Ziya GÖKALP: TÜRKLERİN EN ZAYIF VE EN KUVVETLİ NOKTALARI
TÜRKLERİN
EN ZAYIF NOKTASI
VE
EN KUVVETLİ NOKTASI
Ziya GÖKALP
Dün ikindiden sonra yine Çınaraltı’na gittim. Meçhul feylosof orada idi. Selâmdan, hal ve hatır soruşlarından sonra, şu suali sordum:
– Türkler hangi noktada çok kuvvetlidirler ve hangi noktada çok zayıftırlar? Buna dair fikirlerinizi lütfen söyler misiniz?
– Türk milletinde mâşeri vicdan çok kuvvetlidir, bu hususta sair Şark milletlerine benzemez. Diğer Şark milletlerinde, henüz aşiret ve feodalizm teşkilâtı kalkmamıştır. Bu sebeple, onlarda yalmz zümrevi vicdanlar kuvvetlidir. Türklerde ise, aşiret ve feodalizm teşkilâtları kalmadığı ve her Türk köyü Avrupa köyleri gibi bir komün mahiyetinde bulunduğu için, umum millete şâmil gayet kuvvetli bir mâ- şerî vicdan vardır. Türkler, nice defa, harp ve felâket zamanlarında, bu maşeri vicdan sayesinde, büyük kahramanlıklar ve fedakârlıklar göstererek, cihan efkârı âmmesinde [halk efkârında] muhterem bir mevki kazanmışlardır. Türkleri askerlik hususunda birinci derecede bir millet yapan işte bu hasisedir. Türklerin tehlike zamanlarında daima bir rehberin arkasında birleşerek harikalar göstermesi mümkündür. Hususiyle, bu rehber, hem kahraman, hem de dâhi olduğunu fiiliyatla isbat etmiş bulunursa, bütün millet, tamamiyle tereddüt ve şüpheden âri olarak, her türlü tehlikelere onunla beraber atılmaktan çekinmez. Bu ruhî ve İçtimaî kudret, Avrupanın en.kudretli milletlerinde bile bu derece kuvvetli değildir.
Tehlike ve harp anlarında daima Türk milletinin mucizeler göstermesini bekliyebiliriz ve Türklerin hiçbir millette görülmiyen fedakârlıkları yapacağından emin olabiliriz. Türk milletinin daima güvenebileceğimiz en esaslı kudreti budur.
Türklerin en zayıf noktasına gelince, bu da, taksimi âmalinin [işbölümü] kâfi derecede derinleşmemiş olmasından ibarettir. Taksimi âmal, fertlerin mütehassıs olmasını ve yalnız mütehassıslara kıymet verilmesini icab ettirir. Bizde, şimdilik mütehassıslar azdır ve umumî malûmat sahiplerine, hezarfenlere daha çok kıymet veriliyor, işte bundan dolayıdır ki en yüksek mefkûrelere doğru atıldığımız ve en cezrî inkilâpları yapmak cür’etini gösterdiğimiz halde, her işin mütehassıslarını bulamamak yüzünden, tatbikatta sür’atli ve hatasız olamıyoruz. Bu noktadaki eksikliğimizi itiraf ederek derhal çaresine tevessül etmeliyiz. Mütehassıs yetiştirmek için Avrupaya çokça talebeler göndermemiz ve yetişmiş mütehassıslarımız varsa, onlara dört elle sarılmamız lâzımdır. Gustave Lebon başka bir feylesoftan naklen diyor ki: «Fransanın birinci derecedeki elli mühendisi, elli kimyageri, elli mimarı, elli tabibi, elli ziraatşinası, elli erkânıharbi, elli hukukçusu, elli iktisatçısı, elli maliyecisi birdenbire vefat etseler, Fransa milleti bir an içinde mahvolur; fakat, ihtisasla alâkadar olmıyan bütün idare heyeti bir an içinde hayatı terketse, Fransız milleti bunların yerine daha iyilerini bularak, yine eskisi gibi yaşamakta devam edebilir.»
Biz, mâşerî vicdanımızın çok kuvvetli olması sebebiyle, Avrupa’nın en kudretli milletlerinden biriyiz. Fakat taksmi âmalimizin o henüz başlangıç devresindebulunması ve az miktarda bulunan mütehassıslarımıza da kâfi derecede kıymet vermiyerek en ziyade iş görecekleri mevkilerden uzaklaştırmamız, milletimizi terakki sahasında daima yerinde sayar bir hale getirmiştir ve bu yolu takipte ısrar edersek, hiçbir zaman asrî bir millet olamıyacağımızdan ve Avrupa medeniyeti camiasına giremiyeceğimizden emin olmalıyız.
Yine sordum:
– Bu milletin en büyük mefkûreleri nelerdir?
Şu yolda cevap verdi:
– Bu milletin en büyük mefkûrelerini dört mefkûrede icmal edebiliriz: 1) Milliyetçilik, 2) Halkçılık, 3) Garp medeniyetçiliği, 4) Cumhuriyetçilik.
Türk milleti bu gayelere ulaşmak için mâşerî vicdan kuvvetiyle, neler yapmak mümkünse, hepsini yaptı. Fakat, yalnız ihtisaslar, taksimi âmal ve meslekî teşkilâtla yapılması lâzım gelen şeylere henüz başlamadı bile! Bu eksikliğimizi tamamlamaya çalışmak en büyük borcumuzdur. Bunun en sür’atli çaresi ve en kolay tedbiri Avrupa- dan mütehassıslar getirtmektir. Ben, Avrupa sermayesinin memleketimize girmesinden korkmadığım gibi, Avrupanm siyasî mahiyette olmıyan hakikî mütehassıslarına da tamamiyle güvenirim. Medeniyet beynelmilel olduğu gibi, onun mümessilleri olan hakikî mütehassısları da beynelmilel insanlardır. Meselâ Pasteur’ün keşiflerinden bütün milletler fayda görmüşlerdir. Diğer bütün kâşiflerin ve muhterilerin faydaları da günden güne bütün medeniyet âlemine şâmil olmaktadır.
Ben yine sordum:
– Taksimi âmal bu kadar ehemmiyetli bir âmil olduğuna göre, onun derinleşmesi büyük içtimaî değişmelere sebep olmak lâzımdı. Bu değişmeleri niçin görmüyoruz?
Şöyle cevap verdi:
– Avrupa’da Rönesansla başlıyan bütün inkılâplar, taksimi âmalin cemiyet hayatında yeni bir âmil olarak tesire başlamasının tabiî neticelerinden ibarettir. Meselâ «Rönesans» medeniyette inkılâp olduğu gibi, «reform» dinde inkılâp «renovasyon» felsefede inkılâp, «revolüsyon» siyasette inkılâp, «feminizm» kadınlıkta inkılâp, «sosyalizm» iktisatta inkılâp ve «İçtimaî terbiye» terbiyede inkılâp demektirler.
Taksimi âmalden evvel bu inkılâplara dair hiçbir ize tesadüf edilmezdi. O zaman, yalnız mâşerî vicdandan doğan mâşerî müesseler ve mefkûreler mevcut olabilirdi. O zamanki insanlar yalnız mâşerî vicdana ve mâşerî şahsiyete maliktiler. Ferdî vicdanla ferdî şahsiyet henüz fertlerde teşekküle başlamamıştı. Fakat, taksimi âmal derinleştikten sonra, iptida, meslekî vicdan, sonra da ferdî vicdan vücude gelmeğe başladı. Ferdî vicdan, ferdin cemiyetteki din, ahlâk, hukuk, sanat, lisan, siyaset, aile gibi müesseseleri kendine mahsus bir nüansla görmesi millî zemin üzerinde kendi ruhundan doğan nakışları işlemesi demektir. Ferdî şahsiyet sahibi, esaslarda kendi milletiyle mütesanit olmakla beraber, bunların tefsirinde tamamiyle şahsîdir.
Taksimi âmalden doğan bu yeni ruha ferdin istiklâli denilir ki Avrupa’da bugünkü terbiyenin üç hedefinden biridir. Diğer iki hedef de çocukların inzibatlı ve fedakâr olarak yetiştirilmeleridir.
Görülüyor ki taksimi âmal, içtimaî tekâmülü iki büyük kısma ayıran en mühim bir âmildir, içtimaiyat ilmi, cemiyetleri, taksimi âmalli olup olmamalarına göre iki büyük cinse ayırmıştır:
Kıt’avî cemiyetler, müteazzi [organize] cemiyetler.
Bunlardan kıt’avî cemiyetlerde yalnız müşterek vicdan vardır. Henüz, taksimi âmal kâfi derecede vücuda gelmemiştir. Müteazzi cemiyetlerde ise, mâşerî vicdandan başka, taksimi âmal ve onun neticesi olan ihtisas da teşekkül etmiştir. Yukarıda saydığımız inkılâplar milletlerin kıt’avî cinsinden müteazzi cinsine geçtiği zamanın zarurî ve tabiî neticeleridir, işte, bugün Türkiye bu merhalede .bulunuyor. Düne kadar kıt’avî bir cemiyettik. Bugünden itibaren müteazzi bir cemiyetiz. Şu kadar ki, bu yeni hayatın henüz başlangıcındayız. Taksimi âmalde ileri gittikçe yeni hayatta daha zengin olacağız ve gittikçe daha ziyade müteazzi bir cemiyet oldukça, Avrupa milletlerine medeniyetçe de müsavi olacağız.
(Cumhuriyet gazetesi, 12 mayıs 1924)