Refik Halit KARAY: SÜLEYMAN ŞAH TÜRBESİ
SÜLEYMAN ŞAH TÜRBESİ
Refik Halit KARAY
…
Ben bu mezarı dışından değil, içinden ve içimden seyrettim. Aşiret beyi Süleyman Şah’ın mezarına kurulan kubbe, torunu Kanunî Süleyman’ın Avrupa ve Asya’da kurduğu imparatorluğun semâsıdır.
Sandukası çok uzundu: Ayak tarafı Basra’da ve başı Viyana’da idi. Ve çok genişti: Kafkas dağlarından Atlas silsilesine kadar!
Sandukası çok uzundu: Ayak tarafı Basra’da ve başı Viyana’da idi. Ve çok genişti: Kafkas dağlarından Atlas silsilesine kadar!
Türk Mezarı’nı arşınla ölçecek veya dürbünle görecek adamın burada işi ne? Onu bir fotoğraf camına aksettirmek veya bir kartpostal parçasına sıkıştırmak… Bu ne hoppalık! Yere serili halıdan veya tavana asılı kandilden ancak ayağının ve burnunun ucundan ötesini göremeyenler bahsetsin! Burada asıl seyredilecek şey Süleyman Şahın mezarına serdikleri halı değil, onun oğulları tarafından üç dünya kıt’ası üstünde hükmü yürütülen saltanat fermanı ve asıl bakılacak şey kubbesine astıkları kandil değil, evlâtlarının Azov kalesinden Cezayir surlarına kadar diktikleri hamaset (kahramanlık) bayrağıdır.
…Elli bin kişilik bir küçük kabilenin reisi bilir miydi ki nesli elli milyona hükmedecek, elli çeşit milletten ordular yapacak? Ve elli bin emîri karşısında selâma durduracak! Irak çöllerinde kavmine yurt aramaya çıkan bu başbuğ aklından geçirebilir miydi ki kabilesi Bursa’ya girecek, Edirne’ye yerleşecek, Bizans’a kurulacak; Mohaç ovalarına çadır kuracak, Vistül nehrinden atlarını sulayarak Balaton gölünde abdestini alacak? Cengiz’in hışmından terk-i diyâr eden bu Turan beyi ümit eder miydi ki kabına sığmıyan o Cengiz’den eser kalmıyacak ve kendi eseri ise Şarlken ile beraber Avrupa’yı taksim etmek olacak?
Düşünce ve hatıralarımın ağırlığı, başımı hürmet ve hayretle Süleyman Şah’ın çıplak sandukası önünde yere eğdi.
Öyle tahayyül ettim ki, Elcezire’nin yanık toprakla kuru ot kokan ve ceylân sürülerinin ayak sesleri işitilen durgun yaz gecelerinde, bazen Süleyman Şah sandukasından usulcacık çıkar, Fırat kenarına iner ve kendisini boğan fakat neslini kuran nehirle hasbıhâl eder.
Ona belki de der ki:
– Bana yol vermedin, fakat kabilem senden daha büyük sular üzerinden aştı, Tuna’yı atladı, Nil’den geçti. Onun Akdeniz’e hükmettiği ve Karadeniz’i kucakladığı devirler bile oldu… Bütün o haşmetli günler artık tarihtir, biraz serap, biraz hayaldir. Bunlarla övünmüyorum, avunuyorum ve sana hiç küskün değilim, bilâkis minnettarım, zira ey sevgili Murat Çayı, sen bugün benim küçülmüş fakat kuvvetleşmiş vatanımdan fışkıran ve bana neslinin selâmlarını, hürmetlerini getiren bir mübarek vasıtasın. Bırak, ırkımın hasretine susamış yanık bağrıma suların serinlik ve teselli versin!
Ve, Süleyman Şah’ın heybetli gölgesini, ay ışığı altında Fırat’a eğilip bir avuç su alarak iştiyakla içerken görüyorum.



























