# Etiket
#Kültür/Sanat #Öneriler

‘Turan Şairi’ Ergeş Uçkun ve ‘Çapandaz’ / Hayati BİCE

‘Turan Şairi’ Ergeş Uçkun ve ‘Çapandaz’

– Ergeş UÇKUN /  Şiirleri, Makaleleleri, Mektupları, Hakkında Yazılanlar / Arslan KÜÇÜKYILDIZ’ın Kitabı Üzerine Notlar-

Dr. Hayati BİCE

Arslan Küçükyıldız’ın hazırlayıp Bengü yayınları arasında yayınlanması ile elimize ulaşan Çapandaz kitabı üzerine sohbet edilen “Kuşlukta Yazarlar” toplantısı biterken, kitabını adıma imzalayan yazarına eser hakkında bir değerlendirme yazısı yazma sözü verdim. Türk Ocakları’nın en önemli kültürel faaliyetlerinden olan kahvaltılı “Kuşlukta Yazarlar Buluşmaları” programını, yaklaşık bir yıldır,  bir grup okur/yazar arkadaşı ile birlikte istikrarlı bir şekilde sürdüren Arslan Küçükyıldız, “Çapandaz” adlı hacimli bir eser ile “Turan Şairi” olarak adlandırdığı Ergeş Uçkun’a vefasını göstermişti. “Kuşlukta Yazarlar Buluşmaları”nda yeni çıkan eserleri gündeme taşıyarak, yazarlarımız arasında bir dostluk ortamının tesisini hedefleyen Küçükyıldız’ın bu çabalarını karşılıksız bırakmak, vefasızlık olurdu doğrusu…

Ergeş Uçkun’un severek kullandığı bir mahlas olduğu için kitaba, kapak ismi olarak seçilen “Çapandaz” kelimesi ülkemizde hemen hiç bilinmez. Çapandaz,  bütün Türkistan’da Bozkurt, Oğlak ve Buzkaşi  isimleri ile bilinen ve ciddi olarak güç-kuvvet yarıştırmak, at sırtında oynandığı için aynı zamanda iyi at binmek  olan sert oyunda, alandaki kesilmiş hayvanı herkesin elinden çekip alarak hedefe ulaştıran ve birçok yarışı hep birincilikle bitiren kişi; usta, yiğit oyuncu demektir.

Yaklaşık beş yüz sayfa hacmindeki kitapta Arslan Küçükyıldız’ın vukufiyetle kaleme aldığı bir Giriş yazısından sonra, Ergeş Uçkun’un Şiirleri, Türkistan ve Afganistan konulu makaleleri, İslam ve Müslümanlar hakkındaki mektup ve yazışmaları ile son olarak da hakkında yazılan yazılar bölümlerine yer verilmiştir. Kitabın en sonuna eklenen Ergeş Uçkun ile ilgili resimler de birer belge olarak değerlendirilebilir. [1]

Kitabda bir eksik olarak gördüğüm Dizin kısmının -en azından Kişiler Dizini şeklinde- kitabın sonunda yer almasının kitabın belge niteliğinin bir gereği olduğunu değerli yazarına buradan iletmek isterim. Bir diğer önerim kitapta ismi geçen ancak genel kamuoyunun pek de iyi tanımadığı Muhammed Salih, Zahir Şah, Davud Han, Hamid Karzai, William Campbell, Kofi Annan gibi isimler hakkında kısa bir şahıslar sözlüğü eklenmesidir. Yine kitapta yer alan yazılarda geçen Türkistan’ın orijinal atasözleri ve deyimlerini de kitabın eki olarak bir arada sunmak eserin akademik değerini arttıracaktır.

Ergeş Uçkun, internetin ülkemizdeki ilk yıllarında, Türk milliyetçilerinin önemli adreslerinden olan Türk Gazete Topluluğu (TGT) yazışma grubunda paylaştığı bazı yazıları nedeniyle, ülkemizde kısmen de olsa tanınmıştı.  Merhum Uçkun’un, Arslan Küçükyıldız tarafından hazırlanan bu eser vasıtası ile hem daha geniş bir çevrede –hayli gecikmiş sayılsa bile- tanınacağını ve hem de Ergeş Uçkun’un bu kitapla bir araya getirilen yazılarında dile getirdiği gerçekler ile de tarihe not düşülmüş olacağını düşünüyorum.

Toplantıya katılan değerli ülküdaşım, Lütfi Şahsuvaroğlu’nun “Çapandaz” kitabının öznesi olan Ergeş Uçkun’u evinde misafir etmenin sağladığı görgü tanıklığı ile naklettikleri ve bu arada ülkemizin resmî devlet aparatının Türk yurtları konusundaki cehaletini Afganistan Türkleri örneğinde eleştirmesi toplantının -hiç değilse benim için- önemli ayrıntıları idi.

 

“Turan Şairi” Ergeş Uçkun Kimdi?..

Arslan Küçükyıldız, hayatını Turan için harcamış bir şahsiyet olarak isabetle “Turan Şairi” diye tanımladığı ve şairâne sözlerle “Kışlağı Horasan, menzili Bakû, yaylası Almatı, sevgilisi Ankara, aşkı Aşkabat, gönlü Taşkent ve Semerkand olan koca şâir” kelimeleri ile ruh dünyasının zenginliğini yansıttığı Ergeş Uçkun’un hayatını şu şekilde özetlemektedir:

“Güney Türkistan (Afganistan) Özbek Türklerinden olan Şahımerdankul Hanoğlu Ergeş Uçkun, Afganistan’ın Meymene vilayetine bağlı Andhoy’da 21 Şubat 1927’de doğdu. 1938-44 yılları arasında Anthoy İlkokulu’nu bitirdi. 1950 yılına kadar Kabil Darül-muallimînin’de okudu. 1950-52 yılları arasında Kabil Darülfünunu’nda kimya ve biyoloji okudu. 1952-54 yılları arasında Anthoy’da öğretmenlik yaptı. Siyasî dalgalanmalar yüzünden Meymene’ye gönderildi. 1957 yılına kadar Ebu Ubeydî Cuzcânî Lisesi müdür muavinliği görevinde bulundu. O zamanki Afgan Hükümeti’nin Türklere karşı açtığı yok etme siyasetine isyan ederek sevdiği mesleği ve vatanından ayrıldı. Yıllar sonra eşine, “12 yaşından itibaren Turancılık adına yaşadığını ve köy köy dolaşarak haksızlığa uğrayan Türklere yardım etmeye çalıştığını” anlatmıştı. Uygulanan politikaya karşı geldiği için Afgan hükümetince, ölü ya da diri olarak yakalanması için para ödülü konmuştu. Çocukluğundan beri, bütün Türklerin tek bir çatı altında yaşaması gerektiğini savunmuş, şiir ve yazılarıyla birlik ve beraberlik sağlamaya çalışmış, işkence gören Türklere destek vermişti. Başı için ödül konulunca, yaya olarak önce Pakistan, oradan da İran’a kaçtı. 1957’de de “Ay yıldızıma kavuştum” dediği Türkiye’ye sığındı.

1957-1961 yılları arasında Adana’da Toros İlkokulunda öğretmenlik yaptı. 1961 yılında eşi Türkan Hanımla burada tanışarak evlendi. Aldığı 160 lira maaşla geçinemeyince aynı yıl istifa etti. İngilizce bildiği ve Kimya, Biyoloji eğitimi aldığı için Mersin Ataş Rafinerisi laboratuarında işe alındı. 1974 yılında oradan da ayrıldı. O dönemlerde insanların birbirlerini öldürmelerine neden olan karşıt siyasi görüşlerin hâkim olması, 4 erkek çocuk sahibi olarak aileyi korkutmuştu. Asıl hedefi hadiselerin kaynağından gelişmeleri takip etmekti. Timuçinhan, Timurhan, Belidahan ve Aybarshan adlı oğullarını bu kargaşadan uzaklaştırmak için bir arkadaşı aracılığıyla Amerika’ya gitti. Princeton’da Mobil Oil’de teknik eleman olarak çalışmaya başladı.

1990’lı yıllarda Türk Dünyasının yeniden bağımsız Devletler halinde uyanışı onu ümitlendirmişti. 1996’da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde 4’üncüsü yapılan Uluslararası Şiir Şöleni’nde verilen ve 3 büyük ödülden biri olan ‘Şeyh Galip Ödülü’ne layık görüldü. Yaklaşık 30 yıl ABD’de yaşadıktan sonra yeniden Türkiye’ye döndü, Silifke’ye yerleşmeye karar verdi. Bir ev yaptırdı. En verimli döneminde, yanılmıyorsam 2004’de Yazarlar Birliği’nin Strazburg’da düzenlediği Şiir Günlerine katılmıştı. Bu seyahatten dönüşte felç geçirdi ve konuşamaz oldu. Bir volkanın lav püskürememesi gibi bir durumla karşılaşan Ergeş Uçkun, o seksenlik genç, suskunluğunu yaşıyordu.

Türkiye ve Afganistan’da çeşitli yayın organlarında Türk Dünyası ve Türklük meselelerine ilişkin pek çok araştırma ve inceleme yazıları çıkan Ergeş Uçkun’un, “Yurt Koşugları” adlı bir şiir kitabı ile bazı şiirleri Prof. Dr. Orhan Söylemez tarafından yayına hazırlanarak Ötüken Yayınları arasında yayınlandı. Uçkun’un, Türkçe, Arapça, Farsça, Urduca ve Tacikçe şiirleri bulunuyordu. Düz yazıları da en az şiirleri kadar etkileyici ve önemlidir. Çok sayıda yayına hazır kitabı bulunan fakat sağlık sorunları nedeniyle artık basılamayacağına üzülen Uçkun, yaklaşık on yıldır Mersin’in Silifke ilçesinde yaşamaktaydı. 82 yıllık çileli bir yolculuğu 25 Mayıs 2009 tarihinde Silifke’de geçirdiği bir kalp krizi ile noktalandı ve Hacı Ergeş Uçkun,  Hakk’ın rahmetine kavuştu. Geçirdiği felç nedeniyle son yıllarında konuşamayan Uçkun 36. Silifke Kültür Haftası etkinlikleri dolayısıyla ilçede bulunan Türk Dünyası Halk Oyunları ekibinin gösterisi sırasında fenalaştı. Ömrünce Turan için çalışan Şairin, Türk Dünyasının birliği için, Turan için atan kalbi bu heyecana dayanamamıştı. Silifke Devlet Hastanesi’ne kaldırılan Uçkun bütün müdahalelere rağmen kurtarılamadı. Öldüğünde ‘vatanım’ dediği Silifke’ye gömülmek istemişti, 26 Mayıs günü düzenlenen törenle Silifke’de toprağa verildi. Mekânı cennet olsun.”

“Ergeş Uçkun’a Borcumuz Var”

Ergeş Uçkun’a bütün Türk milliyetçilerinin bir vefa borcu olduğunu vurgulayan ve Çapandaz kitabını bu borcun bir kısmının yerine getirilmesi duygusu ile hazırladığını belirten Küçükyıldız, bu konuda şunları yazmıştır: “Milletimiz böyle kıymetli evlatları kolay bulmuyor ama çabuk kaybediyor. Türk dünyasına sahip çıkmaya çalışıyordu ama maalesef Türk dünyasına gönül verenler de kendisini yalnız bırakmıştı. Şiirlerini dünyanın her yerindeki Türk’ün okuyup anlayabileceği şekilde yazıyordu. Türk Dünyasına gelmiş ve gelebilecek tehlikeleri onun kadar iyi takip eden ve yorumlayan birini daha tanımadım. Ergeş Uçkun, ABD’de Türk Dünyasını bölme, parçalama ve yönetme çalışmalarını yakından takip etmiş, çıkardığı Çapandaz Dergisini kendi kıt imkânlarıyla çıkarıp Türk Dünyasına, Afganistan’a ulaştırmaya çalışmış, şiirleriyle, yazılarıyla Türk Milletini uyarmaya, ayağa kaldırmaya, birleşmeye bütünleşmeye çağırmıştı. Yaşarken kıymetini bilemediğimiz son Dedem Korkut’umuzdu diyebilirim. Basılmamış şiir ve yazılarının basılması ve adını yaşatmak için Adana Toros İlkokulu’na adının verilmesi gibi konularda Türk milliyetçilerine gayret etmek düşüyor.”[2]

***

Ergeş Uçkun’un Yazılarından İki Alıntı

Arslan Küçükyıldız’ın önünde saygı ile eğilinmesi gereken bir vefa borcunu yerine getirme duygusu ile hazırladığı eserde Türkistan Türkleri hakkında birçok değerli bilgi ve veri ile Turan için çarpan bir yürekten yükselen feryadları bulabileceksiniz. Hâlâ dünya gündeminin ilk sıralarında olan Afganistan’da olan bitenleri anlamak için, Uçkun’un “Kabil Niçin Yanıyor?” gibi yazılarını okuduğunuz takdirde, sağlam bir bakış açısı edineceksiniz.

Uçkun’un kitapta yer alan yazılarında bahsettiği kişilerden önemli bir kısmını şahsen tanıdığım için,  Küçükyıldız’ın kitabını okurken bir çok anı da gözlerimde canlandı.[3] Afganistan’da neredeyse bir asırdır zalimler eliyle inletilen Türk oymaklarının birbirleri ile ilişkilerinin dar kabilecilik boyutlarını bir türlü aşamamasının yol açtığı zafiyetin ve bunun vahim sonuçlarının somut örneklerini de Ergeş Uçkun’un Türklük derdi ile yaralı yüreğinden okumak mümkün oluyor. Toplantıda dile getirdiğim şekilde, son asrın Türk kahramanları arasında yerini almış olan Mustafa Abdulcemil Kırımoğlu gibi, Azad Bek Kerimî gibi, hattâ Ebulfeyz Elçibey gibi iyi tanınan simaların sağlam birer biyografisinin henüz yazılmamasının, tarih önünde inkâr edilemez bir ihmal olduğunu kaydetmek isterim. Küçükyıldız’ın derlediği kitapta, isminden hakkı teslim edilerek bahsedildiğini göremediğim Afganistan Kuzey Vilayetleri İslamî Birleşmesi Başbuğu iken, alçakça bir işbirliği ile tuzağa düşürülerek şehid edilen, Azad Bek Kerimî’yi bu vesile ile rahmetle anmalıyım.

Ergeş Uçkun’un Çapandaz kitabının iki kapağı arasında derlenmiş yazı ve şiirlerinden herhangi birisini seçip yayınlamak, kendisinin Türk-İslam davasının ateşli bir savunucusu kimliğinin kanıtı olacaktır. Ben burada kendisinin anayurdu olan Afganistan’daki manevî iklimi yansıtan iki anekdot içeren birkaç satırı, biraz uslûbunun mizahî yönünü yansıtması [4], biraz da Türklerin ezeli hastalığı olan bir araya gelememe, ortak bir iş üretememe derdimizi göstermesi yönüyle küçük alıntılar şeklinde veriyorum.

“Turan Afganistan Olur mu?..”

“Eğer uzaydaki malum uyduların yardımı olmasa ve Batı denilen fundamentalist ve faşist Türk İslâm düşmanı sömürü teşkilatının para ağaları ve teknik yardımları olmasa bu parlak oğlanlar, birçok cephede tecrübeleri ve kabiliyetleri isbat edilmiş kahraman mücahitlerle, hem de birçok cephede nasıl çarpışırlar?

Galiba Batı dünyası ya kendi etraflarında büyük bir duvar olduğunu ve kimsenin onları göremiyeceğini zannediyor veya bu dünyadaki insanların kör olduğunu tahmin ediyorlar veya “Kuvvetliyim, istediğimi yaparım” ve “Zor değirmen yürütür” mantığıyla, kendilerinden başkasına hayat hakkı tanımıyorlar. Bana kalırsa şairin dediği gibi: “Karıncanın zevali kanat çıkarmasıyla olur.” Hasılı kelam, ‘kanat çıkarmış karıncalar’ gibi dünyalılara son veda uçuşunu yapıyorlar galiba.

Afganistan halkı, Batılılar bilmese de Kandaharlılarla olan Meymene Savaşını henüz unutmuş değiller. Onlar Meymene’den “Anacığım…” diye kaçarken şalvarları ayakbağı olduğundan donlarını çıkarıp kaçmışlardı ve Meymene’nin bugünkü hava meydanında yüz binlerce don kalmıştı ve millet gidip aylarca bu harp ganimetini seyrederdi. Bu sefer korkarım ki donlar Kandahar’da kalıp kendileri Peşaver veya Katmandu’ya kaçmasınlar!..

İngilizler yurdumuza musallat olduğundan beri her vesile ile İslâm dini daima istismar edilmiştir. Perde veya yüz örtme işinden faydalanan binlerce İngiliz istihbaratına mensup kadınlar, perde altında faaliyet ederken, camilerimizde de müslüman kılığına girmiş sünnetsiz imamlar, hocalık unvanını ele geçirip cahil halka fetvalar sadır eylemiş ve millî şirazemizi bozmuşlardır. Bu cümleden Kabil şehrinin en büyük camisi olan Pulî-Hiştî Camisi’nin İngiliz ‘Sahte Hoca’sı, yirmi dört yıl imamlık yaptıktan sonra İngiltere’ye dönerek camiye mektup gönderip, İngiliz olduğunu ve kendisinin arkasında okunan namazların kabul olmayacağını ve muktedilerin namazlarını iade etmeleri gerektiğini söylemiş ve tekrar kılınmasını salık verme lütfunda bulunmuştur.

Azarsızlık esasına dayanan tarikat ocakları, eli sopalı isyancılar ve desiseciler yatağına dönüşüp Hazreti Bahaveddini Belagerdan Evliya Hazretleri [5] ve Hoca Ahmed Velî Efendi [6] gibi zatların Kuran-ı Kerim’i esas alarak kurduğu insancıl, halkına sadık müesseseler, birer kendi gelenek ve halklarına isyan merkezi, fesat yuvası ve İngiliz istihbaratı yatağı ve sömürgecilerin propaganda ocağına dönüşmüştü ki, şimdiki Taliban ocağının da bunlardan biri olması gerekir.

Ruslar –Afganistan’dan- çıktığından beri yine dışarıdan himayeli ve başta Hikmetyar, Seyyaf ve Taliban ordularıyla çarpışan yerli halk (Turanlılar, Hazara Türkmeni, Tacik ve Türkler ki hepsi aynı kültürdendirler) savaşırken ele geçirdikleri esirler veya maktullerin arasında çok sayıda sünnetsiz kişilerin olduğunu ve müslüman adetlerine göre gömemediklerini ifade ederler. (…)

Batı dünyası, mutlak surette Türk ve Müslüman düşmanlığını sürdürmekte, Türkiye, Bosna, Çeçenistan ve Kıbrıs’ta olduğu gibi, Afganistan’da da yerli halkın üstüne sürmekte ve her gün başka bir katliam sahneleri hazırlanmaktadır, yani; bugün Afganistan’ın yerlileri, Avustralya, Afrika ve Amerika’da iki asır önce olduğu gibi, soykırımına maruz kalmış olup, Kızıl Ordu çıktığından beri, on sekiz senedir, aşağıdaki dev güçlere karşı ölüm kalım savaşı vermektedirler. Bunlar: Amerika Birleşik Devletleri, en azgın Türk düşmanı İngiltere, finansmancı para ağası Suudi Arabistan, İngiliz yamağı Pakistan ve yurdumuza İngiliz himayesinden getirilen Nakilîn Afganlar veya nam-ı diğer Peştunlar ile Angloamerikan-Rus, Peştun karavulu ve çomağı Birleşmiş Milletler ve Kızıl Haç mekanizmasından ibarettir.”

* Yeni Türkiye Dergisi, Sayı:16, Sayfa: 1694-1707, 1997-Ankara.[7]

“Afganistanlı Türkler”

“Bugün Afganistan’daki insanların tümü bir felakete maruz kalmış; Batı arkalı, kimsenin tanımadığı ve adını bile duymadığı, ne idüğü bilinmiyen, Molla Ömer namlı bir kişinin öncülüğünde Pakistan Ordusu’nun işgaline uğramış durumdadır ve bu dışarıdan gelen müdahaleye, Pakistan asıllı Afgan veya Patanlar değil, yerli Türk, Tacik, Hazara, Aymak, Beluci ve Doğulu Göçerler gibi aslî halklar son nefer ve son damla kan savaşı veriyor.

Birleşmiş Milletler’den ve Avrupa’nın sözde insancıl kurumlarından… bize bir torbada un geliyorsa, kırk torba da Taliban’a silah ve her türlü askerî yardım gidiyor. (…) Bizim düşmanlarımızın, şimdiki durumda belli bir isim ve hüviyeti yok; Asker Pakistan’dan, para Arabistan’dan, teknik malzeme Batı’dan geliyor ve Birleşmiş Milletler (UN) da bu kollardan birisidir. Bizim tesbit ettiğimiz görünürdeki gerçek düşmanlar; Dolar, Pound, Mark, Ruble, Riyal ile Franktır.

Eski zamanlarda bir kâtip veya devlet memurunun, kaleminin cebinden düştüğünü, bir köylü görmüş ve adamı şöyle ikaz etmiş: “Beyefendi baltanız düştü..” Katib, geriye baktığında kalemini görmüş ve “Kardeşim, bu balta değil, kalem” demiş. Köylü, “Balta mı kalem mi bilmem, fakat benim evimi onunla yıkıyorsunuz” demiş.

Para mı, pul mu bilmeyiz, fakat Afganistan’ı harabeye çeviren ve insanları yakıp yıkan da yukarıdaki nesnelerdir.  Onlar nereye akarsa karşı tarafa sel ve yangın felaketi gelir ve parayı verenler de güle güle yakıp külüne bakarlar.

Türkiye’de eskiden olmayan bir “Afganistanlı Türk Öğrencileri Birliği” kurulmuştu, bu kuruluş Afganistan Türklerini temsil etmesi gerekirdi. Görüyoruz ki, bir bazarda bir narh kâfi gelmemiş, belki de yine dolar sıçramasıyla bu sefer de “Türkmen Birliği” kurulmuş. Kurulsun, iyi güzel. Fakat, bu yeni ayrılmayla “Afganistanlı Türk Öğrencileri Birliği” daha zayıf olmaz mı Mahtumlarım?

Ayak Halife Hazretleri, Afgan Kralı Zahir Şah ve babası Nadir Şah’ın hürmetlerine mazhar olmuş ve Dil-Kuşa Kasrı’na doğrudan doğruya girebilen bir Türk azizi idiler ki müridlerine asla nasib olmamıştı. Bunlardan biri Bahadır Mücahid, Taliban tarafından şehid edildi ve hepimiz kan ağladık. Fakat o muhterem zatı, Bahadır Mahtumları bütün Afganistan, Türkistan tanır; merhum Kızıl Ayak Halife’nin[8] evlatlarıdırlar. Kızıl Mücahid’i yine Türkmen olan Türkmenistan himaye edemedi ve sığınma hakkı tanımadığından Kızıl Ayak Halife Hazretleri’nin müridi Bahadır Mücahid merhum Taliban’ın elinde şehadet derecesine kavuştu.” 20 Temmuz 2001 [9]

***

Bu vesile ile, uzunca bir şiirinde [10]

“Bir yol bulub, birleşmeyince Türkler

Düşman ile, hırlaşmayınca Türkler

Uçkun gibi, gürleşmeyince Türkler

Ben ağlarım, sen ağlama desen de…”

diye inleyen, nevi şahsına münhasır bir Türk oğlu Türk olan “Çapandaz” Hacı Ergeş Uçkun’a Rabb-i Rahîm’imden sonsuz rahmet niyâz ediyorum. Kabri pür-nur, makamı Cennet  olsun.

______________________________________

İletişim: http://www.hayatibice.net

[1] Arslan Küçükyıldız, Çapandaz (Ergeş Uçkun, Şiirleri/Makaleleleri/Mektupları/Hakkında Yazılanlar) Bengü Yay., 495. sayfa; 2012-Ankara. Ergeş Uçkun hakkında TRT-INT kanalında yayınlanan bir belgeseli kitabı okumadan önce izlemesini tüm okurlara tavsiye ederim. http://www.youtube.com/watch?v=S-0f-TLdtBY Dört video parçası halinde sunulan yaklaşık yarım saatlik bu belgeseli izleyerek kitabı okumak çok daha yararlı olacaktır. “Çapandaz” kelimesine anlam veren “Oğlak Kapmaca”, “Kökböri” adı ile bilinen oyun hakkında Abdurrahim Masumî tarafından kaleme alınan derli toplu bir yazı için bkz: http://guneyTürkistan.wordpress.com/2009/05/06/oglak-oyunu/

Bu oyunun Kökböri (=bozkurt) olarak bilinen varyantının somut bir kanıtı olan resmi Türkistan’a 1864 yılında yaptığı geziyi ertesi yıl bastıran A. Vambery’nin  “Türkistan Seyahatnamesi” kitabından alınan bir gravürde görebilirsiniz. (Bkz. FOTOGALERİ)

[2] Arslan Küçükyıldız, Çapandaz (Ergeş Uçkun, Şiirleri/Makaleleleri/Mektupları/Hakkında Yazılanlar) Bengü Yay., 2012-Ankara, s. 21-24.

[3] Kitapta bir Türkistan koşuğunu öğrettiği Muhammed Sabir Karger’e çıkarttığı “Türkistan Halk Müziği” kasetlerindeki bir eser vesilesiyle sitem eden Ergeş Uçkun’un bahsettiği sözleri değiştirmede doğrusu benim de vebalim var. Gençlik dönemimizde aynı bekâr evini paylaştığımız Karger ile kaset için eserler seçilirken bazı lokal yer ve şahıs isimlerinin değiştirilmesinin eserlerin Türkiye’de dinleyecek insanların gönlüne girilmesinde daha etkili olacağını savundum. Uçkun’un bahsettiği “Tahta Köprü” koşuğunun sözleri de böylece değiştirildi; bizim elimizden geçtikten sonra “Askerler Marşı” olarak ünlenen bu parça o kadar beğenildi ki T.C. Kültür Bakanlığı Türk Dünyası Müzik Topluluğu yöneticisi İrfan Gürdal’ın derlediği topluluk repertuarının hit eserlerinden birisi haline geldi; hattâ bazı Turancı dostlarımız eserin Enver Paşa ve beraberindeki mücahidler için yazıldığını dahi hayâl ettiler.

(Eseri M. Sabir Karger ve ünlendiren İrfan Gürdal’ın yorumu ile dinlemek için bkz: http://www.youtube.com/watch?v=LxWDqtMtSu0 )

Ergeş Uçkun’un eserin Muhammed Sabir Karger’in kendisine mal etmesinden rahatsızlığını ifade etmesinde gerçeklik payı vardır ama eserin Türkiye kamuoyuna benimsetilmesinde yaptığı hizmet de göz ardı edilemez. Arslan Küçükyıldız, Çapandaz, s. 107.

[4] Bu trajikomik uslûb konusunda ilgili okurlara Ergeş Uçkun’un Afganistan’ın zalim krallarından Zahir Şah ile ilgili satırlarını, -meselâ, “Kesekçi Zahir” yazısı-  tavsiye ederim.

[5] Hazreti Bahaveddini Belagerdan Evliya Hazretleri: Ülkemizde “Şah-ı Nakşbend” olarak bilinen Nakşbendiyye tarikatının kurucu pîri Seyyid Muhammed Bahaeddin Buharî kastediliyor.  

[6] Hoca Ahmed Velî Efendi: Yaygın olarak Pîr-i Türkistan olarak bilinen Hoca Ahmed Yesevî’den söz edilmektedir.

[7]Arslan Küçükyıldız, Çapandaz, s. 140-166.

[8] Kızıl Ayak Halife: Türkistan’da yaşamış olan büyük velilerdendir. İsmi Âbid Nazar olup doğduğu yer olan Kızılayak köyünden dolayı “Halife-i Kızılayak” diye ünlenmiştir. 1877 yılında şu anda Türkmenistan’a, ancak o yıllarda Buhara Emirliğine bağlı olan Kerki şehrinin Kızılayak köyünde dünyaya geldi. İlk tahsilini âlim bir zat olan babasının da yardımıyla burada tamamladı. Sonra, eğitimine zamanın büyük âlimlerinden Ebü`l-Fazl-ı Sîret`in yanında devam etmek için Buhara`ya gitti. Buhara`da eğitimini tamamladıktan sonra Buhara Emiri tarafından kendisine Buhara Kadılığı teklif edildi. Ancak, kadılığı kabul etmeyip memleketine döndü. Daha sonra tasavvufa yönelerek zamanının ünlü sufilerinden olan amcası olan Halîfe Hüdaynazar`dan feyz ve icazet aldı. Tasavvufta silsilesi Hâce Muhammed Saîd Müceddidî`ye ulaşır. Amcası kendisine mürşidlik  icazetini verdikten sonra, kendisine gelenleri, “Artık Âbid`e gidin. Bende olanlar, bendi kaldırılmış bir ırmak gibi oraya aktı, gitti” buyurarak yeğenine havale etti. Fakat Âbid Nazar, mürşidi vefat edinceye kadar biat kabul etmedi. Bir müddet sonra amcası Hüdaynazar ile hacca gitti. Hacdan sonra  Medîne`ye vardıklarında mürşidi Hüdaynazar hazretleri vefat etti ve Cennetü`l-Bâkî`de defnedildi. Komünizmin Türkistan’a yerleşmesinden sonra Afganistan`a hicret etmek zorunda kaldı. Büyük bir kafile ile Afganistan`a geçen Halîfe Kızılayak, Ruslara karşı başlatılan cihâd hareketlerini destekledi. Halife Kızılayak Âbid Nazar, Afganistan`a geçtikten sonra, sırasıyla İngilizler tarafından işbaşına getirilen Afganistan Kralları olan Emanullah Han, Nadir Şah ve Zahir Şah’tan saygı görmüştür. Kurduğu medrese ve dergâha maddî yardımlarda bulunmuşlardır. Kızıl Ayak Halife, 1955 yılı Şaban ayında Hakk`ın rahmetine kavuşmuştu. Tarikat silsilesi oğlu ve torunları tarafından sürdürülmüştür.

[9] Arslan Küçükyıldız, Çapandaz, s. 216-217.

[10] Şiirin tamamı için bkz: Orhan Söylemez, Ergeş Uçgun ve Yurt koşugları, Ötüken yay., İstanbul-1997, s.86.

 

 

Leave a comment