Ziya GÖKALP: Ümit
ÜMİT
Ziya GÖKALP
Benim ruhum hava ile dolu bir şişeye benzer; bu şişe, hiçbir zaman, hayat menbaı olan müvellidül-humuza [oksijen] den mahrum kalmaz. Şişenin içindeki havayı bir muhalliyetül-hava [boşaltaç] vasıtasiyle istediğiniz kadar boşaltmaya çalışınız: Yine içinde biraz müvellidül-humuza kalır. Ruhumun kanına can veren manevî müvellidül-humuza da «ümit» tir. Ruhumu ne kadar boşaltsanız içinde biraz ümit kalır.
Etrafımda birçok yeis rüzgârları essin; bu rüzgârlar, içlerinde büyük fırtınalar gizleyen kasırgalar kadar şiddetli olsun. Bu sert rüzgârları birer birer ruhumdan geçiriniz. Hiçbirisi orada ışıldayan ümit kandilini söndüremez.
Ruhumu kardan, buzdan daha soğuk bir itimatsızlık kışı istilâ etsin. Bu kışın soğuğu şimal kutbunda bile rast- gelmeyeceğiniz bir bürudet olsun. Bu soğuk muhit içinde bile, ruhumun ümit ocağı sönmez, için için yanar.
Ümit, benim ruhumun zarurî ihtiyaçlarındandır. Bir nebat, nasıl gıdasız, havasız ve ziyasız duramazsa, benim ruhum da ümitsiz yaşayamaz.
Bazı ruhlar vardır ki muhitlerindeki bütün vakıalar, kuvvetli ümitler telkin ettiği halde, onlar meyus bulunurlar. Bu ruhlarla benim ruhum arasında zıddiyet vardır. Mantıklı bir ümitsizlik içinde yaşamaktansa, sebepsiz bir ümit içinde yaşamak daha hayırlı değil midir?
Bence, gayri makul bir ümit, mâkul bir ümitsizliğe müraccahtır. Yeis ruhları tahrip eden, en tehlikeli bir düşmandır. Bilhassa yeis bir ferdde değil de bir millette bulunursa, istikbal büyük bir tehlike içinde kalır. Ferdin ümitsizliği korkunçtur; fakat cemiyetin ümitsizliği belki yüz- bin kere ondan daha korkunçtur.
Bir memleket, maddî ümranca tahrip edilmiş fakat ü- midi sağlam kalmış olursa mütemadi imarlar sayesinde, yeniden bir güzel mamure halini alabilir. Meselâ, İngilizlerle Yunanlılar Anadoluyu baştan başa yıktılarsa da Türklerin ruhundaki ümit mamuresine dokunamadılar. Bundan dolayıdır ki Anadolu bugün yaşıyor ve istikbalde de yaşayacaktır.
Bazan, benim ruhum da hüsrana uğramış bir bahçe gibi, bütün yapraklarını, bütün çiçeklerini, bütün yemişlerini döker. Yalnız ümittir ki bu bahçenin kuytu bir köşesinde duran her-dem-taze bir ağaç gibi daima yeşilliğini muhafaza eder.
Nice hastalar vardır ki onlara, ilâç yerine ümit aşılamak daha hayırlıdır. Nice fakirler vardır ki onlara para yerine ümit vermek daha hayırlıdır. Nice mahpuslar vardır ki onlara hürriyet yerine ümit bahşetmek daha hayırlıdır.
Maddî kuvvetlerin yapamadığı işlerde ruhî kuvvetler muvaffak olur, Kuhî kuvvetlerin en tesirlisi ümittir.
Ümit altın gibidir: Hiçbir muhitte paslanmaz. Ümit elmas gibidir. Hiçbir kesici madde onu kesemez.
Ümit, ruhun gençliğidir, ümitlerini daima canlı olarak muhafaza eden adamlar, ne kadar yaşlansalar ihtiyarlamazlar.
Bu memleket bilhassa ümitle kurtulacaktır. Türklerin en büyük kuvvet menbaları ruhlarındaki ümittir. O halde, filosoflarımızın vazifesi bu ruhî hâleti idame için, Türklere bir ümit felsefesi yaratmaktır. Âlimlerin vazifesi bu millete bir ümit kanunu keşfetmektir. Şairlerin vazifesi bu millete bir ümit edebiyatı vücude getirmektir. Bestekârların vazifesi bir ümit şarkısı ibda’ etmektir, ümit, haricî kuvvetlere muhtaç olmakla beraber, kendisi de müessir bir kuvvettir; haricî sermayelere müftekir [bağlı] olmakla beraber, kendisi de velût bir sermayedir.
Hülâsa, ümit, haricî şeniyetlere [gerçeklere] müstenit olmakla beraber kendisi de ruhî bir şeniyettir. Diğer kuvvetleri, sermayeleri ve şeniyetleri ihmal etmemekle beraber, ümidin de kudretini ve mahsuldarlığını hiçbir zaman unutmamalıyız.
Hülâsa, yeis, cehenneme açılan bir pencere olduğu gibi, ümit de cennete açılmış bir penceredir. Daima cenneti temaşa etmek, cehenneme bakmaktan daha güzel değil mi?
Ben çocukluğumda şuursuz bir ümit sevkitabiisine [iç güdü] tâbiydim, onunla bahtiyar bir hayat yaşıyordum. Düşünmek devrine geçtikten sonra, bu uğurlu sevkitabiiyi de kaybettim. Bu kaybedişten sonra saadet perisi de bana veda etti. Fakat ben bu hale razı olmadım. Şeniyete [realiteye] müstenit bir ümit felsefesi yapmağa çalıştım. Şeniyetler arasında ümide istinatgâh [dayanak] olacak yegâne şeniyetin mefkûre [ideal] olduğunu anlayınca mefkûreye müstenit bir ümit felsefesi yaptım.
Mefkûre, dokunduğunu şeniyete kalbeden bir peridir. Yaratılmış ve kemiklenmiş olan İçtimaî müesseselere karşı, daima yaratıcı bir şeniyet halinde kalan mefkûre herhangi bir fikre, hayale, timsale temas ederse ona da mefkûrevî bir mahiyet verir. Kıymet hükümleri şeniliklerini mefkûreden alırlar.
Bir manzumeye dahil bulunan seyyareler [gezegenler], nurlarını manzumenin merkezindeki güneşten aldıkları gibi, bir cemiyetteki kıymet hükümleri de kudsiyetlerini menbaları bulunan mefkûreden alırlar. Bir cemiyetin mefkûresi değişince, onun içindeki umum kıymet hükümleri de beraber değişir. Yeni doğan bir mefkûre güneşi, seyyareleri ve peykleri onları binlerce kıymet hükümleriyle bir manzumei şemsiye gibi— beraber gelirler.
Meselâ, bugünkü Türkiyede bir müddetten beri «saltanat mefkûresi» sönerek onun yerine «milliyet mefkûresi» parlamıya başladı. Mefkûrenin değişmesiyle başlayan bu inkılâp, ikinci merhalede «kıymetlerin inkılâbı» suretinde tecelli etti. Meselâ saray memleketten çıkarıldı. Devlet lâik bir şekil aldı. Medrese darülfünunun içine girdi. Cumhuriyet kabul edildi ve ferdî hâkimliğin yerini tuttu. Eski saltanat ailesi memleketten çıkarıldı, üçüncü merhalede «müesseseler» in inkılâbı şeklini aldı. Yâni bu yeni kıymet kelimelerinden yeni kanunlar yapıldı, yeni teşkilâtlar çıkarıldı.
Alman filosofu Nietzsche: «Hakikî inkılâp, kıymetlerin inkılâbıdır» diyor. Halbuki yukarıdaki beyanattan anlaşılıyor: Kıymetlerin inkılâbından daha derin, daha köklü, daha dallı budaklı bir inkılâp vardır ki o da mefkûrelerin inkılâbıdır. Bir mefkûrenin inkılâbı yalnız şu veya bu manzumeye mensup müesseselerin değişmesiyle kalmaz. Bu tebeddül dinî, ahlâkî, hukukî, bediî, lisanî, İktisadî manzumelere mensup bütün müesseselerin köklerinden değişmelerini iktiza eder [gerektirir]. Eski bir mefkûrenin ölmesiyle yeni bir mefkûrenin doğması, yalnız kıymet hükümleriyle müesseselerin değil, eski mefkûreden doğmuş bütün bir medeniyetin de kökten değişmesini icab ettirir. Bu hal, mefkurenin çok kuvvetli bir «muhavvil-ül-ahval» [hâl değiştirici] olduğunu gösterir. Mefkurelerde şeniyetleşmek ve yeni şeniyetler yaratmak için mevcut olan bu muhavvil-ül-ahvallik hassası ümit felsefesinin temelidir. Alfred Fouillee «Her mefkûre şeniyetleşir» diyor. Bu «mefkûre kendiliğinden şeniyete münkalip olur» demektir. Durkheim’a göre, mefkûre istikbalde vücuda gelecek bir hedef değil, mazide yaşanılmış bir şeniyettir. O halde mefkûrenin şeniyetleşmesinden maksat, onun neticeleri olan kıymet hükümleriyle müesseselerin şeniyetleşmesidir. O halde, mefkûre kendi kendine doğup büyüyerek yeni bir medeniyeti, yeni bir milleti diriltmeye kadirdir, işte benim ümidim mefküredeki bu hâliklik [yaratıcılık] kudretine istinat ediyor. Cemiyetimizi imâr ve temdin [medenileştirmek] için benim en ziyade güvendiğim mefkûredir. Cemiyetin mefkûresi varsa, ona kendiliğinden refah, ümran, irfan hep beraber geleceklerdir.
(Cumhuriyet, 23 Ağustos 1924)