# Etiket
#Tarih

Milliyet ve İslâmiyet / Ziya GÖKALP

MİLLİYET ve İSLÂMİYET

Ziya GÖKALP

İslam âleminin son ümidi olan Osmanlı Devletini yüz seneden beri parçalayan manevi bir mikrop var. Bu mikrop şimdiye kadar Osmanlılığın bir düşmanı idi ve İslamiyete büyük zararlar verdi. Fakat bugün artık İslâmların lehine dönerek yaptığı zararları telâfi etmeye çalışıyor. Bu mikrop milliyet fikridir.

Evet, Romanya’yı, Sırbistan’ı, Karadağ’ı, Yunanistan’ı, Bulgaristan’ı, Sisam ve Girit adalarını doğurarak Osmanlılığı her çeyrek yüzyılda parçalanmalara uğratan ve en sonra Rumeli’nin elimizden çıkmasına sebebiyet veren bu müthiş fikirdir, bu fikir bir hastalık mikrobu değil, toplumsal bir maya idi. Ne yazık ki, bugüne kadar esasını anlayamadık. Daima aleyhimizde dile ait, edebî, iktisadî, terbiyevî, nihayet siyasi mayalanmalar yaptı. Biz bu hayati yaradılışları düzenlemelerle, yapılarla, kuruluşlarla boş yere durdurmaya çalıştık. Bu çağın milletler çağı olduğunu hissedemedik. Bu toplumsal kuvveti biraz da İslâmlığın, Osmanlılığın menfaatinde kullanmayı hatırlayamadık.

Ne ise olan oldu. Milliyet fikri İslamiyet aleyhinde ne yapmak mümkünse yaptı. Artık bu silahı kullanmanın sırası İslâm âlemine geldi.

Şimdiye kadar bütün Müslümanlarda hâkim zihniyet şundan ibaretti: Yeryüzünde İslam dininin şeriatına uygun yalnız bir devlet vardır ki, o da İslâm devletidir. Hakikî olarak hangi hükümetin idaresi altında bulunurlarsa bulunsunlar, bütün Müslümanların hakkıyla hâkimiyetini tanıdıkları ancak İslâm halifesidir.

Hakikatteki tabiiyetleri gelip geçici bir haldir. Yakın bir zamanda bir baş kaldıran, bir kurtarıcı, bir doğru yol gösterici çıkarak onları bu şerefsiz esaretlerden kurtaracaktır. Cuma ve bayram namazlarında Halife adına okunan hutbeler, Hac günlerinde Arafat’taki topluluğu gösteren toplantılar siyasi bir geleceğin dinî müjdecileridir. Bu zihniyet şüphesiz ki hepimizin kalbini mukaddes galeyanlarla, ulvî vecdlerle dolduran bir ruhî haldir. Eğer kurgusal bir saadet ve dört yüz milyonluk bir insanlığın hayatına kâfi gelmiş olsaydı, bu kalpteki gaye bizim için elverirdi. Yok, bunun yalnız kurgusal bir şekilde kalmayarak pratik bir mevcudiyet kazanması çok gerekli ise, her şeyden önce buna ulaşmak için gereken basamakları birer birer geçmeye çalışmalıyız.

Görüyoruz ki, Müslüman kavimler gelecek bir saadeti ümit etmek ve beklemekle beraber yaşadıkları memlekette aşağı bir seviyede kalmaya razı oluyorlar, idaresi altında yaşadıkları hükümetler ve milletler tarafından başlangıçta dil bakımından ve İktisat bakımından, sonra da fikir bakımından ve ahlak bakımından eritilmeye razılık gösteriyorlar. Büyük bir kurtuluş beklemek iyi! Lâkin birtakım küçük, kolay ve derece derece olan kurtuluş yollan vardır ki, bunlarda muvaffak olmadan ötekine nail olmak Allah’ın sünnetine aykırıdır. Evet, genel bir kurtarıcıyı bekleyelim. Fakat Kur’ân-ı Hakîm’in “li-küllî kavmin had” (Her kavmin kendine ait bir kurtarıcısı vardır) yüksek açıklamasının icap ettirdiği gibi, mahallî ve millî kurtarıcılara, dile, terbiyeye, iktisada, ahlaka ait kurtuluşlara niçin ümit beslemeyelim? Hristiyan kavimlerin ne yolla yükselme ve istiklâl yollarına gittiklerini gözlerimizle gördük. Bunlar önce dillerini millîleştirmekle işe başladılar. Bir dil bağımsızlığı, siyasi bir bağımsızlığın öncüsüdüf. Bir kavim milli dilini sevmeye, millî edebiyatını bu millî dil üzerinde kurmaya başladığı anda kurtuluş vaadini almış demektir.

Dilden sonra tarih gelir. Bir kavim tarihinin en eski kaynaklarına çıkarak millî hayatının ilk gelişme hamlelerini duyarsa kaybetmiş olduğu ruhu yeniden bulmuş olur. Tarihten aldığı feyizlere halkın derinliklerinden çıkardığı efsaneleri, menkıbeleri, rivayetleri ilave ettikten sonra millî bir maneviyatı tamamıyla kurar. O zaman şiir ve sanatın konularını, hayallerini, telmihlerini hep bu millî kaynaklardan alarak edebiyat ve güzel sanatlarına şahsiyet verir.

Bundan sonra da din, terbiye ve iktisat gelir. Hür, millî bir terbiye her şeyden önce millî bir dil ve tarihe, sonra da iktisadî bağımsızlık esaslarına dayanır. Ve bütün manevî feyizlerini dinden alır. Nakşibendîlerin mühim bir kaidesi var ki, “nazar ber kadem” tabirinde toplanmıştır. Bir adamın ayağı neferlikte ise, düşüncesi mareşallik olmamalıdır. Nefer onbaşı olmaya çalışmalıdır. Yani ayağına yakın bulunmalıdır.

 

Biz ki, hâlâ memleketimizde dinimize mensup bulunan aşiretler arasında savaşlara yağma ve talanlara göz yumuyoruz, İslâm birliğini arzu edivermekle hemen olur zannetmek gayet gariptir. İslamiyet asabiyeti, “hakikate karşı boşuna harcanan emek” tabiriyle çirkin görmüş ve yasak etmiştir. Fakat bu asabiyet kendi yakınlarını tutma, şovenlikten gaye aşiret asabiyetidir ki, hâlâ içimizde yürürlüktedir. “Benî Kâhtan” ile “Benî Adnan” tabirleri de bu çirkin görme ve yasak etmenin aşiretlere ait olduğuna bir delildir. İslam dini yukarıda sözünü ettiğimiz âyet-i kerîmede kavmiyeti caiz gördüğü gibi, aşağıdaki âyet-i kerîme ile de arada tanışma, anlaşma olmak şartıyla kabile ve cemaatlere yani kavim ve milletlere ayrılmayı tasvip buyurmuştur: Sizi cemaatler ve kabileler halinde yarattık ki, birbirinizle tanışasınız.

Bütün Müslümanların uzak bir gelecekte, siyasi bir birleşmeleri ihtimal ki mümkündür. Fakat her halde bu gayenin uzun bir müddet imkânsız kalacağına şüphe yoktur. O halde bu uzun zaman esnasında Müslüman kavimler millî uyanışlar, millî uğraşmalarla yükselmeden, hiç olmazsa toplumsal bağımsızlıklarını muhafazadan mahrum mu kalsınlar?

 

Milliyet silahının bundan böyle ancak İslamların lehinde kullanılabileceğini söylemiştik. Çünkü milliyet fikri mahkûm bir kavmin mahkûmiyetten kurtulması için kullanılan bir silahtır. Artık İslam hükümetlerinin idaresi altında Müslüman olmayan kavimler kalmadı. Hâlbuki bugün Müslüman kavimlerin çoğu mahkûmiyet ve esaret halindedir. İslam kavimler arasında ise hâkimiyet ve mahkûmiyet kayıtları olmadığı için milliyet fikri İslamlar arasında ayrılık çıkaramaz.

Tersine milliyet fikri kuvvet buldukça İslâm ümmetçiliği fikri de o derece başaklanacağı için mevcut kültürü takviye edecek ve sağlamlaştıracaktır.

KAYNAK: Ziya GÖKALP, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak; Borda-Siyah Yay., İstanbul,2010. s. 99-103.

Leave a comment