Dr. Hayati BİCE: Misli BAYDOĞAN’dan “Hatırla Beni”
12 Eylül’ün Ülkücü Edebiyatı-7: “Hatırla Beni”
Dr. Hayati BİCE
“12 Eylül’ün Ülkücü Edebiyatı” üst başlıklı yazılarımın sayısı ona yaklaştı. Bu seride ele aldığım kitapların çoğundan, yazan ülküdaşlarımızın iletmesi sayesinde haberdar olup okudum. Misli Baydoğan’ın “Hatırla Beni” adlı kitabı ise basımından epeyce geç elime ulaştı. Yazarının imzası ile edindiğim kitabı değerlendirmek düşüncesi ile okumaya başlayınca daha ilk sayfalarında, daha önce okuduğum 12 Eylül kitaplarından farklı bir eser ile karşı karşıya olduğumu anladım.
Baydoğan, 12 Eylül öncesindeki yaklaşık birbuçuk yılı ayrıntılı olarak 12 Eylül sonrasının 4 yıl sonrasına kadar geçen süreyi ise özetleyerek işleyen bir eser ortaya koymuştur. Ancak kitabı özgünleştiren, bu süreci bir genç kızın iç dünyasından kesitler halinde işlenmesidir. Eser bu yönüyle benzersizdi. Misli Baydoğan’ın 12 Eylül sonrasında yaşadığı genç kızlık dönemini 12 Eylül günlerindeki bir genç kızın dilinden anlatması, kaleminin gücünü ve duygularını yazabilme yeteneğini kanıtlıyor.
Kitap Neyi Anlatıyor?
7 Mayıs 1979 günü ilk sayfası yazılmaya başlanan bir günlük şeklindeki kitap, yarıdan fazla bölümde günlükler şeklinde devam ediyor. 12 Eylül öncesinin ülkücü liderlerinden, MHP yöneticilerinden Nihat’ın kız kardeşi olarak kurgulanan Gülden isimli kahramanın yine ülkücü liderlerden Murat adlı genç ile duygusal yakınlaşmasını anlatan günlük satırları, 28 Haziran 1980 günü Ankara’da yapılan ülkücü yürüyüşünün ardından yapılan sol militan saldırısı ve ardından çıkan çatışmada birçok kişinin ölüp yaralanması ile sonlanan kanlı sahneden sonra günlük bütünlüğünü yitirip bir hesaplaşma olarak ve insanların sosyopsikolojik savruluşları ile sürüyor. Kitap Gülden’in en yakın kız arkadaşı Nermin’in öldürülmesi ile dağlanan kalbi, ağabeyi Nihat ve yengesi Yasemin’in evlerine yapılan bombalı bir saldırıda hayatlarını kaybedip henüz bebek sayılabilecek yeğeni Nazif (daha sonra yakalanma korkusu ile kimliği değiştirilip Işık haline dönüşüyor) ile hayata direnme, ayakta kalabilme kavgası bir dram olarak devam ediyor. Bu süreçte devreye giren Nermin’in evliya tabiatlı dayısı Çukurambar’daki bir mescidin imam-müezzini Zekeriya bey, kitabın önemli kahramanlarından birisine dönüşüyor.
Kanlı olaylar nedeniyle cezaevine düşen Murat’ın, Gülden’in kendisine ulaşma çabalarına direnmesi olayın trajedi boyutunu koyulaştırıyor.
Ankara’nın gecekondu semti Akdere ile Cebeci arasındaki sahada cereyan eden olaylar, mahallelerdeki egemenlik kurma kavgaları, sağdan ve soldan aynı sosyoekonomik çevreden insanların politik ikilemleri çok güzel anlatılıyor. Mahalle büyüklerinden Ali Haydar Efendi, özelinde yöredeki Sünni-Alevi ayrışması da başarıyla yansıtılmış.
Ülkücü Kızlar Henüz “Asena” Olmadan…
12 Eylül öncesinde ülkücü gruplardaki kızların sayısı yaklaşık %10’u bulmazdı. “Bacılarımız”ın ülkücü gençlik için lojistik temininde oynadıkları rol ise, asla bu oran ile ölçülemezdi. Ağır bir ders yükü olan Tıp Fakültesi günlerimizde bizler çoğu zaman –güvenlik nedeniyle- derse giremezken “bacılarımız” dersleri takip eder, tuttukları ders notlarını fedakârca paylaşarak sınavlara takılmamamızı sağlardı. Ancak gönül işleri söz konusu olduğunda her iki taraftan bastırılmış duygular egemen olurdu. Kimbilir belki de bu o günkü gerilimli ortamın doğal bir sonucu idi. Kimin nerede yaralanıp, nerede şehid olacağının bilinmediği günlerde değil istikbale dair “pembe hayâller” beslemek okulu bitirebilmek dahi güçtü. Kitabın kahramanı Gülden’in Murat’a ilgisine başlangıçta beklediği karşılığı bulamaması bu kapsamda düşünülebilir. Fakültenin yarısını tamamladıktan sonra devam eden tıp eğitimimizin son yıllarında ülkücü grup içerisinde kız-erkek ilişkileri kısmen normalleşme sürecine girmiş olsa bile, okuluna 12 Eylül öncesi başlamış ülkücüler arasında arkadaşlık ilişkisini evlilik noktasına kadar götüren çok az arkadaşımız oldu. Daha sonraki süreçte fakültede ihtisas eğitimimi sürdürürken sürekli birlikte olduğumuz yeni nesil ülkücüler arasında bunun daha kolaylaştığını gözleyebildim. Normal olan da bu idi.
Ayrıntılar… Ayrıntılar
Psikoloji eğitimi almış olan yazarımız, bir erkek yazarın asla beceremeyeceği ayrıntıları yazarak ülkücü genç kızların halet-i ruhiyesini yansıtmakta son derecede başarılı olmuştur. Küçük makyaj ayrıntıları, yemek tarifleri, ev işi meşgaleleri yazılırken olağanüstü bir gerçekçilik egemendir.
Gülden’in öksüz-yetim kalan yeğeni Nafiz (Işık)’in yaşadığı travma sonrası içine kapanarak iletişim kurulmasında güçlük çeken, otistik belirtiler gösteren bir çocuğa dönüşümü de olağanüstü güzel anlatılmıştır. Bu bölümün kitabın kurgusunda biraz sonradan ekleme izlenimi veren sayfalarda değil de yine günlük devam ederken gün be gün verilmesi sanırım kurgunun aksamasından kaynaklanması muhtemel kopukluğu giderirdi. Işık isimli çocuğun Gülden’in bombalanma ile ana-babasını yitiren yeğeni olduğunu fark eden kadar kitabın akışı içerinde aykırı durduğunu belirtmeliyim.
Ankara’nın “meşhur“ Çinçin’indeki Ana-Çocuk Sağlığı doktorlarından birisi olarak romana giren Dr. Günsel tiplemesinin hikâyeye eklenmesinde de yazarın biraz zorlandığını hissettim. Ana-Çocuk Sağlığı personelinden çok bir ruh hekimi (psikiatr) gibi romana dâhil olan bu tiplemeyi ileri seviyedeki bir sağlık kurumuna nakletmek yazar için zor olmazdı.
17 yaşına henüz adım atmış bir öğrenci olarak Gülden’in lise son sınıftaki ideolojik yaklaşımlı müdür yardımcısı ‘Azrail Hoca’nın engelini olağanüstü bir çaba ile aşması, girdiği Ankara Dil-Tarih Ve Coğrafya Fakültesi’ndeki (DTCF) öğrenci gruplaşmaları kitapta çok başarılı olarak anlatılmış. Bizim okulumuz olan Tıp Fakültesi ile DTCF yanyana yerleştiklerinden kitapta anlatılan çevreye oryante olabilmem çok kolay oldu. Ankara’yı bilmeyenler için Ulus-Samanpazarı-Sıhhiye-Kızılay konumlanmalarının biraz daha ayrıntılı verilmesi mekân kavratılması açısından yararlı olabilirdi.
Kitabın eksik yönlerinden birisi ülkücü hareketin anlatılan süreçteki fikrî yalpalayışları, İslâmî eğilimlerin giderek yoğunlaşması, bu yoğunlaşmanın ülkücü öğrenciler arasındaki yansımaları bazı ikincil karakterler üzerinden işlenebilirdi. O yıllarda uç veren menzil sofiliğinin ülkücü tabana sirayeti, MHP’nin siyasi eliti ile ülkücü gençlik önderleri arasındaki farklılaşma o yıllar için çok önemli çıkış noktaları olarak işaretlenmeliydi.
Kitabın sonunda iki mektubu ile iç âlemini Gülden’e açan Murat’ın dilinden bu konu kolayca verilebilirdi.
Okura Düşen Görev
Kahramanları ile diğer bütün 12 Eylül Ülkücü Edebiyatı eserlerinden farklılaşan bu eseri ile Misli Baydoğan çok büyük bir eksikliği gidermiş oldu. Ülkücülerin edebiyat sahasında hâlâ aşılamayan kitabı olan Sancı’nın yazarı Emine Işınsu’dan sonra sahaya bu parlak kalemin girmesi, çok önemlidir. İnşaallah Misli Baydoğan daha pek çok esere imza atarak Işınsu’nun izinde Türk Edebiyatı tarihine geçecek nice eserler verecektir. İkinci kitabı olan “Hu Diyen Karga”da tamamen farklı bir alanda Selçuklu tarihinin sisli sayfalarına dalan ve oradan bazı sahneleri günümüze başarıyla taşıyan yazarın kaleminin gücü bu konuda ümitli olmamızı zorunlu kılmaktadır.
İşte bu noktada, görev biraz değil bütünüyle ülkücü okura düşüyor. Eser veren yazarlarımızın değeri bilinmezse bir süre sonra kalemini duvara astığını ilan etmesini istemiyorsak kendi değerlerimizin değerini bilmeli, haklarını teslim etmeliyiz.
Bu değer bilme, sadece ve kuru kuruya bir “eline sağlık” yazarın eserini duyurmak, bilmeyenlere tanıtmak, okunmasını sağlamak şeklinde icraat ile ortaya çıkacaktır.
===========================
ESERDEN TADIMLIK ALINTILAR:
“7 Mayıs 1979
Ad günün kutlu olsun Gülden, diyerek verdi bu defteri bana. Dışı siyah ciltli, içi saman kâğıdından biraz daha açık renkte ve sayfaları ikinci sınıf hamurdan, çizgisiz, kalınca bir defter. Kâğıdın kitap basmak için bile bulunamadığı böyle dar günlerde, küçük bir hazine bu benim için. (…) Verirken, bu memleketin senin gibi gençlere ihtiyacı var, dedi. Oku, yaz, çalış çabala ne yaparsan yap ama yetiştir kendini… Aynen böyle söyledi. (…) Kaç oldun sen şimdi on altı mı, diye sordu. İçim cız etti. “On yedi oldu maşallah”, dedi yengem. “
“20 Kasım 1979
Bugün aynı şubede ders alacağımız arkadaşlardan bazılarıyla tanıştım. İlk hafta herkes birbirine mesafeli ve sadece yanına oturduğu kişilerle alçak sesle ve kısa cümlelerle konuşurken, bu zorunlu ve istenmeyen aradan sonra girilen sohbetler sanki kırk yıllık ahbapmışız gibi içtenlikliydi.
Üzerleri parkalı, sakalları en az beş günlük, yürüdükçe arkalarından kesif bir sigara kokusu havalanan ve sınıfta kendilerinden başka hemen herkesi hakir görür bir yürüyüş ve başı yukardalık sergileyen bir grup derse yaklaşık yarım saat sonra girdi. Böyle yaparak dikkat çekmek istedikleri çok açık seçikti. Özür bile dilemeden, kapıyı açıp öylece girdiler ve amfinin arka tarafına dizildiler. Hoca yadırgamadı bu durumu. Yardımcı doçentliğini yeni almış genç bir adam. Konuşurken çok belirgin bir Karadeniz şivesi belli ediyor kendini. Ben önce bu saygısızlığı görmezden gelerek onlara arka çıktığını düşündüm ve öfkelenerek içimden “senin anlattığın dersten ne olur” dedim ve camdan dışarıyı izlemeye koyuldum. Bu arada bir yandan da gözlerim bu durumdan rahatsız olan başkalarını arıyordu.
Yanımda Nermin isminde, temiz, düzgün giyimli, sakin tavırlı bir kız oturuyordu. Onun da dersi bölenlerden rahatsız olduğunu fakat bir süre sonra onları unutup, aynı dikkat ve ilgiyle tahtaya yazılanları ve hocanın ağzından çıkanları kısa cümlelerle önündeki ajandaya yazmaya devam ettiğini fark ettim. Nermin gibi diğerlerinin de büyük bir kısmı yaşanan belki de önemsiz ama benim kafama takılan olayı umursamaz görünüyorlardı. Sadece en ön sırada iki çocuğa takıldı gözlerim. Birinin elinde tespih vardı. Arka sıradakileri sert ve meydan okuyan bakışlarla süzüp sonra da birbirleriyle bakıştıklarını gördüm. Kısa bir andı ama benim ders arasında kimin yanına gidip de kendimi tanıtmam gerektiğini anlamama yetti.
Hoca on dakika kadar çay ve ihtiyaç molası verdiğini söylediği anda önde oturan o iki çocuk şimşek gibi bir hızla amfiden çıkıp gittiler. (…) Nermin’le sohbet ettik biraz. Annesiyle babası Eskişehir’in bir köyünde yaşıyorlarmış. Tek çocukmuş Nermin. Ankara’da, hiç evlenmemiş ve Çukurambar tarafında bir camide imamlık ve müezzinlik yapan amcasının yanında kalıyormuş. Liseyi de onun yanında okumuş. İmam hatip bitirmiş Nermin. Çukurambar’ın yüksek tarafında bir gecekonduları varmış. (…)
Bizimki de çok farklı sayılmaz, dedim. Biraz Abidinpaşa’nın kaldırımsız, çamurlu, tozlu, boş tarlalarına kışın çakalların indiği vahşi doğasından ve şimdilik en büyük hayalimin bir gün oradan başka bir yerde yaşamak olduğundan bahsettim. Abidin Paşa kimmiş, diye sordu. Osmanlı dönemindeki Ankara’nın valilerinden biri olarak bildiğimi söyledim. Ağabeyim ve yengemle kalıyorum dedim ama ağabeyimin siyasetle uğraştığını, bir siyasi partide görevli olduğunu söylemedim. (…)
Ders bitiminde Nermin’le vedalaştıktan sonra bahçede ders arasında çıkıp giden ve derse dönmeyen o iki çocuğu gördüm. Biraz kalabalıkça bir grup halinde ayakta durmuş konuşuyorlardı. Ayaklarım önce gidip gidip geldi ama sonra cesaretimi toplayıp yanlarına yürüdüm. “Merhaba”, dedim sanki grubun tamamına sesleniyormuşum gibi hepsine bakarak ama hiçbiriyle göz teması kurmayarak. susup bana döndüler. Merhabam bir süre havada asılı kaldı. Sonra zerrelerine dağılarak, sanki hiç söylenmediği halde söylendiğini hatırlıyormuşuz gibi üzerimizde keyifsiz bir şüphe hissi bırakarak kayboldu. Bizim sınıfta olan, elinde tuttuğu tespihi sallanan ay yıldızlı imamesinden tanıdığım çocuk, “Bir şey mi istediniz?” diye sordu. Biz sizinle aynı sınıftayız, dedim. Ne olup bittiğini anlamaz yüzlerle hepsi bana döndü bu kez. Derse geç giren o tiplere haddini bildirirsiniz sandım ama siz çıkıp gittiniz, bir daha da gelmediniz, dediğimde apaçık bir şaşkınlık belirdi hepsinin suratında. (…)”
“10 Mayıs 1980
Yenge’nin yanındaydım bugün de. Çorum’da kızıl militanlarca alevi düşmanı olduğu gerekçesiyle öldürülen bir posta memurunun karısıyla üç küçük çocuğu gelmişlerdi. Gencecik bir kadın. Çocuklardan birisi daha memede bebek. Yazmasının kenarıyla gözlerini silerek “biz kimseye bir şey etmedik, gözünün üstünde kaşın var demedik, kim alevi kim sünni bilmeyiz bile,” diyerek ağlıyordu. Çocukların ikisini parka götürdük arkadaşlardan biriyle, balon aldık, macuncudan onların yiyebileceği kadar minik dolamalı şeker aldık. İki masum, dünyadan habersiz yavru. Babalarına ne olduğunu ancak büyüdüklerinde öğrenebilecekler. Birbirlerine yeterince öfke duymak için çok geçerli sebepleri olan hayli kalabalık bir nesil büyüyor şu anda. Akıbetleri için Allah’a dua ediyorum.
(…)
Bugün dikkatimi çeken ve beni şaşırtan bir olaya şahit oldum. Mustafa Başkan kantinde Nermin’e bir tomar el ilanı veriyordu. Yenge’nin gidenlerle doğuya göndermek için bizden istemiş olduğu ilanlardı sanırım. Konuşkan ve şakacı bir çocuktur bizim başkan, iki ara bir derede Nermin’le sohbet de ediyorlardı belli; Mustafa anlatıyor ikisi birden gülüyorlardı. Yanlarından onlara pis pis bakan parkalılar geçiyor, Mustafa artık arkalarından ne diyorsa gülmelerini zor tutuyorlardı. Çok da uzun sürmedi zaten muhabbet. Sonrasında Mustafa Nermin’in omzunu dostça ve kardeşçe olduğu uzaktan bile anlaşılacak şekilde sıvazlayıp gitti. Tam o sırada Sevcan geldi yanıma bir hışımla. Nereden geldiğini bile görmedim. Bir anda orada bitiverdi adeta. Kaşları çatıktı. Nermin de geldi, yanımıza oturdu. “Ne onlar?”, diye sordu Nermin’e. “Hiç”, dedi, Nermin, merkeze gidecek, fazlaymış. Sonra Sevcan ilanları falan unutup çok önemli bir şey söyleyecekmiş gibi bize doğru eğildi ve “Benden size abla nasihati olsun, bunların hepsi bizi bacıları olarak görür. Biz bacı, diğer tüm kızlar ay yüzlü güzel Konçuy…”, diye akıl mı veriyor yoksa tokat mı atıyor anlayamadığımız bir tonda püskürdü. Nermin’le birbirimize baktık. Ardından da kendi kendine söylenir gibi devam etti, “Acaba biz bu ülkücü halimizle kimlerle evlenip yuva kuracaksak? Herhalde komünistlerle falan evlenmemiz gerekiyor onlara kalacak olsa!” Sonra da devamını getirmeden bir hışımla kalkıp gitti. (…)
Şimdi önümde bir gazete var: Birliğe Çağrı. Yenge’nin oradaki masanın üzerinde duruyordu desteyle. Aldım birini getirdim. 6 Mayıs tarihli. Artık kim bilir kaçıncı kez bağımsız Türk adaleti(!)nin hışmına uğrayıp kapatılan ve farklı isimle bir başka il merkez alınarak kurulan Ocak’ın* (O sırada kayıtlarda ismi Ülkü Yolu Derneği olarak geçmektedir.) başkanı olan ağabeyimizle röportaj yapmışlar. Çok güzel konuşmuş gerçekten. Bazı yerlerini deftere almak istiyorum:
“Bir milletin yok edilebilmesi, 1- Kültürünün, 2- Siyasetinin, 3- İktisadiyatının, 4- Askeriyesinin sırasıyla ele geçirilerek istenilen kalıba sokulmasıyla mümkün olur. Emperyalist ülkeler her devirde aynı yolu takip etmişlerdir. Kendi tarihimizden bir örnek verecek olursak; Osmanlı Devleti ilk defa II. Mahmut zamanında 1829’da kılık kıyafet devrimiyle kültürünü, daha sonra 1838’deki İngiliz Ticaret Anlaşması’yla iktisadiyatını, 1839’da Tanzimat Fermanı’yla siyasetini, 1851’de Türk olmayanların orduya alınmaya başlanmasıyla askeriyesini ve bütün bunların üstüne 1852’de Duyuni Umumiye diye adlandırılan ve devlet hazinesinin yabancıların eline verilmesiyle idam fermanını kendi eliyle imzalamıştır… Milletimizin tarihteki şerefli yerini alabilmesi için de yapacağımız, özünü, “Ey Türk Budun ertin, ökün,” yani “Ey Türk Milleti titre, kendine dön” ifadesinde bulan görüşü esas almak olacaktır. Kültürde, ilimde, maneviyatta, iktisat ve askeriyede kendimize, milletimizin yüzyıllardır beklediği öze dönüşü gerçekleştirmek mecburiyetindeyiz… Şayet devletin kendi mekteplerinde devlete silah çeken bir nesil yetiştiriliyorsa, bu sistemde hala ısrar etmek, bu anlayışı devam ettirmek, gaflet değil ihanettir! Bu düzenden memnun olan, mutlu bir azınlıktır… Biz Ülkücü Gençlik olarak Türkiye’de buna karşı mücadeleyi başlatan ve kararlı bir şekilde sürdüren ilk teşkilatız… Komünizmin, kapitalizmin, faşizmin, hasılı her türlü küfür güçlerinin bize saldırması bu yüzdendir… Eğer bugün susuyorsak, zamanın gereğidir, Ülkücü gençliğe yapılan saldırıların cezasız kalacağından değildir… Ecevit iktidarının olduğu 22 aylık dönem Ülkücü gençliğin savaş tutsağı muamelesi gördüğü, zindanları mekan, falakayı kendine dost, mapushaneyi medrese yaptığı dönemdir. Bu dönemde her türlü insanlık dışı işkence Ülküdaşlarımız üzerinde uygulanmıştır… Altmış bine yakın Ülküdaşımız okullarından atılmış, binlercesi istikbalinden olmuş, yüzlerce Ülküdaşımız da iktidar beslemesi komünist katillerce katledilmiştir… Bir yerde adaletsizlik, zulüm varsa, Ülkücü Hareket daima onun karşısında olmuştur ve olmaya devam edecektir… Allah’a şükür bugün Türk milliyetçiliği fikrini benimsemiş, teşkilatın çatısı altında bütünleşmiş bir milyonu aşkın bir gençlik vardır… Devlet yönetimine talip, Allah için kendini, milleti ve ezilen insanlığa adamış bir gençlik kitlesiyiz. Türkiye şartları bizi bu yöne zorlamıştır. Türkiye’nin kaderi geri kalmışlık; dilencilik de devletin resmi politikası olamaz…
Tarih bizi, yani ülkücüleri, mutlaka haklı çıkaracaktır!”
***
“27 Haziran 1980
Yürüyüş yarın. Nermin ilk kez böyle toplu bir harekete katılacak. Çok heyecanlı. Ben daha deneyimli sayılsam da aslında ben de heyecanlıyım. Nermin’in amcasından durumu gizledik. Bugün onlara gittim. Sınavlar bittiği halde sanki son bir final sınavımız varmış gibi yapıp, bizim evde ders çalışmak için izni kopardık. Tüm bayraklar, afişler hazır.
Bu yürüyüş bizim için çok önemli. Ne kadar kalabalık olduğumuzu ne televizyon ne de gazeteler artık gizleyebilecek. İsteseler de istemeseler de haberleri verirken bizden bahsetmek zorunda kalacaklar. Haberler vermese bile insanlar görecek, duyacak, birbirlerine anlata anlata Milliyetçi bir Türkiye’nin kapıda olduğu, artık zulüm, işkence ve yasaklar imparatorluğunun sonuna gelindiği tüm Anadolu’ya, Trakya’ya yayılacak. Bizi gören, bizimle olmak isteyecek. Tarihte kurulmuş olan son Türk Devleti’nde dalgalanan bayrağı, camilerinin minarelerinden yükselen içli ve mağrur ezanı, toprağını, aşını, hepsinden önemlisi hürriyetini hiçbir kuvvetin elinden alamayacağını, bizim tüm bunların teminatı olduğumuzu artık kesin olarak görecek Türk insanı.
Artık söz Türk Milliyetçilerinin! Artık sıra ülkücülerin!”
(…)
***
“O gün içimdeki heyecan bir başkaydı. Yürüyüşümüz vardı. Yengem uyandıktan sonra Nazif’i ona verip çabucak giyinip hazırlandım. Sırt çantama haşlanmış yumurta ve ekmek arası domates peynir koydu yengem. Ağırlık yapıyor, kim yiyecek bunları dedim. Bütün gün dışarıda olacaksın, simitçi falan geçmez de aç acına kalırsın ortalıkta, dursun ne var, dedi. Aceleyle, söylenerek çıktım evden. Bilsem… Bilsem ki arkamda üzerinde beyaz geceliği, kucağında Nazif’le, sabah uyandığında bile güzelliği doğan günle yarışacak kadar pırıl pırıl, gencecik, iyi kalpli, melek yengemi o sabah son görüşüm… Hiç yüzüne doya doya bakmaz mıydım? Hiç boynuna sarılıp yanında kalmaz mıydım? Onu alıp tüm gözünü kan bürümüş gizli servislerin ulaşamayacağı bir mağara kovuğuna saklamaz mıydım? Gerekirse dağda yanlarında kalıp, sırtımda tüfekle başlarında nöbet tutmaz mıydım? Bilemedim. Arkama bile bakmadan çektim kapıyı. Nasılsa akşam dönerim, nasılsa o gün patlıcan biber dolması yapacak, gelince yiyeceğim, dedim.
Ağabeyim o gece de eve gelmemiş, merak etmesinler diye haber göndermişti. Aramız limoniydi. En son evden çıkmadan önce tartışmıştı benimle. Senin gibi kardeş olmaz olsun deyince bana, ben de senin gibi ağabey olmaz olsun diyerek kendimi odama kapatmıştım. Yengem girmişti araya. Onu tutmuş ve o hışımla odama gelip sonu hepimizce malum bir sahne yaşanmasına engel olmuştu. Murat’la olan birlikteliğimiz artık gizli değildi. Onun o akşam “ya ben burada yanlarında kalırım ya da giderken Gülden’i de götürürüm” diyerek bana sahip çıkışından yüz bulmuştum iyiden iyiye. Murat, “üzülme, anamgile söyledim, sevinçlerinden havalara uçtular, kış indirmeden gelecekler söz kesmeye” demiş, beni rahatlatmıştı. Rahatlamak ne kelime, aslında dünyalar benim olmuştu. Bunca mutlu olmayı hak edecek ne yapmış olabilirim ben diye derin sorgulamalara bile girişmiştim hatta. Dilimi ısırıp tahtalara vuruyordum. Kendi kendime nazarım değer diye aklıma geldikçe, düşünmemeye çalışıyor, üzücü şeyleri aklıma getirip kendimce bir denge kurmaya çalışmak gibi çocukça çarelere başvuruyordum. Meğer haksız değilmişim.
O sabah hepimiz önceden kararlaştırdığımız yerde buluştuk. Çok kalabalıktık. Meydana doğru yürüdükçe daha da kalabalıklaşacak, ardından da o büyük, mahşeri kalabalığın arasında eriyerek kendi küçük Turan birliğimizcesine birleşecek, özgürleşecek ve kükreyecektik. Kimler katılmayacaktı ki o gün yürüyüşe? Siyasetçiler, ocaklılar, kadınlar, öğretmen ve öğrencileriyle bazı okullar, sivil teşekküller, Türkiye’de yaşayan Türk Dünyası’na mensup gazeteciler, yazarlar, üniversite hocaları, sade Ankara’dakiler de değil, otobüslerle ülkenin sıkıyönetim çevirmelerini ve engellemelerini atlatan dört bir yanından binlerce insan… Elimizde Türk bayrakları ve ince eleyip sık dokunarak hazırlanan pankartlar vardı. Önümüz seçimdi ve bu coşkunun sonucu artık inşallah ve muhakkak sandıklara da yansıyacaktı. Bunu apaçık görebiliyorduk.
Her şey güzel başladı. (…) Sonra konuşmalar bitti ve hayatını kaybedenlerin isimleri okundu. Dualar edildi. Yürüyüş oldu, bitti ve o büyük kalabalık gövdeden daha az kalabalık nispeten küçük gruplar koparak dağılmaya başladı. Nermin, Sevcan, Esra, ben, diğer kızlar, Mustafa ve ekibi hepimiz bir aradaydık. Murat da gelmişti. Hatta kimseden çekinmeden bir ara beni elimden tutup yanına doğru çekmişti. Herkes görmüş, dost gözler gülümseyerek onaylamışlardı bu kenetlenmeyi. Kurtuluş’a yakın bir yerlerdeydik. Her ne kadar asıl kalabalıktan ayrılmış olsak da yine de hatırı sayılır bir öğrenci grubuyla birlikte şarkılar, marşlar söyleyerek, elimizde bayraklar, ağır ağır yürüyorduk. Halimize bakan, o gün seçim oldu da biz tek başına iktidarı alacak oyla sandıktan zafer kazanarak çıktık zannederdi. (…) Nereden aklıma geldiyse birden etrafımızda hiç polis kalmadığını gördüm. Bakındım. Gerçekten de yoktu. Murat’a sordum. Önemsemedi. Yürüyüş dağıldı nasılsa, şuranın arkası duraklar, bir saate kalmaz herkes gider, dedi. O öyle diyorsa endişelenmeme gerek yoktu. Tatlı esintiyle yorgunluğumuzun birazını yüklenen yaz akşamının koynuna bıraktım kendimi sevdiğimin kolları arasında.
O ilk taşın nereden geldiğini anlamadık. İlk anda bir çığlık sesi duyuldu ama kimse ne olup bittiğine anlam veremedi. Hafifçe bir hareketlenme oldu grubun çekirdeğinde. Az sonra eliyle başını tutan bir kızın saçlarından, ellerinden oluk gibi kan aktığını gördüm. Başına gelmiş! Bağırmıştım. Koşuşturma başladığında nereden geldiğini görmediğimiz büyük kaldırım taşları havada uçmaya başladı ve hemen ardından birkaç el silah sesi duyuldu. (…) Murat belinden silahını çekmiş, havaya ateş ediyordu. (…)
Üç kişiydiler. Yüzlerini çaputlarla gizlemiş, etrafa nefret saçarak bakan kara gözleri açıkta, zayıf, kısa boylu, kot pantolonlu ve esmer üç kişi. Onları açıkça görebiliyordum. Bir an onlara bakıyorken diğer bir an gözlerim yere doğru indiğinde önümde dizleri üzerinde çökmüş duran Nermin’i gördüm. Bir anlam veremedim sokağın ortasında öyle oturmasına. Kısa bir şaşkınlıktan sonra yanına koştum. Elimi omzuna koyduğumda tüm vücudunun titrediğini hissettim. Oturmamış, dizleri üzerine düşmüştü. Elleriyle gövdesine kapanmış, iki büklümdü. Hiç sesi çıkmıyordu. Kaldırmak için belinden sarılınca elime ılık, yapışkan bir ıslaklık geldi. Ne olduğuna bakmak için elimi geri çektiğimde Nermin’in kanının parmaklarımın ucundan asfalta damladığını gördüm. Dehşete kapılmıştım: “Nerminnn!” Sesim sokakta çınlamıştı. (…)
Sonra bir el silah daha duyuldu. Kulağıma o kadar yakın bir yerde patlamıştı ki, her yeri boğuk bir suskunluk kapladı. Sağır olduğumu sandım. Belki de kulak zarım patladı diye düşündüm. Barut kokusu geliyordu burnuma. Yakınımdaki herkes elleriyle kulaklarını kapatarak yere eğilmişti. Bembeyazdı yüzler. Acıyla ve korkuyla ve telaşla buruşmuştu. Sonra aynı yere tekrar baktım. Az önce üzerine atılarak öldürmek istediğim ve dünyadaki tüm kötülüklerin müsebbibi olarak gördüğüm o esmer adamın durduğu kaldırıma. Yoktu. (…) Az önceki silah sesinin nereden geldiğini anlamak için arkama doğru dönerken gördüm. Murat… Dişlerini sıkmış yere serdiği adamın yattığı yere doğru hınçla bakıyordu.
Her şey çok çabuk oldu. Nermin’in başı kısa süre sonra sokağın sert zeminine düşmüştü. Tutup kollarından Nermin! Nermin! diye bağırarak sarstım ama cevap vermiyordu. (…) Öldürmüştü arkadaşımı o pislik. Kendi de ölmüştü ve şimdi elinde silahıyla ortada dikilen tek kişi sevdiğim adamdı. Düşünmeden davrandım. Murat daha önce de gözaltına alınmış, kısa bir süre içeride yatmış ve bir sürü işlemediği suçtan dolayı yine aranıyor haldeydi. Uzaktan siren sesleri duyulmaya başlamıştı. Duraksamadım bile. O silahı elinden kaparcasına alıp, var gücümle seslerin aksi yönüne doğru koşmaya başlarken bir saniye olsun gözümü kırpmamıştım. (…) Arkamdan bana bağıran sevgilimin sesiyle birlikte birbirlerine, yerde yatan yaralanmış ya da ölmüş arkadaşlarına, tanıdıklarına seslenenlerin de sesi geliyordu. Murat arkamdan gelemedi çünkü sonradan öğrendim ki o da yaralanmıştı.
Bir süre sonra bütün sesler sustu. (…)
____________________________
Misli Baydoğan, Beni Hatırla, Ötüken Yay.