Gültekin ÖZTÜRK: Neydim?.. Ne oldum?.. Ne Olacağım?..
Gültekin ÖZTÜRK
Kimiz, kimlerdeniz; Nereden gelmiş, nereye gideriz?
Neydik, ne olduk; Ne olacağız?
Yarım asrı gecen hayatımda bir yıl daha geride kaldı ve ben bu yeni yılın ilk günlerinde her yıl olduğu gibi yine kendime bu soruları soruyor, cevaplarını arıyorum.
“Kim olduğuma, nereden geldiğime, ne iken ne olduğuma” kendimce doğru olduğunu sandığım cevaplar veriyorum/verdim.
Şu anı, halimi biliyorum bilmesine de düşündüğüm “yarınım, geleceğimdir”
Elbette geleceği yalnız ve yalnız Allah’ın bildiğine imanım tamdır.
“Âmentü” dilimde “ İHDİNA’S – SIRÂTA’L – MÜSTAKİM” (Ya Rab! Bizi doğru yola, hidayet et, ilet) derim ve O’na hep bunun için yakarırım.
Ancak Rabbimizin, doğru yolu bulmamız ve iyi bir gelecek hazırlayabilmemiz için bize “Akıl ” verdiğini, düzgün kullanabilmemiz için “Rehberleri/Elçileri ile mesajını” gönderdiğini de bilirim.
Bu sebeple inancımın ve törelerimizin esasları dâhilinde hep kendimle hesaplaşır, sürekli vicdan muhasebesi yaparım.
Sonuçta “Yanlışla kazanmaktansa doğruyla kaybetmeyi tercih eden” bir davranış ve yaşayış tarzı geliştirdim.
Yeni yılın bu ilk günlerinde de “neydim, ne oldum; Nasıl oldum?” diye kendimi sorguluyor ve aklımın hükmü doğrultunda yarınımı kurgulamaya çalışıyorum.
Kendimle hesaplaşmada iken aklıma servetini boş hevesler için heba etmiş Cennet mekân rahmetli dedemin anlattığı bir kıssa geldi.
Yeni yıldaki bu ilk köşe yazımda “doğru hisse” çıkarılmasını/alınmasını umarak rahmetli dedemden dinlediğim ve anlamlı bulduğum bu kıssayı paylaşmak istedim.
NEYDİM, NE OLDUM; NE OLACAĞIM?
Kılık değiştiren hükümdar ülkesinde geziye çıkmış. Biraz dinlenmek amacıyla yolları üstündeki bir köyde mola vermiş.
Yıkık dökük bir evin kapısını çalıp su istemiş. Evin hanımı kocasına seslenmiş ve yolculara su vermiş.
Sultan, fakir bir hane olduğu görünümünden de anlaşılan ev sahibinden bahçedeki sedirde biraz dinlenmek için izin istemiş.
Alnındaki kırışıklıklar ve elindeki nasırlardan çile çekmiş olduğu belli olan aksakalı ihtiyar adam “Elbette buyurun oturun..Allah ne verdiyse yemeğe de bırakmam” demiş.
Evin hanımı sofrayı hazırlarken yaşlı adam ve sultan dereden tepeden sohbete başlamış. Konudan konuya geçerken sultan sözü memleket meselelerine getirmiş ve “Haliniz nicedir, sultanınızdan/valinizden memnun musunuz, geçiminiz nasıldır? diye sormuş.
Ev sahibi “ Ben fakir bir çobanım bey. Değiştiremeyeceğim şeylerden şikâyet edip üzülmektense, Allah beterinden saklasın diyerek halime şükrederim” demiş.
Sultan “Anladığım kadarıyla şikâyetleriniz var ama giderilemeyeceğini düşündüğünüz için katlanıyorsunuz. Bence doğruca valiye veya sultana gitmelisiniz. Derdinizi anlatmalısınız belki bir çare bulunur” demiş.
Duruşundan ve sözlerinden bilge biri olduğu anlaşılan ev sahibi ihtiyar “Gitsek, derdimizi desek iyi olur da bizi yanlarına yaklaştırırlar mı, dinlerler mi ki bey!
Sultan, küçük dağları ben yarattım, dünya benimdir sanıyor. Valisi desen onu örnek almış ne oldum delisi, üstümüze basıyor.
Görsem, dinleseler onlara ‘mağrur olma sultanım/valim sizden büyük Allah ver!’ derdim ama yanlarına varmak ne mümkün..”
Sultan bu sözler karşısında ezilmiş ama belli de etmemeye çalışarak ancak “haklısın galiba..” diyebilmiş.
Bu arada evin kadını “buyurun sofra hazır” demiş ve kapıdan avazı çıktığı kadar “ Neydim! Noldum!
Nolacağımmm! Haydi yemeğe..” diye bağırmış.
Sultan “Efendi, bu kadın ne diye böyle bağırıyor, kimi çağırıyor?” diye sormuş.
Ev sahibi “Eliniz öper üç oğlum var bey, onları çağırıyor karım” demiş.
Sultan şaşırmış bir şekilde “Çocuklarının adları mı bu seslendiği garip isimler? Bu isimleri hiç duymadım. Neden koydun ki?” demiş.
Adam “anlatayım beyim” demiş;
Ben küçük bir tüccardım. Komşu ülkede kıtlığı çekilen ürünleri oraya götürür aldığımın on katına satardım.
Kısa sürede çok ama çok zengin oldum. Altınlarımı koyacak yer bulamıyordum. Zengin olmadan bir gömleği bir yıl giyerdim. Zengin olunca bir gün giyip atmaya başladım.
Har vurup harman savuruyordum zira servetim bitmez gibi görünüyordu.
Günler yıllar böyle zevk sefa içinde geçerken komşu ülkede kuraklık yaşandı ve tahıl kıtlığı başladı.
Ben de bütün servetim ile tahıl stokladım. Hatta borç alıp ne kadar hububat bulduysam aldım.
Azar azar ve her seferinde fiyatı arttırarak satmayı planlamıştım. Ancak büyük bir tufan oldu ve benim hububatı stokladığım siloları sel götürdü.
Evimi barkımı servetimi yitirmiş, yiyecek ekmeğe muhtaç olmuştum.
Bu ülkeye göçtüm. Yük taşıyor, çapaya gidiyor, çobanlık yaparak karnımı doyuruyordum.
Günlerden bir gün otlakta hayvanları güderken kör bir ihtiyarla koluna girmiş genç kızına rastladım. Aç ve susuz kaldıklarını söyleyerek yardım istediler.
Ben de azığımı, suyumu paylaştım. İhtiyara taze süt verdim. İçerken birden fenalaştı, düşmesin diye elini tutum ama adam yere yığıldı. Zor nefes alıyordu ve “Oğul, ben ölüyorum sakın kızımı ortada bırakma zira gidecek hiçbir yeri yoktur. Seversen evlen ya da helal süt emmiş biri ile evlendir ki kurda kuşa yem olmasın” dedi ve öldü.
Geride kimsesiz bir kız ve bir kese altın bırakmıştı.
Oracığa gömdüm ve kızı ile de evlendim. Köylü himmet etti ve bu evi verdi.
İhtiyarın kuşağından çıkan bir kese altın ile gördüğünüz şu hayvanları, birde bahçe satın aldım.
Bir oğlum oldu adını “Neydim” koydum.
Sonra ikinci oğlum doğdu onun da adını “Noldum” koydum.
Bu da küçük oğlum onun da adını “Nolacağım” koydum.
Yarının ne getireceğini bilemeyiz. Gördüğünüz gibi yarının sahibi Allah der bugüne şükrederek geçinip gideriz.
Sultan derin düşünceler içinde ev sahibine teşekkür edip ayrılmış.
Birkaç gün sonra da “ihtiyar çoban o yörenin valisi” mağrur sultan ise karıncayı incitmeyen/halkının iyiliği için çabalayan bir hakan olmuştu.”
Kıssa bu, hissesi size kalmış…
2013 yılının bütün insanlığın esenlik içinde olduğu ve “İlahi doğrulara” yöneldiği bir yıl olmasını dilerim.
Güzel günler için kalın sağlıkla…
Ne Mutlu Türk’üm diyene!