Çığlığı bütün Türk dünyası ve insanlık aleminde okunması gereken bir kitap. Tarihin, bölgenin, kültürün, edebiyatın, romanın, şiirin, destanın, eski ve yeni zamanların, Türklüğün; zaman zaman yerlilik zaman zamansa evrensel bir entelektüellikle ele alınıp deşildiği, analiz edildiği bu eserde Aytmatov ve Şahanov bir de Türk Dünyası’nın hakim politik simalarını değerlendirirler. Burada zamanımızın tiranları olarak belki Türk dünyasına büyük zarar veren bazı simaları övmeleri kitabın entelektüel düzeyini çok düşürüyor. Entelektüellerin tiranlara ihtiyaçları yoktur. Entelektüel bir düşünce düzeyi monopollere ve tek adamlılığa razı olmaz. Öte yandan az da olsa, sadece bir devlet adamı olarak değil tarihi olduğu gibi asrı kavrayan ve milletine bu yönüyle de büyük hizmetler veren, siyasi kimliği yanında derin hissi nüfuzu ve bilgisiyle entelektüel bir düşünür seviyesinde olan siyasî simalar da vardır. Adı geçen ilginç kitapta yazarların yanılmadıkları tek sima da yukarıda vermeye çalıştığımız özellikleri fazlasıyla taşıyan Nursultan Nazarbayev’dir. Nazarbayev’in bu yıl içinde Antalya’da 8.si gerçekleştirilen Türkçe Konuşan Devlet Başkanları Zirvesi’nde yaptığı konuşmasından birçok hususlar yanında “Aral’ı Kurtarma Projesi”ni başlattıklarını da öğrendim. Nazarbayev’in bu konuşması Türk Dünyası ile ilgili olduğu kadar, bölge ve küresel meseleler hakkında da çok önemli görüş, tespit ve teklifler içermektedir. Öte yandan nasıl ki bence çok önemli iki düşünür, yazar ve entelektüel olan C. Aytmatov ve M. Şahanov siyasi liderleri değerlendirirken bugün kendilerine sorulsa savunamayacakları ve hatta mahçup olacakları yanlışlıkları yaptılarsa N. Nazarbayev de Türksoy’un başına önerdiği Orta Çaplı Peygamber! konusunda aynı şekilde yanılmaktadır. Çok iyi bildiğim konulardaki bu yanılmalar yanında acaba, C. Aytmatov, M. Şahanov ve N. Nazarbayev benim bilmediğim başka konularda da böyle büyük yanılgılara düşüyorlar mı? Bunu ister istemez soruyorum. Elbette iyi niyetin hâkim olduğu yanılmalar insanidir ve olağandır. Burada önemli olan izlediğiniz ve bilmeniz gereken önemli bir sürecin tetikleyicileri veya mümeyyiz simaları konusunda değerlendirme yanlışları yapmaktır. Tarih, belki de karar zamanlarındaki büyük yanlışların karar zamanlarındaki büyük doğrularla dengelenmesi sayesinde var olmuştur.
(*) Nazarbayev’in Antalya’da yaptığı konuşmayı bizim cumhurbaşkanımızın nasıl konuştuğunu tahmin edip karşılaştırarak okumanızı öneriyorum. Bir tarihte içerideki siyasi önderlerimize bakarak keşke bizim de Denktaş’ımız olsaydı diye hayıflananlara şimdi de “Bizim acaba niye Nursultanımız yok!?” diye dövünmelerini öneriyorum.
AYTMATOV’UN MOTİVASYONU
Büyük sinema ustası T. Okeyev gibi, ulu Türkistan şairi Rauf Parfî gibi, sevgili Hocamız hem bilim hem fikir hem de sanat erbabı hoş insan Salican Cigitov gibi Aytmatov Çıngız Törekuloviç de Hakka yürüdü. Başımız sağolsun, mekânı cennet olsun.
11 Haziran 2008 günü Kırgızistan Cumhurbaşkanı Kurmanbek Bakiyev bu konuda bir ferman (yarlık) yayınladı. Fermanın ilk cümlesi şu: 2008 yılının 10 Haziran günü, Kırgız Cumhuriyetinin Halk Yazarı, Sosyalist Emek Kahramanı, Akademik, Lenin ve SSSR lavrenti, Kırgız Cumhuriyetinin Kahramanı Aytmatov Çıngız Törekuloviç “mezgilsiz düynödön kayttı” (Vakitsiz dünyadan göçtü)”
Bu fermanda “söök koyuu” (defin) tarihi olan 14 Haziran 2008 cumartesi günü, “aza kütüü künü”(yas günü) ilan edilmiş, Aytmatov’un “Ata Beyit” müze mezarlığına defnedileceği de haber verilmiştir.
Her fâni ölümü tadacaktır ama kimi fânilerin fenâ âlemine uçmaları, sadece ailelerini değil bir ülkeyi ve hatta dünyayı öksüz bırakır. Bir âlimin ölümü, âlemin ölümüdür, sözünün hikmeti budur. Aytmatov da “âlim romancı”ydı. 80 yaşında olmasına rağmen “mezgilsiz düynödön kayttı”sözünün derin anlamı da budur. Ölüm sadece bir fâninin hayatının değil kendisinden beklentilerin de son bulmasıdır.’Yetim-i akran’ gibi, ‘sanat yetimi’, ‘edebiyat yetimi’, ‘roman yetimi’ kalıverir insan. Büyük yazarların bizim tam bilemediğimiz entelektüel azaplarından birisi de her hâlde sürekli olarak yaratılan beklentilere cevap verme kaygılarıdır. Burada tırnak içinde bir “okuyucu zâlimliği”nden söz etmek mümkündür. Çıtayı çok yükseklere çıkarır ve bekler rahat bir seyirci gibi okuyucu da ; “Haydi atla bakalım” der. Sporcu da yazar da bu teşvikin çelişkisel duygularını yaşar da “Ya atlayamazsam! Ya mahcup olursam!” gibi kaygılara kapılır.
Aytmatov, kendisinden hiçbir beklentinin olmadığı bir zamanda gerçekten çok yükseklerden atladı. Yüksekten kalkıp yükseğe uçan bir tayyare, ya da rekorla başlayıp rekorla devam eden bir sporcu gibi. Trajedisi yüreğinde saklı ve ‘ kalıplanmış bir ideolojik ortam’da onu dünya çapında şöhretli kılan temel güdü, kanı damarlarda coşturan sırlı kuvvet nedir acaba? ‘Söyleyene değil söyletene bak’ gibi “Yazana değil yazdırana bak” demenin Aytmatov örneğinde hiç de yanıltıcı olmayacağını düşünüyorum. Her geçen gün daha da artan beklentileri hiçbir zaman bütünüyle öldürmedi, yalnız 90 sonrasında sarstı, Aytmatov. 90 süreci onu öç almak istediği ve âdeta bunun için yaşadığı ama şimdi hasmı ölmüş ve gardı düşmüş insan hâline getirdi. Bu sürece gelene kadar onun “yazma motivasyonu”, ‘yükseklerden kendisini atlatan büyük ve güzel enerji’ eserlerinin derinliklerine sinmiş ruhtu. Onun büyük motivasyonundan kaynaklanan bu ruhu kendimce anlamaya ve açıklamaya çalışacağım.’ Söyleyene değil söyletene bak!’ misali, buradaki temel soru, ona bütün bu olağanüstü hikâye ve romanları yazdıran temel sebep nedir ?
Mevcudu çok iyi tespit ve tahlil edip dünyayı değiştirmek üzere bir gelecek kurmayı öneren sosyalizmin büyük heyecanı, başlangıçta yazarçizerlerin en belirgin motivasyonuydu. Belki de ancak ülkesi çapında ve kendinden menkul eserlerle tatmin arayacak olan rüzgârı zayıf bir yazarın evrensel bir misyona sahip kılınması, tabii ki onda psikolojik ve sosyolojik bakımdan önemli ve etkili değişiklikler yaratacaktır. Kendi halinde kalacak ve tatmin arayacak bir Hakimzade Niyazî’nin Sovyet misyonuyla yüklenmesi ve megaloman bir Donkişot havariliğine soyunması da Sovyet misyonuyla şereflenen bir Cambıl’ın Kazakistan aslanı kesilmesi de, Salican Cigitov’a göre basit bir ozan özelliğindeki Toktogul’un bir göle ve şehre ad olacak kadar büyütülmesi de sosyalizmin uygulamadan önceki büyük söylemi ve fetvaları sayesindedir. Estirilen büyük rüzgârların önündeki Maksim Gorki’lerin, Gogol’ların, Şolohov’ların, Mayakovski’lerin, Galiyev’lerin, Hamzatov’ların Yesenin’lerin damarlarındaki kanı ateşleyen ve yürüten budur. Çocuğunun dünyaya gelişini büyük merak, sevgi ve heyecanla karşıladığı hâlde zamanla, ilk heyecanı geçen ve evladı kendisi gibi büyüyünce duygu ve heyecan dalgaları dinen, rutinleşen bir babanın ‘psikolojik değişirlik’i gibi ideolojilerin de ilk rüzgârları geçince, soyut ve heyecan verici fikirler, davalar pratik hayatın içinde bir düzen hâline gelir. İlk heyecanlar unutulur. Düzen öncesi ‘aktivistler’in çoğu yok olur. Duygu ve heyecan yüklü soyut ve hatta ütopik nutukların yerini politik uygulamalar alır. Gerçeklik ya da pratiklik sürecinde kristal fikirler şangır şungur kırılır. Yeni düzende düzenbazların hâkimiyeti gittikçe pekişir. Kitle ülkülerin yorgunluğundan arındırılır ve rahat ettirilir. Buzdağının görülür yüzüdür rahatlık. Milyonlarca kan bedeli üzerine davasız uyumcul bir insan tipi ortaya çıkar. ‘Ülkü yorgunluğu’, metodik ve propagandist dezenformasyonları her bakımdan kabule hazırdır. Kısaca buna ‘heyecanlı ve iddialı bir ideolojinin rutinleşmesi’ diyebiliriz. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçları itibariyle geçici bazı rüzgârlar estirilmiş olsa da Aytmatov’un yazmaya başladığı dönem “ideolojik motivasyon”un ortadan kalktığı, rutinleşmenin, pratik siyasetteki yüzsüzlüklerin açıkça görüldüğü bir zamandır. O hâlde Aytmatov’un beklenmedik yüksek atlayışını sağlayan ve onu ta 90’lara kadar âdeta uçuran rüzgâr neydi? Maksim Gorki’nin ‘romantik sosyalist heyecanı’ ya da Şolohov’un ‘büyük Sovyet rüzgârı’ yoktur artık. Büyük, yaratıcı eserler sadece iyi bir eğitimle, doğuştan getirilen olumlu genle ve bilgi ile yaratılamaz. Bütün bunlar var olduğu hâlde bu dünyanın konforuna dalıp doğru dürüst bir eser bırakmadan giden insanların sayıları belki meraklılarınışaşırtacak kadar çoktur. Kaliteli bir eğitim ve bilgi ortaya ancak teknik başarılar çıkarabilir. İnsanların pratiklerini ilgilendirir bu, ruhlarını ve ülkülerini değil. Aytmatov’un “edebî kaderi” çocukluğunda başlayan ve uzun süren bir trajedinin sonucudur. Onun temel motivasyonu, babasını alıp götüren ve habersizce kurşuna dizen Sovyet ideolojisinden öç alma duygusudur.
Ben Aytmatov’un derinden derine bir ‘öç motivasyonu’na dayandığını bunun için de eserlerinin psikanalitik olarak incelenmesinin gerekli olduğunu düşünüyorum. Bunu kendimden de biliyorum. Lisedeki edebiyat öğretmenimin kompozisyon kağıdıma “Sen Türkçeyi bilmiyorsun” diye yazması uzun yıllar beni ‘yazma korkusu’na itti. Sonraki yazılarımın derin yapısında ise öğretmenimin beni (Türkçemi) yok sayan o talihsiz ifadesine karşı “ben varım” güdüsü hakim oldu. Öç alma duygusunun çok derinlerde saklı olduğunu ve muhatabı öldürme, muhatabı rezil etme duygusundan daha çok kendi varlığını ispat etme çabası olarak ortaya çıktığını sanıyorum. Bunu Gazi Eğitim Fakültesi öğretim üyesi psikolog prof. Dr. Yaşar Özbay ile konuştum. Bu değerli bilim adamının görüşlerinden de yararlandım. Aytmatov’un çocukluk anılarını okumuştum. Şeker köyüne avdetlerinde nasıl aşağılandıklarını, babasızlığın ne sıkıntılar ne korkular yaşattığını, üstelik yirmi yıl boyunca her gün dönecek diye bekledikleri babasının 1957 yılında aldıkları bir mektupla Stalin kırgınında öldürüldüğünü öğrendiklerini uzun uzun anlatıyor Aytmatov. Bir anlamda, insanlık tarihinin en trajik kırgınlarından biri olan ‘ represiya süreci’, küçük Cengiz’e babasının ölümüne alışma şansını bile vermiyor. 1937 yılında Moskova’da tutuklanan Törekul’un öldürüldüğü yirmi yıl sonra nerde olduğu ise 54 yıl sonra öğrenilir. 1991 yılında Bişkek’e 30 km uzaklığında bir tuğla ocağında 153 kişilik toplu mezar bulunur. Aytmatov’un babası Törekul’un kemikleri de buradan çıkar. Bağımsız Kırgızistan devleti kısa zamanda, bu ölüm ocağının yanına, Ata Beyit adında bir müze-anıt mezar yaptırır. Toplu mezarda yatan 153 kişi bir devlet töreniyle Ata Beyit’e nakledilir. Aytmatov’un bu merasimdeki konuşması unutulmazdır. Bilhassa “53 yıl sonra babamı buldum” cümlesi unutulmazdır. Tabii ki böyle bir hayatın onun bilinçaltında kendini ve milletinin kültürünü var ederek intikam alma duygusu yaratmaması mümkün değildir. Yoksa bütün tehlikeleri göze alarak romanlarında içten içe Sovyet eleştirisi yapmazdı. İşte Aytmatov’un daha rahat olması gereken 90 sonrasında aynı entelektüel devingen tavrı gösterememesine mukabil, en ağır şartlarda bütün tehlikeleri göze alarak ‘ dokunulmaz konular’a temas etmesi bunun için dikkat çekicidir. Bu, içinde tutamadığı esrarlı öcün büyük bir romancı ustalığıyla yansımasıydı bence. Romancının büyük ‘dışavurum’uydu.
Bu süreci bir az daha açarak hatırlatalım: Babası Törekul Aytmatov, Moskova’da tutuklanınca Aytmatov dokuz yaşındaydı. Yok edileceğini anlayan baba Aytmatov, ailesinin Kırgızistan’a Talas şehrinin Şeker köyüne dönmesini istedi. 1937 yılından itibaren yirmi yıl belki de her gün Aytmatov annesi ve kardeşleriyle birlikte babasını bekledi. Uzun yıllar Talas’taki KGB’ye giderek babalarını sordular. Tam yirmi yıl sonra öldürüldüğünü anladılar ve ümitlerini kestiler. Çocukken kaybettiği ve delikanlı iken bir gün bulacağını ümit ettiği babasının öldürüldüğünü haber alan bu çocuk ne düşünür? Bence Aytmatov’un ta derinliklerinde saklı olan duygu bu uzun süreç içinde mayalandı ve değişik şekillerde yüzeye çıkan ve zamanla belki de ilk sebebi ve kaynağı unutulan bir intikam motivasyonuna döndü. İntikam motivasyonu, onda da muhatabı yok etmekten çok, kendini büyük başarılarla ispatlayan ve düşmanlarının “yok edici paradigmalar”ına karşı “eleştirisel var oluşu” ya da bütün azametiyle hayatı savunan onarıcı bir güç oldu.. Yani bir bakıma Cengiz Aytmatov, babası yok edildiği için ‘var oldu’. O, babasını kendisinden alan Sovyet’ten en büyük nişanları alarak intikam aldı. Bunun için onun edebî kaderi, yaşadığı trajik süreçten beslendi, denebilir. Babası tutuklanıp öldürülmeseydi de Moskova’da hayatını sürdürseydi, Aytmatov bu derecede başarılı yazar olabilir miydi? Bence asla olamazdı. Varlık mücadelesi, babasının ömrüne de ömür katan büyük bir çabaya döndü ve yaradılıştan getirdiği üstün yeteneği Gorki Edebiyat Enstitüsündeki teorik ve pratik çalışmalarla zirveye çıktı. 90’lı yıllara kadar bütün eserlerinin derin yapısına veya satır aralarına sinmiş olan sistem eleştirisinin altında da bu duygunun baskın bir neden olduğunu düşünüyorum.
Aytmatov’un diğer bütün duyguları ve motivasyonları az veya çok bu “Babasının yok edilmesine karşı kendini var etme” çabası etrafındadır. Bu bağlamda ikinci motivasyonunun kendisi ve kardeşleriyle birlikte babasını bekleyen ve kim bilir ne ümitlerle birlikte ne acılar, ne kaygılar çeken annesidir. Ali İhsan Kolcu’nun onda baskın iki temanın “anne ve su” olduğuna dair tespitine katılıyorum. (Cengiz Aytmatov’un Eserlerinde Ana İzleği, C. Aytmatov, Doğumunun 75. Yılı İçin Armağan, KTMÜ Yayınları Bişkek,2004) Nayman Ana başta olmak üzere dişi ana kurt Akbar, Toprak Ana’daki Tolgonay, ana etrafında dolaylı olarak ayrıntılanan tasvirler… Eserlerinin ruhunda anne ve onun duyguları yansımıştır.
Aytmatov’un bir diğer motivasyonu bence mıncıklanıp aşağılanan halkının destanlarından dünya çapında eserler yaratarak varlık ispatı yapmasıdır. Büyük Kırgız destanları ve sözlü tarihin bütün yansımaları burada onun harsî malzemesidir. Canlı tarihin ulu dağları, o dağlardan akan soğuk, hızlı ve köpüklü sular, yüksek dağların arasındaki muhteşem vadiler, atlar,çadırlar ve bitip tükenmez bir kaynak olan Manas ve diğer şifahî kaynaklar.. Tabii ki onu modern destana ve masala götürür. Ak Gemi böyle değil mi, Gün Uzar Yüz Yıl Olur böyle değil mi ? Kıyamet böyle değil mi ?
Kaynakları unutulmuş duyguların, heyecanların içindeyiz. Bir yazar için en büyük etkilerden biri de gerilimdir.90’lara kadar içindeki gizli öç duygusuyla gerilim anları yakalayan Aytmatov, bu tarihten sonra, başkalarının başka alanlarda yaşadığı fetreti yaşar. Babasını yok eden ama kendisini aynı sebeplerle var eden bir ideolojik ara kesitin sona ermesiyle, birden rakibi gardını düşürmüş bir boksörün güçten düşmesini yaşar. Batıya gitmesi ve diplomat olması da bana göre onu ana motivasyon ocağından uzaklaştırdı. Batıda yeni motivasyon gücüne ulaşması için de artık yaşı ilerlemişti. Ve bence Aytmatov’un Kassandra Damgası bu batı ara kesitinin romansal sapmasıdır. Onun 90 sonrası edebî faaliyeti, geç algılanmaya çalışılan bir dünyanın şaşkınlığıdır. Gerçekten de Aytmatov, Kırgız ve Sovyet Avrasya’sından çıkıp bir Yunan mitolojisi etrafında Batılı kahramanlar ve kavramlarla karamsar bir kurgu roman yazmaya kalkınca (Kassandra Damgası) suyu değiştirilmiş ve bulandırılmış bir akvaryum balığının soluma zorluğunu yaşadı. Bunun içindir ki Kassandra Damgası diğer romanlarının tadını vermedi. Çünkü Aytmatov ” Mor inekler”ini düşmanının ölümüyle 1990’lı yıllarda kaybetmişti.. Sardal Kız ise ‘Kuğunun Son şarkısı.
***