Beşir Ayvazoğlu: Edebiyatın Çanakkale’si
Edebiyatın Çanakkale’si
Beşir Ayvazoğlu
20.03.1999
1915 yılının haziran ayında, aralarında Tevfik Fikret’in de bulunduğu otuz kadar şair, yazar, ressam ve bestekâr Karargâhı Umumî İstihbârât Şubesi Müdürlüğü’nden birer tezkere alırlar.
Yazıda, Çanakkale’de savaş alanlarını gezerek duygularını ve düşüncelerini icrâ ettikleri sanatın diliyle halka ve gelecek nesillere anlatmaları istenmektedir. Bu bir emir değil, sadece bir rica ve tekliftir. 11 Temmuz 1915 pazar günü, sol kollarında “çift yeşil defne dalından işaretli hâki keten elbiseleriyle” Sirkeci Garı’nda toplanan sanatkârlar, davet edilen birçok tanınmış şair ve yazarı aralarında göremeyince hayal kırıklığına uğrarlar. İbrahim Alaeddin “Refakatleri haberiyle sevindiğimiz zevattan bir kısmı son günlerde kararlarından vazgeçmişlerdi” diyor ve bazılarının resmî görevleri sebebiyle, bazılarının da seyahat yorgunluğunu ve muhtemel tehlikeleri düşünerek bu tarihî fırsatı kullanmadıklarını söylüyor.
Tevfik Fikret o günlerde bir seyahate dayanamayacak kadar hastadır ve bir ay kadar sonra ölür. Mehmed Âkif ise aşağı yukarı aynı tarihlerde İttihat ve Terakki tarafından görevli olarak önce Berlin’e, daha sonra Necid ve Medine’ye gönderilmiştir. Yahya Kemal’in davet alıp almadığını bilmiyoruz; eğer almışsa, o sırada İstanbul’da bulunduğuna göre, herhangi bir sebeple icabet etmediği anlaşılıyor. Ahmet Haşim’e gelince, o zaten topçu mülâzımı olarak cephededir. Sirkeci Garı’nda toplanıp trenle yola çıkan davetlilerin sayısı, Müfit Ratib yolda hastalanıp Uzunköprü’den geri döndüğü için on dörde düşer. İbrahim Alaeddin’in verdiği bilgiye göre seyahate katılanlar şunlardır: Ağaoğlu Ahmed, Ali Canip (Yöntem), Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Hakkı Süha (Gezgin), Mehmed Emin (Yurdakul), Hıfzı Tevfik (Gönensay), Orhan Seyfi (Orhon), İbrahim Alaeddin (Gövsa), Enis Behiç (Koryürek), Ahmet Yekta (Madran), Muhiddin, Çallı İbrahim, Nazmi Ziya (Güran), Selahattin.
Ali Canip o tarihte Anafartalar muharebesinin henüz başlamadığını, fakat Yarbay Mustafa Kemal’in Arıburnu’nda İngilizleri dar bir alana mıhladığını anlatır. Edebî Heyet bölgeye ulaştıktan sonra, bir ara Türk siperlerinin bulunduğu yerden mızıka sesleri yükselmiş ve aynı anda İngilizler yaylım ateşine başlamışlardır. Ali Canip bunun sebebini sorunca, Arıburnu kumandanı Esat Paşa, her gün öğle vakti Cesarettepe’sinde fırka kumandanı Yarbay Mustafa Kemal’in askerlerine mızıka eşliğinde yemek yedirdiğini, sahilde dar bir alana sıkışıp kalmış olan İngilizlerin kendileriyle alay edildiği zehâbına kapılarak tepeyi yaylım ateşine tuttuklarını söyler. Ali Canip Bey Selanik’ten tanıdığı Mustafa Kemal’le orada bir telefon görüşmesi yapmış ve Mehmed Emin Bey’le de görüşmesini sağlamıştır. Genç kumandan Edebî Heyet’i Cesarettepe’sine davet ederse de, Esat Paşa aradaki yolun ateş altında bulunduğu gerekçesiyle buna izin vermez.
Arıburnu ve Seddülbahir’de savaş alanlarını gezen ve ateş altında düşmana en yakın siperlere kadar giderek hangi şartlar altında bir savunma yapıldığına şahit olan şairlerden bazılarınca yazılan manzumeler daha sonra Harp Mecmuası’nda ve Yeni Mecmua’nın Çanakkale muharebelerine ayrılan fevkalâde nüshalarında yayımlanmıştır. İbrahim Alaeddin’in kitap haline de getirilen manzumeleri Çanakkale İzleri (1922) adını taşımaktadır; şair Siperler Arasında başlıklı manzumesinde, 18 Temmuz tarihinde fırka kumandanı Cafer Tayyar Bey refakatinde ileri siperlere doğru gidişlerini şöyle anlatır:
Kurşunların ıslığından daha nâfiz bir sadâ
“Eğiliniz, tehlike var, çabuk geçin buradan!”
Tenbihini fısıldadı, önde baktım ki hâlâ
Sarsılmayan bir burç gibi duruyordu kumandan.
Artık Türk’ün yüksek alnı eğilmiyor, anladım
Kul ölüme yaklaşmazsa dirilmiyor, anladım.
İbrahim Alaeddin, Bir Kurşun adlı manzumesinin başına şöyle bir not düşmüştür: “18 Temmuz 1331. Pazar günü Seddülbahir’de sağ cenâhın ileri siperlerini fırka kumandanı Cafer Tayyar Bey’le beraber gezmiştik. Orada bir mavzer aldım ve kum torbaları arasında teşekkül etmiş delikten düşman mazgalını nişanlayarak ateş ettim. Hayatımda ilk ve belki son defa olarak düşmana bir mermi atmış oluyordum”. Şair bu merminin ne mânâya geldiğini şu mısralarla anlatmıştır: “İşte gayzı, kini dolmuş rûhumun / Sana karşı hülâsası bu kurşun!”
Cepheyi gezen şairlerden Enis Behiç de İbrahim Alaeddin’e ithaf ettiği Çanakkale Şehitliğinde adlı manzumesinde “Düşündüm, sizleri anlatabilen / Bir ilhama sahip olmak isterdim (…) / Utandım bu aciz şairliğimden” diyerek cephede kanla yazılan destanı dile getirmede düştüğü aczi itiraf etmiştir. Mehmed Emin, Hıfzı Tevfik, Orhan Seyfi gibi şairlerin hepsi, yazdıkları manzumelerde, gerçekten, Mehmetçiğin kanıyla ve süngüyle imzaladığı savunmanın büyüklüğünü anlatmakta zorlanmışlardır. Şair olarak pek tanınmayan Hakkı Süha da duygularını Siperlerde adlı şiirinde anlatmayı denemiş, fakat pek başarılı olamamıştır. Edebî Portreleri’nde de sözkonusu geziye kısaca değinen Hakkı Süha Bey, berbat bir günde Arıburnu eteklerine tırmanırken Ahmet Haşim’le karşılaştıklarını anlatır. O Belde şairinin üzerinde ihtiyat zabiti üniforması, başında kabalak vardır. Gürültüden konuşmak kabil olmadığı için “bir daha görüşüp görüşemeyeceklerini kestiremeyenlerin o garip bakışmaları içinde” ayrılırlar.
9 Ağustos 1914 tarihinde askere alınan ve eğitimi tamamladıktan sonra 12 Kasım 1915’te ihtiyat zabit vekilliğine terfi ettirilerek cepheye gönderilen Ahmet Haşim’in Çanakkale’de neler hissedip neler yaşadığını yazık ki bilmiyoruz. Bu korkunç muharebelerin onun gibi hassas bir şairin kalbinde derin izler bırakmamış olması düşünülemez. Ancak şiirlerinde ve yazılarında Çanakkale muharebelerine en ufak bir îmânın dahi bulunmaması şaşırtıcıdır. Ruşen Eşref Diyorlar ki’de onun askerlik hayatını ve “Anafarta denizlerinin üzerindeki kırmızı gurûbları” kendisine zevk veren bir üslupla anlattığını söyler, fakat anlattıklarını nakletmez. Belki de Haşim askerlik ve savaş mîzâcına son derece aykırı iki kavram olduğu için Çanakkale hâtıralarından yazılarında hiç söz etmemiştir. Ölüm yıldönümlerinden birinde Nizamettin Nazif, Ahmet Haşim’in kahramanlığına, hatta bir atışta bir İngiliz dridnotunu batırdığına dair mübâlagalı hikâyeler anlatmaya başlayınca Nurullah Ataç dayanamaz, şunları söyler: “Ahmet Haşim Çanakkale’de bulunmuştu ama, öyle gemi filan batırdığını söylemezdi; orada karpuz kabuklarına bir şeyler okuyarak ay ışığına tutup şeffaf bir yemek haline getiren Hindli bir afsuncu tanımışmış, yalnız onu anlatırdı”.
Yakup Kadri de, Haşim’in Çanakkale hakkında birkaç tuhaf hadise dışında hemen hiçbir şey anlatmadığını, birgün “Canım, Çanakkale’de gördüklerin yalnız bundan mı ibaret?” diye sorunca, şairin “Bir de düşman bombardımanlarının havada bir patiska çarşafın yırtılışını andıran sesleri vardı” dedikten sonra gözlerinin ucuyla gülümseyerek şunları ilave ettiğini anlatır: “Benden bir kahramanlık neşidesi mi bekliyordunuz? Onu da her şey olup bittikten sonra izzet ve ikram ile Çanakkale’ye davet edilen şairlerden dinlersiniz. Şimdi, burada sizinle konuşan sadece ihtiyat zabiti Haşim Efendi’dir”.
Haşim’in en zor zamanlarında ateş hattında bulunduğu halde Çanakkale hakkında ısrarla susması, hükümetin savaşı uzaktan takip eden şair ve yazarları savaş destanı yazmaları için Çanakkale’ye gönderirken, onu, zaferin nasıl ve ne pahasına kazanıldığını bizzat yaşayarak görmüş bir şair olduğu halde yok saymasına bağlanır. Yakup Kadri’ye göre, Çanakkale’ye gönderilen heyet Türkçülerden oluşuyordu; Haşim ve Süleyman Nazif aslen Türk olmadıkları için davet edilmemişlerdi. Nazif bu yüzden Enver Paşa’ya ateş püskürmüştür; fakat Haşim öfkesini dışa vuramadığı için alaycı bir tavır takınmayı tercih eder. “Ama, diyor Yakup Kadri, içini nasıl bir kurdun yediğini ben biliyordum”. Çünkü Haşim, aslen Arap olsa da kendini duygu ve kültür bakımından Türk hissediyordu.
Çanakkale’de cepheleri on gün müddetle gezen ve Binbaşı Edip Servet Bey rehberliğinde Grup Kumandanı Liman von Sanders’i ziyaret eden Edebî Heyet’teki şairler ne yazık ki çok kuru ve zoraki yazıldığı izlenimi veren manzumelerle dönerler. Çanakkale destanı, hiç şüphesiz, en güçlü ifadesini Mehmed Âkif’in Âsım’ında bulmuştur. Köse İmam’ın dilinden “Şu Boğaz harbi nedir. Var mı ki dünyada eşi?” mısraıyla başlayan bölümde Çanakkale şehitlerine dikilen âbide gerçekten benzersizdir. Âkif’in eseri sayılmazsa, insanlık tarihinin en muhteşem savunma muharebelerinin ve en inanılmaz zaferinin edebiyatımıza yeterince aksettiği söylenemez. Hikâye ve romanda ise yakın zamanlara kadar hemen hiç yoktu.
Yalnız Ömer Seyfeddin’in Çanakkale’den Sonra adlı hikâyesinde her şeyden ümidini kesip hayata küsmüş bir Türk aydınının Çanakkale zaferinden sonra hayata nasıl döndüğünü ve milletine olan inancının nasıl tazelendiğini anlatır.
Reşat Nuri Güntekin Mehmetçik, Fahri Celaleddin de Keloğlan Çanakkale Muharebelerinde adlı hikâyelerinde Mehmetçiğin zaferi hangi ruhla kazandığını anlatmaya çalışmışlardır.
Mustafa Necati Sepetçioğlu ise üç kitaptan (Geldiler, Gördüler, Döndüler) oluşan ..Ve Çanakkale adlı romanında Çanakkale muharebelerini ve zaferini konu almıştır.
“Çanakkale Mahşeri”ne gelince; Mehmet Niyazi, kısa bir süre önce yayımlanan ve “belgesel” nitelik taşıyan bu büyük romanında bize o mahşeri bütün dehşetiyle yeniden yaşatmaktadır.
Aksiyon, Sayı: 953 / Tarih : 20-03-1999