Yıldıray Çiçek: Hayalde Gör, Rüyada Gör, Düş’te Gör
Hayalde gör, rüyada gör, düş’te gör
— Aman be emmi!
— Ne var?
— Düş yorar mısın?
— Be adam, Biraz nefesleneyim, dur ki, yorgunum…
— Duramam.
— Neden?
— Fenâma gider beklemek de…
— Vah! Vah! Vah! — Bilir misin ki ne gördüm…
— Hayırdır inşallah!
— Yemek yiyip yatıverdim, tamam yarıydı gece, Bir öyle hayvana bindim ki, seçmedim iyice.
— Peki, o bindiğin at mıydı, anlasak, neydi?
— Bilir miyim?
Yalınız dört ayaklı bir şeydi…
Katır mı desem?
Eşek mi desem?
Öküz mü desem?
İnek mi desem?
Al at mı desem?
İdiç mi desem?
Koyun mu desem?
Çepiç mi desem?
***
Dört ayaklı olsun, iki ayaklı olsun bazı hayvanlar kimi zaman kabus, kimi zaman da salih bir rüya olarak insanların rüyasında görünür ve bu tür rüyalarda yorumculara malzeme olur. “Ben rüyamda şu hayvanı gördüm, acaba ne anlama geliyor?” diye sorulur. Sonra da rüya yorumcusu kişi “Hayır olsun inşallah” diyerek başlar rüyayı yorumlamaya… Rüyada hayvan görmek, gördüğün hayvanın çeşidine göre olumlu-olumsuz neyse o yorumlanır.
Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de de gündelik hayatta insanların istifade ettiği, hayatını kolaylaştırdığı, besin ihtiyacını giderdiği, bazı kıssalara konu olanlar ile birlikte temsilde de kullanılan hayvanlar olmak üzere 27 hayvan ismi zikredilmiştir. Kur’an’da zikri geçen hayvanlar şunlardır: Aslan, at, balık, bal arısı, bıldırcın, bit, çavuş kuşu, çekirge, deve, domuz, eşek, fil, hüdhüd kuşu, inek, karga, karınca, keçi, koyun, kurbağa, kurt, köpek, maymun, pervane, sinek, sivrisinek, örümcek, yılan.
Kur’an-ı Kerim bazı ayetlerinde, insanları hayvanlar üzerinden değerlendiriyor. Mesela şu ayet buna bir örnektir:
“Gerçekte onlar hayvanlar gibidirler. Denilebilir ki, hayvanlardan daha başı boş, daha kötü bir hayat tarzı yaşamaktadırlar. (Bkz. Kur’an-ı Kerim, 67/10.)”
Geçtiğimiz haftalarda, ailemi kaygılandıran bir rahatsızlık geçirdiğim günün gecesinde ben de rüyamda seri kâbus gibi olan bazı hayvanların geçidini gördüm. Domuzlar, tilkiler, çakallar, sırtlanlar, sağdan sola, soldan sağa delirmiş gibi koşuşturuyor, yılanlar sürünüyor, akbabalar tepede uçuşuyorlardı. Hepsinin bir acelesi var gibiydi. Kimi kolumu, kimi bacağımı yakalamıştı. Kimi saldırıyor, kimi geri geri kaçıyordu. Sonra hepsi topluca yeniden saldırıyordu. O da ne? Sonra hepsi sırasıyla bir insan suretinde görünüyor, sonra tekrar hayvan suretine dönüşüyorlardı. Hayvanlar grubunda her biri birbirine karışıyordu. Yazar George Orwell’ın “Hayvan Çiftliği” kitabındaki “Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine, bir insanların yüzlerine bakıyor; ama onları birbirlerinden ayırt edemiyorlardı. “(syf.152) cümlesiyle yaptığı tarif gibiydi rüya…
Gerçek hayatta sürekli gördüklerimizden oluşan bilinçaltının şekillendirdiği bir rüya bu olsa gerek…
Hasbelkader edindiği kutsal sıfatın istismarında, keyfini, zevkini, işini, mülkünü, tapusunu takip etmekten ve haram yemekten domuza dönüşen suratlar…
Ömrü davasına, davası ömrüne denk düşen, ömrümüzü ömrüne hiç düşünmeden feda edeceğimiz ve her daim “ömrüne bereket!” dualarımızda olan, ne zaman bir sendeleme yaşasa, ne zaman hastane yolunda görünse, bizim yüreğimizin kan ağladığı, gönlümüzün “Derdi derman olan derde düşmüşüm/Nemlidir gözlerim, o günden beri.” sözleriyle terennüm ettiği o zamanlarda; sağlığı işaret edilerek hakkında “Durumu malum” diyenler, hemen “gelecek hesabında” navigasyonuna dönüşüp konum ve tarih belirleyenler, anında yön tayin edenler, tuttuğu hesap defterini önüne açarak “oradan bu kadar, buradan o kadar” hesabıyla gökyüzünde uçuşarak akbabaya dönüşen suratlar…
Dost, arkadaş görünümünün sahteliğinde herkesin yanında olup, hiçbir değer yargısı taşımayan, kişisel ikbali ve menfaatleri için terazide sürekli denge arayan, hem oralı hem buralı konargöçer yaşamını sürdürürken tilkiye dönüşen suratlar…
Gelecek günlerin hesabında adam eksilten, adam yerleştiren, adam itibarsızlaştıran; tüm bu hesabı için her yalanı gerçek, her iftirayı mutlak doğru olarak sunmayı marifet sanan çakala dönüşen suratlar…
“Bize ne kadar pay düşer?” diyerek her gelişme karşısında fırsat kollayan, payı için koku aldığı yere doğru yönelen, saldırarak kendisine hak gördüğü hissesini kapmak için en uygun zamanı bekleyen sırtlana dönüşen suratlar…
Sürünerek çıktığı yerlerde “Suyunu içerken” bile onu/bunu sokan, en masum zihinlere zehrini akıtarak tatmin olan yılana dönüşen suratlar…
Ozanların haykırışındaki gibiydi her şey: “Sandıklarım Sandıklarım, Açılsın Sandıklarım/ Hayvandan beter çıktı/ İnsandır sandıklarım.”
Rüyamda bunları toplu halde görünce, aynı anda hallerine gülüyor halimize ağlıyordum. “Şüphesiz O güldürür ve ağlatır” (Necm Sûresi, 43)
Ter /su içinde kalıp uyandıktan sonra “Şeyh Ali’nin Ta’bîrnâme’sinde Rüya Türleri ve Hayvan Motifleri” eserindeki şu dua aklıma geldi:
“Allah’ım kendimi sana emanet ettim. Sana yöneldim, işlerimi sana havale ettim. Senden başka sığınılacak kapı yok, senden kaçacak yer de yok. Şanın yücedir. Yücesin, zengin olan sensin, biz fakiriz, senden bağışlanma isterim rabbim ve sana tövbe ederim. Ey Allah’ım bana doğru rüyalar göster. Yalan olmayan, menfaatli, zararlı olmayan. “
Merhum Mehmet Akif Ersoy o eserinin devamında diyor ya:
— Ne kadar doğru! Hocam, hayra yorulmaz bu gidiş.
— Sen o rüyaya hakikat deyiver, tam bizim iş.”
Ey rüya yorumcusu, sana sesleniyorum!
Ne zaman başlayacaksın bu rüyayı yorumlamaya?
“Hayır olsun inşallah” diyelim mi?
Doğruyu söylemek gerekirse yeni görmedim bu rüyayı, son yıllarda gerçek’te ve düş’te sık sık cebelleşiyorum bu rüyayla. Sadece ben değil; yüreğinde samimiyet, iradesinde sadakat yüklü olan kime sorsan insan suretine dönüşen hayvanları rüyalarında görüyor. Bazen de görmediği rüyayı görmüş gibi anlatan, kendi yaptıklarını “başkası yapıyor gibi” tasvir edenler de yok değil… Kim kimdir? Kim, kim değil? Anlamak ve bilmek gerçekten çok zor… Herkesin herkese benzediği, kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinmediği yahut fark edilmediği bir ortamda salla gitsin… Tutarsa çoğalan, tutmazsa eksilen hanesine yazılır nasıl olsa…
Bu yaşananlara ne denir ki?
Adaletli bir karakter terazisi, vicdanlı bir idrak aranılandır ve Allah’tır tek sığınılacak olan…
Gün geldi, rüyalarımızı gözümüzle gördüğümüz, kulağımızla duyduğumuz derecesinde yorumladık. Rüya yorumcularına iş bırakmadan…
Kâh, “O Günden Beri” başlığında…
Kâh, “Beslediğiniz Hangi Kurt Kazanacak?” başlığında…
Kâh, “Rolünüz Nasıl Gidiyor?” başlığında…
Kâh, “Mücadelesiz Sıfat, Sadakatsiz Hayat” başlığında…
Kâh, “Herşey Göründüğü Gibi Değildir” başlığında…
Kâh, “Yere Düşen Levha Deneyi” başlığında…
Kâh, “Merdivene Şerefle Çıkmak, Şerefle İnmek” başlığında…
Kâh, “Tehlike Var, Uyaran Kırlangıç Var” başlığında…
Ve daha nice yazı başlıkları altında…
(Bu yazıların tamamı önümüzdeki haftalarda çıkacak olan “Beslediğiniz Kurtların Savaşı” isimli kitabımda yer alacak.)
İnsan suretindeki hayvanlar, herkesin fani dünyadaki rüya sınavlarından birisi olduğu muhakkak. Benim rüyam ise “başkasının ağzından” değil, yaşadığımın tasviridir.
Gruplar halinde domuzlar, tilkiler, çakallar, sırtlanlar koşuştursun, yılanlar sürünsün, akbabalar uçsun… Biz de “Belki kurt yalnızlığı düşecek hissemize” diyerek, kalabalıklar içindeki tenha köşelerimizden izleriz olanı-biteni, geleni-gideni, uçanı-kaçanı ve hesap üzerine hesap yapanları… Lakin yüreğimiz mahşer yeri gibi bilinsin… Duadan, kelamdan ve kalemden başka da yoktur silahımız ve zırhımız…
Fedakârlık vazgeçmekle, elinin tersiyle itmekle olur. Mal, mülk, sıfat yığarak, sürekli dünya menfaatleri için hesap yaparak, azgın nefsin için kılıktan kılığa girerek olmaz. Nerde görülmüş böyle hesapçı, çıkarcı, riyakâr fedakârlık?
Sadakat, “Bana ne kazandıracak?” diye borsadaki hisse senedi değildir. İyi günde, kötü günde değişmeyen; kaynağını sevgiden, saygıdan alan hesapsız bir bağlılıktır. Almadan vermektir. Uğrunda ölümü göze almaktır. Hacı Bektaş-ı Veli ne güzel ifade etmiş: “Sadakat gülü koparmak değil, koklamaktır.”
Aldığın nefesini sayan akbabaların, sadece kendi nefsini doyurmayı düşünen domuzların, her türlü kurnazlıkla sadece avlanmayı düşünen tilkilerin, çakalların, sırtlanların sadakati mi olur?
Ölç, biç, tart, sınavdan geçir… Kaç kişi fedakârlık, sadakat, vefa, cefa, ahlak erdemlerinden yolda dökülüyor, şahit ol! Dışarıdaki üç kuruşluk hesaplar için itibar nasıl ayaklar altına alınıyor, gör! Hayatları boyunca kırk kapı gezmiş fikirsizler, fikrimizin genetik kodlarını nasıl satıyor, bunu bil!
İlk gördüğüne kanma, son gördüğüne de aldanma… Ön yargıdan değil de idrak süzgecinden geçmiş son yargı; doğruyu yalandan, iyiyi kötüden ayırır. Mesele, iyi ve kötü keşfine çıkmak değil. Bunun adı “Bilenler /Bilmeyenler, Görenler/Görmeyenler, Umursayanlar/ Umursamayanlar, Hissedenler / Hissetmeyenler” ayrışmasıdır.
Gözüyle gören gördüklerini, kulağıyla duyan duyduklarını işte bu ayrışmada kaybediyor. İspatı olan ve kesinleşmiş doğrular, itibarsızlaşıyor ve yaşanmamış sayılıyor. Bunun en temel sebebi de önyargının ve son yargının herkese eşit uygulanmamasıdır.
Rüya tasvirleriyle süslü bu yazımda insan suretinde hayvanlardan bahsetmişken, bir de “Yılanlı, Gelincikli” ibretlik bir hikâye anlatalım bazı anlamlar yerine tam otursun:
Çocukları olmayan evli bir çift, her gün olduğu gibi yine tarlaya çalışmaya gitmişler. Çalışırlarken bir yılan ile gelinciğin kavgasını izlerler.
Anne gelincik, “yavrusunu yemesin” diye kendini yılana yem eder ve yılan çekip gider.
Yavru gelincik orada tek başına kalır. Kadın; bey yazıktır evimize götürelim besleyelim der ve eve götürürler.
Aradan zaman geçer, bu çiftin çocukları olur ve tabi gelincikte büyümüştür evin bir parçası olmuştur.
Birgün bu çift acil tarlaya gitmeleri gerekiyor ama bebek evde uyuyor.
Erkek; “Bir şey olmaz beş dakikaya geliriz “der ve sırtlanırlar küreklerini tarlaya giderler. Geldiklerinde kapıyı bir açarlar, bir de ne görsünler? Gelincik ağzı kan/ revan içinde evin içinde dolaşıyor!
Bunu gören adam kan beynine sıçramış ve elindeki kürekle vura vura gelinciği öldürür. Sonra bütün odalara bakarak çocuğunu arar ve bir bakarlar ki çocuk odasında mışıl mışıl uyuyor. Bebeğin diğer yanına baktıklarında ise ölü bir yılan görürler ve anlaşılır ki gelincik bebeği korumak için yılanı öldürür.
Adam dizleri üzerine çöker. “Aman Allah’ım ben ne yaptım nasıl böyle bir yanlış yaparım” diye yıllarca kendini yer bitirir.”
Ön yargıları yıkmak için güzel bir hikâye değil mi?
Rüyalarımda artık kâbus olan hayvan suretinde insanlar görmek istemiyorum.
Şair ahvalimize ışık tutmuş adeta…
“Uykuları harman ettim, savurdum
Bir mübarek düş aradım kırk sene.
Ne usandım, ne yoruldum, ne durdum
İçi doğru dış aradım kırk sene.”
Rüyalarımızı Türk’ün şanlı mazisi ve atisi süslesin, ülkülerimizin parıltısı aydınlatsın. Şevkle, heyecanla, azimle uyanalım derin uykulardan… Fazilete, erdeme, iyiliğe, dostluğa, vefaya koşsun ruhlarımız, bedenlerimiz… Düşmanı, kötüyü, hesapçıyı ise kahretsin bu halimiz…
Öyle rüyalar görelim ki…
Çin hâkimiyetindeki esir Göktürkleri kurtarmak için 40 yiğidiyle Çin sarayını basan Kür Şad‘ın cesaret ve kahramanlığı olsun varlığımızı diri tutan…
1071’de Bizans ordusunu bozguna uğratarak Anadolu’nun kapılarını Türklere açan Büyük Selçuklu Devleti hükümdarı Sultan Alparslan’ın asaleti olsun geleceğe yeni ülküler bırakan…
Anadolu’nun manevi sultanları Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevi’nin, Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin, Ahi Evran’ın, Pir Hacı Bayram Veli’nin, Yunus Emre’nin, Akşemsettin ’in ışık saçan yaşantıları, mücadeleleri, öğretileri olsun birliğimize birlik katan…
Osmanlı imparatorluğunun kurucusu Osman Gazi’nin, İstanbul’u fethederek çağ açıp çağ kapatan Fatih Sultan Mehmet’in, üç kıtada hakimiyet kuran Osmanlı Padişahlarının dehası, hükmü, azameti olsun…
Cepheden cepheye koşarak, yedi düvel düşmanı denizde, karada ezerek emperyalizmi boğan, düşmanları bozguna uğratan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Mustafa Kemal Atatürk’ün zekâsı, ülküleri, mirasları olsun…
Vatana, millete, bayrağa âşık, ülkülere sevdalı milyonlarca genç yetiştiren, Türk’ün düşmanlarına milli set kuran Başbuğ Alparslan Türkeş’in zindandan yılmayan, idamdan korkmayan, her daim Türklük için haykıran heybeti olsun…
Başta idam edilerek şehit edilen Mustafa Pehlivanoğlu, Cevdet Karakaş, İsmet Şahin, Fikri Arıkan, Cengiz Baktemur, Ali Bülent Orkan, Ahmet Kerse, Halil Esendağ, Selçuk Duracık olmak üzere tüm Ülkücü şehitlerimizin aziz ruhları, onların candan ve canandan vazgeçen fedakârlıkları, sarsılmaz imanları olsun…
Kâşgarlı Mahmud, Ali Kuşcu, Piri Reis, Biruni, Hezarfen Ahmet Çelebi, Ziya Gökalp, Hüseyin Nihal Atsız, Galip Erdem, Mehmet Emin Yurdakul, Yahya Kemal, Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, Mithat Cemal Kuntay, Orhan Seyfi Orhon, Dilaver Cebeci, Arif Nihat Asya, Osman Yüksel Serdengeçti, Mehmet Akif Ersoy, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Namık Kemal, Yusuf Akçura, Erol Güngör, Dündar Taşer, Abdurrahim Karakoç ve daha nice Türk bilim adamlarının, aydınlarımızın, şairlerimizin beynimize, ruhumuza milli ışık saçarken, ufuk açarken zihnimizde yeri olsun…
Onların emanetlerini, miraslarını korumak, eserlerini nesilden nesile aktarmak, onlar gibi bilimde, ilimde, sanatta üretmek için gecemizde gündüzümüzde, aklımızda yüreğimizde, yolumuzda yöremizde, ruhumuzda bedenimizde her daim onlar olsun…
Ne demişler: “Büyük işler başarmak için sadece harekete geçmek yetmez, ne yapmak istediğimizin rüyasını da görmek gerek, sadece rüyasını görmek yetmez; rüyanın gerçekleşeceğine inanmak gerek.”
İnsanı insan, hayvanı hayvan suretinde, birbirine karışmamış halde görürsek hem biz hem de rüya yorumcuları oldukça rahatlayacaktır. Kâbus gibi rüyalar görmektense, bugünlerde davamız, ülkülerimiz için biraz uyanık yatmanın vaktidir. Olur da derin bir gaflet uykusundan kalkınca Şeyh Ali’nin Ta’bîrnâme’sindeki duayı bol bol zikretmenin tam zamanı olacaktır.
Yüce Allah’a ettiğimiz dualarda ve yeminlerde “Ömrüne bereket!” dediklerimizin izi yolumuz, dava namusu, ahlakı, ilkeleri ölçümüz olsun… Gerisi Lafügüzaf…