Reşat GÜREL: TANRIDAĞ ETEKLERİNDE BİR AKŞAMÜSTÜ
TANRIDAĞ ETEKLERİNDE BİR AKŞAMÜSTÜ
Reşat GÜREL
Kiçkine Pazar’da otobüsten inerek şehrin son apartmanlarına doğru güçlükle yürüyorum. Haftalardır devam eden Çakpakceli, Tanrıdağları ile Çimkent arasındaki bozkırların iri dikenlerini sökerek caddeler boyunca şehrin merkezine doğru hızla sürüklüyor.
Toz, kum ve çalılarla şehri kuşatırcasına esen bu fırtınaya karşı gözlüğüm olmadan nasıl bakabileceğimi düşünürken Türkiye’deki tarih derslerimde karşılaştığım ama tam bir cevap bulamadığım soru geliyor hatırıma: “Türkistan Türklerinin gözleri niçin yumuk öğretmenim?”
Şimdi kendiliğinden gelen cevabın tebessümü bütün benliğimi kaplıyor. Türkiye ve Türkistan… Allah’ım, ben işte buradayım. Arif Nihat hocalarıma, Atsız atalarıma dualar kopuyor gönlümden.
Sizler olmasaydınız? Sizlerle tanımasaydım bu hasreti?
“Aral yok, Tienşan yok.
Ben nasıl varım?”
Allah’ım, ben işte buradayım. Aral’ın ötesindeyim. Yesi’deyim, Çimkent’teyim, Uluğ Türkistan’dayım. Tanrıdağ’dan kopup gelen Çakpakceli! Sen beni üşütemezsin, yerimde saydıramazsın beni. Adımlarım Çağrı Bey adımlarınca sağlam. Onlar geçti bu yollardan.
Gönlüm, Hoca Ahmet Yesevî erenleri kadar hafif, onlar yetişti bu çilehanelerden. Ve onlar, Alperen olup bir olarak yürüdüler batıya doğru. Nefeslerini Anadolu’yu, Müslüman Türk’e ebedî vatan yapabilmek için verdiler. Gözyaşlarını bu kutlu dilek için kanlarına katıp döktüler. Ve şimdi, bin yıl sonra “Hoca Ahmet Yesevî Üniversitesinde görev yapmak için…”
Hey Orhan Hocam heyy! Gitmek de söz mü? Yesevî köskâlarından birinin, say ki Toğgalı Dede’nin köskâsından yayılan kıvılcımlardan birinin, bin yıl sonra yansıması o kutlu topraklara diye düşünür giderim.
Bin yılın titrekliğine, sönüklüğüne rağmen giderim. Yeter miyim, yiter miyim bilemem ama giderim.
Apartmanların duldasına gelince rüzgârın şiddeti azalıyor, doğrulup, gözlerimi kısmadan yürüyorum. Günün hesabı erken başladı bu akşam. Fakülte sekreterimiz Gülmira’nın sorusuna gülümsemiştim: “Oruçsun, yemek yemiyorsun anladım Reşat Mirza. Anladım ama niçin çay içmediğini anlayamıyorum.”
Yarın neleri, nasıl anlatmalıyım. Gülmira’lar öylesine çok ki. Ruslan hatırıma geliyor ve biraz rahatlıyorum. Ruslan’la, o yiğit Ahıska Türk’üyle Rus öğrencilerime bile anlatabilmekteyim Türk Dünyası Tarihi derslerimi. Rus öğrencilerim kadar Kazakça bilmeyen Kazak öğrencilerim de faydalanıyor Ruslan’ın tercümelerinden. Bilge Kağan’ın sözlerini en güzel yorumlayan Olga’ya Türkiye’den getirdiğim defterlerden birini hediye ediyorum. Üzeri
resimli, birinci hamur kâğıttan yapılmış defteri hayranlıkla incelerken alıp almamakta tereddüt ediyor ve soruyor Ruslan aracılığıyla: “Türkiye’de öğretmenler, öğrencilerine hediye verirler mi?” Onun o mahcup hâlinden Rusların da Kazaklar gibi sıkıntı çektiklerini, komünizmle geçen yılların onlardan da neler kopardığını görüyor, üzülüyorum. “Rus’un adı her geçende gözlerimi” o kadar kan bürümüyor artık. Apartman girişinde tayyareli çizgi oynayan çocuklar beni görünce sevinçle birbirlerini uyarıp kenara çekiliyorlar. Gözlerinin içi gülüyor hepsinin ve bana uzatacakları ellerinin tozlarını eteklerine siliyorlar.
– Salamatsız ba?
– Rahmet… Rahmet sizge…
– Kalaysız.
– Caksı, caksı. Öte caksı.
Türkiye’den gelen öğretmenlerinin elini sıkabilmenin ve biraz da ona Kazakça öğretebilmenin gururuyla gülüşüyorlar. Yorgun adımlarım beş katın merdivenlerini yüksünmüyor. Kapının önünde dolu bir süt kavanozu. Kamile Apay’dan bir de not var Latin alfabesiyle yazılmış. Hafta sonu eşi Abdullah Mirza’nın köyüne gidebileceğimizi yazıyor.
Aceleyle kıyafet değiştirip huzurla bağdaş kurup oturuyorum yerde serili yatağımın üzerine.
Yarınki derslerin hazırlığından önce Türkiye’den gelen mektupları cevaplayacağım. Oğlum Burkay’ın mektubunu tekrar okuyor, Beşiktaşlı Ali’nin “Kur’an Oturuşlu Golü”ne gülümsüyorum. Bir de resim çizmiş röveşata golünü anlatan. Canım oğlum! Telefonda sesi ne kadar titrekti. Hasta mıydı yoksa? Hayır, endişeye kapılmamalıyım. Eşim, benim görevlerimi de fazlasıyla yapıyordur biliyorum. Kapının zili o anda çalıyor. Yatağın üzerine dağılmış kitapları, mektupları aceleyle toparlıyorum. Halilullah, Muhtarhan, Abdullah Mirzalardan veya Türk-Kazak Lisesinin belletmenlerinden biri olabilir bu saatlerde… Hepsi başım gözüm üstüne. Onlarla geçireceğim saatler mektuplarda beraber olmanın mutluluğunu erteleyebilir.
Kapıyı, Türkiye’de bıraktıklarımın endişesini silen bir tebessümle açıyorum. Karşımda iki genç. Aman Allah’ım… Kalpaklarını çıkarıyorlar… Allah’ım, Büyük Allah’ım bu gençler!…
Elimin öpülmesine tepki bile gösteremiyorum. Allah’ım… Allah’ım ben bu kadar mutluluğu hak edebilecek ne yaptım? Ben, ben ağlamamalıyım. Önce İsmail sonra Zeki ve sonra üçümüz kucaklaşıp öylece kalıyoruz. Şükür dualarımızı gönlümüzde dindirdikten sonra kitaplar arasından bir yıllık çıkarıyorum. On yıl önce hazırlanmış bir mezuniyet yıllığı. Osmaniye Atatürk Lisesi 6 Fen B sınıfının… Hiç konuşmadan birlikte açıyor ve birlikte okuyoruz:
“İsmail Kavuncu: “ …Çay içmeyi ve yağmurlu havalarda yürümeyi sever. Atalarının geldiği Türkistan’ı görebilmek en büyük arzusudur.”
Sayfayı çeviriyorum: “Zeki Bilge: “ …Tarih derslerinden öğrenip sevdiği Anayurt topraklarında tarihî bir film çevirmek hayalindedir.”
Sessizliği İsmail bozuyor ve anlatıyor büyük bir şevkle: “Turkûvaz gelişiyor hocam. Almatı’da ayağımızı sağlam bastık, yakında Taşkent’e şubemizi açıyoruz. Sezai de bize katılacak. İstanbul, Almatı ve Taşkent. Allah’ıma binlerce şükür.
KAYNAK: Reşat GÜREL, ÖĞRETMEN, Sh.69