Kenan EROĞLU: “Altın Beyinli Adam” Erol Güngör
Erol Güngör
“Altın Beyinli Adam”
Kenan EROĞLU
“Erol Güngör” adı bizim nesil fikir ve düşünce hayatında çok çok önemli bir yer işgal eder. Yanılmıyorsam 1971 yılı başlarında yeni bir dergi çıkacağı “Devlet” gazetesinde duyurulmuştu. Ben özellikle yayınlarımızı çok yakından takip eden birisi olarak bu dergiyi hararetle bekledim. Belirtilen dergi 1971 Haziran ayında çıktı. O güne kadar Halide Nusret Zorlutuna tarafından çıkartılan “Ayşe” isimli dergi isim değiştirerek “Töre” adı altında yayın hayatına devam edecekti.
Ben onun adını İlk olarak “Töre” dergisinde gördüm. Dikkatimi çekmişti ve hemen okumuştum.. Yanlış hatırlamıyorsam “Töre” dergisinin ilk sayısında (Haziran 1971) biraz uzunca bir yazısı vardı. Erol Güngör ismi belki başka dergilerde de geçiyordu fakat ben bilmiyordum. Yazısına ikinci sayıda da devam etmişti. Bu ilk yazıdan itibaren dergide çıkan tüm yazılarını hiç kaçırmadan okudum, bunun dışında başka dergilerde de bazen yazıları çıkıyordu. Anlattığı konular benim bilgi ve kültürümün çok üstündeydi. “Münevver ile halk arasındaki ilişkiler”den, “batılılaşma”dan ve “Osmanlı”dan bahsediyordu.
Özellikle “Türk Edebiyatı” dergisinde de yazıları çıkardı. O dergiyi de takip ettiğim için orada çıkan yazıları da okumayı hiç ihmal etmedim. “Son dönem aydınlarımız”, “batılılaşma maceramız” hakkında yazıyor ve “aydın halk arasındaki münasebetler”, “Tanzimatçıların yaptığı hatalar”, “inkılâpçıların yanlışları ve topyekûn batılılaşma sevdasına katılanların düştükleri çıkmazlar“ı büyük bir vukufiyetle ortaya koyuyor, bu zorlu konuları ele alırken kolay anlaşılır, akıcı bir dil kullanıyordu.
Daha sonra “Ortadoğu” gazetesinde baş makale yazmaya başlamıştı. (1974) Ortadoğu gazetesini de sürekli aldığım için oradaki yazılarını da kaçırmadan okuyordum. Diğer okuduğum yazarlara göre çok akıcı bir üslubu vardı. Yazılarını okurken, konu sizi çepeçevre sarıyor ve içine alıyordu. Kendisini şahsen tanıma imkânım olmadı fakat fikirleri ve tahlilleri dolayısıyla en az kendim gibi tanıdığım birisi olarak baktım hep.
Fikir ve düşüncelerimin olgunlaşıp oturmasında başta merhum Osman Turan ve Dündar Taşer yanında Erol Güngör’ün de müstesna bir yeri vardır. O’nun bize verdiği bakış açısı günlük politik mülahazaların çok dışındaydı. O’nu okudukça günlük ve politik düşünmenin dışına çıkarak olayların oluş sebepleri ve saikleri üzerinde durma alışkanlığı elde ediyorduk. Merhum Erol Güngör, bugünün meselelerine, yine bugünün meselesi olarak bakmıyor, konunun geçmişten günümüze seyri ve yansıması olarak işleyip, bizi idare edenlerin önemli yanlış ve hataları üzerinde tahliller yaparak dile getiriyordu.
Töre Dergisinde; Dündar Taşer’in 1971 yılında vefatı dolayısıyla yazdığı Ekim 1972 tarihli sayıda başlayan “Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si” adındaki dört yazısı onu daha çok sevmeme ve hatta bağlanmama sebep oldu. Yazıda büyük milliyetçi ve dava adamı Dündar Taşer etrafında ölümü, Osmanlı’yı tarihî bir çerçeve içerisinde ele alıyor adeta “Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si”nin resmini önümüze seriyordu. O’nun İstanbul “Küllük” kahvehanesinde Dündar Taşer ile buluşmalarını ve kafa kafaya vererek saatlerce tarihten, sosyal meselelerden, batılılaşma hikâyemiz hakkındaki sohbetlerini duydukça bağlılığım daha çok artıyordu. Neden? Çünkü O, çok farklıydı ve olaylara da çok farklı bakıyordu. O’nun derin kültürü, O’nu farklı kılan durumunu açıklamaya yeter. Arkadaş ve dostları da bunun farkındaydı:
“Bir süre sonra farkına vardım ki Erol Güngör Osmanlı tarihi ve edebiyatıyla ilgili çok kapsamlı ve derin bir bilgiye sahipti. Eski yazı okuyabiliyordu; bundan çok etkilenmiştim. Daha sonda eski yazı okuyabilmesinden beni daha çok etkileyen bir şeyi gördüm; Eski yazı yazabiliyordu. Onun bilgi düzeyine ulaşabilmem için benim önce Tarih, daha sonra da Türkoloji bölümünü okumam gerektiğini düşündüm.” (Doğan Cüceloğlu, Erol Güngör Kitabı, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayınları Ank., 2006, s.58)
Erol Güngör’ün şu görüşlerine katılmamak mümkün mü? 1978 yılında Ötüken Neşriyat yayınları arasında çıkan “Türk Kültürü ve Milliyetçilik” kitabının 10-11 sayfasında: “… Biz büyük bir imparatorluğun ve büyük bir medeniyetin çocuklarıyız, bizim Milliyetçiliğimiz sömürgecilerin işgalinden kurtulmak ve devlet kurmak için yapılan siyasi istiklal mücadelelerine, yahut sıfırdan başlayarak milli kültür yaratma hareketlerine benzemez” derken Cumhuriyetçilerin “yeni bir ulus yarattık” gibi temelsiz iddialarını çürütüyordu.
Yine aynı kitabın 31-32. Sayfasında okumuş olarak kabul edilenlerle halkımız arasındaki uçurumu dile getiriyor ve: “…Halka göre münevver kibirli, maddi menfaat düşkünü, yabancı taklitçisi, maneviyat düşmanı, saygısız ve köksüzdür…Münevvere göre ise halk cahil, hurafeci, kıt ve dar görüşlü, her şeye kolayca kanan(!) bir kitledir. İki tarafında bu karşılıklı menfi tavırları onların davranışlarına da akseder, zihniyet farklarını fiili bir husumet haline getirmekte gecikmemiştir. Halk münevverle temaslarını asgariye indirmeye ve böylece ondan gelecek huzursuzluğu mümkün olduğu kadar bertaraf etmeye çalışıyor, münevver de kendisini halktan ayırdığı nispette kendini yakıştırdığı grup içinde daha çok itibar kazanacağına ve nefsine daha çok itimat edeceğine inanıyor.” diyordu.
Aynı kitabın 45. Sayfasında Türk aydını hakkındaki şu tespiti ise çok isabetlidir: “Türk münevverleri yıllardan beri hep aynı rüya âleminde yaşayan uyur-gezer gibidir. Kendi içinde mantıklı görünmekle beraber, gerçekle ilgisi olmayan kurtuluş ve kalkınma nazariyeleri ortaya atarlar. Sonra bu nazariyelerin gerçekleşmesine mani olan hayali düşmanlar ve mukavemet unsurları icad ederler; bütün ömürleri bu mevcut olmayan düşmanlarla mücadele içinde heba olup gider.”
Töre Dergisinin Aralık 1972, 19. Sayısında “Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si” konulu yazısında şunlara yazdı: “Okumuş gençlerimizin çoğu, aldıkları materyalist terbiye dolayısıyla, ecdat ruhlarından yardım almanın bir batıl itikad olduğunu sanırlar. Hatta akıllı başlı bir insanın nasıl olup da bunlara inandığına hayret ederler. Bu çocuklara kısaca şunu haber verelim ki, insanların sosyal hayatta kıymet verdikleri hiçbir şeyin fiziki temeli yoktur. Muhtaçlara yardım etmenin, vatan veya insanlık için fedakârlık yapmanın niçin gerektiğini kimse isbat etmiş değildir. İnançlar da, yaşadığımız hayat içinde, en az fizik kanunları kadar geçerliliğe sahiptir, çünkü insanların hayatını onların inançları idare etmektedir.”
Erol Güngör Türk Edebiyatı dergisinin Haziran 1974 tarihli 30. sayısındaki bir yazısında Cemil Meriç’i anlatır: “Cemil Meriç bize bir şey daha öğretiyor ki, hiçbir zaman aklımızdan çıkarmayalım: Batı’nın bize açtığı belayı, kendi düştüğümüz çirkefi ve yerli medeniyetimizin yüceliğini anlamak için bir Cemil Meriç olmak, hiç değilse onun usulünü kullanmak şarttır. Batı’yı iyi bilmeyen bir insanın Batı’nın yüzüne tükürmeye hakkı yoktur; kendi medeniyetimizle öğünebilmek için de Osmanlıyı her yönüyle tanımalıyız . (…) Ama kimsenin de ezbere konuşmaya hakkı yoktur” dedikten sonra yazısını Cemil Meriç’in şu tesbiti ile sonlandırır: “Hangi ilmi hakikat bir kabile dininin naslarından daha sıcak, daha doyurucu? İnanmayanların inananlara sataşmaları kıskançlıklarındandır. Mü’minlerin saadetini gölgeleyen tek ızdırap, inanmayanlara karşı duyulan merhamet olmalı.”
Erol Güngör aynı derginin ilerleyen sayılarında da yazılar yazmış ve derginin 32. Sayısındaki yazısında Cemil Meriç’in “Ümrandan Uygarlığa” kitabını özet olarak tanıttıktan sonra “Türk okuyucusuna hararetle tavsiye ederiz” demektedir.
Yine Töre Dergisinin Nisan 1974 tarihli 35. sayısında bir sosyal tabaka olarak Türk münevveri üzerinde durmakta ve: “Batı Avrupa’nın sanayileşmesi ve millet bünyesine geçmesinden sonra, o modele göre modernleşmeye çalışan bütün memleketlerde, münevver tabakanın yabancı kıymetleri benimseyerek halktan git gide ayrıldığı görülmektedir; münevverlerin medeni kıymetlerden önce ve onlardan ziyade sosyal hayata ait batılı kıymetleri alması sadece Türkiye’de görülen bir durum değildir. Türkiye gibi münevver tabakanın halk çocuklarına büyük ölçüde açık olduğu bir cemiyette böyle bir kıymet değişmesi demokrasiye geçişte de başlıca güçlüklerden birini teşkil etmiştir, çünkü halk çocukları münevver tabakaya dâhil oldukça bu tabaka halka daha ziyade eğilecek yerde yeni gelenleri de eritmektedir” demektedir.
Erol Güngör bu aydın halk yabancılaşması ve okuyup tahsil gördükten sonra içinden çıktığı milletini beğenmeyen ve onları geri, cahil, yobaz gören zihniyet dünyası üzerinde çok durmakta bu konuda Meşrutiyetçilerin de, İttihatçıların da, İnkılâpçıların da yaptıkları yanlışları gözler önüne sermektedir.
Töre Dergisinin Haziran 1979 tarihli 97. Sayı 16’ncı sayfasın da olması gereken, sonraki zamanlarda pek göremediğimiz Türk Milliyetçilerini idealize ederken şu tesbitte bulunur: “Bugün Türkiye’de istikbalimizin temeli ve garantisi olan bir milliyetçi gençlik kitlesi vardır. Bu gençlik her türlü zulmün, iftiranın, işkencenin, en akla gelmedik şirretliklerin karşısında tarihi misyonunu yerine getirmek üzere dimdik yürüyor. Gönlü yabancı topraklarında, vicdanı yabancı ellerde değildir. Sadece Türk milletini düşünüyor, onun felaketine ağlıyor, onun saadetine seviniyor, onun imanını taşıyor, onun büyüklerini rehber ediniyor ve hepsinden öte, hiç parçalanmadan yürüyor. Bu yüzden bu gençlik Türk Milleti’nin gözbebeği, bu gününün ve yarınının en büyük teminatıdır. Ölümü hiçe saydığına göre milletini selamete çıkaracak azmi ve kudreti taşıyor demektir.”
Merhum Erol Güngör’ün belirttiği durumlar ne yazık ki 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile belki darmadağın olmadı ama zaman ne yazık ki bazı şeyleri çok değiştirdi. Milliyetçiler oradan oraya savruldular. Onun vefatından sonra yine onun ardından pek çok şey söylendi ve yazıldı. Onun hakkında söylenen ve yazılan her şey onun büyüklüğü, mütefekkir yönü, ilmi yönü üzerineydi. O bu yazılanları fazlasıyla hak ediyordu. O, “altın beyinli adam”dı.
Kültür Bakanlığı tarafından hazırlanan “Erol Güngör” kitabına yazdıkları muhtevalı makalede, Erol Göka ile Murat Beyazyüz; Erol Güngör’ü bir ilk olması hasebiyle 15. Asırda İmparatorluğun Şam Vilayetinde “Ahlâk-ı Alâ’i” adında bir eser kaleme alan Kınalızade Ali Efendi’ye benzetmektedirler. Kınalızade 1564 yılına kadar ele alınmamış ve bu muhtevada bir eser verilmemiş olmasına karşılık, eserini hem çok düşünerek-araştırarak, hem de zamanını bekleyerek ortaya koyduğunu belirtir. “İmparatorluğun yıkılması ve yeni bir devletin kurulması ile birlikte, 18. Yüzyıldan beri değişime karşı belli bir disiplin içinde hep mesafeli kalan Türk toplumu, bu sınırlayıcı disiplinden kurtulmuş ve “muasır medeniyetler seviyesi” ülküsü doğrultusunda geçmişteki tereddüt dolu adımlarının aksine bu defa koşarak batı ile kucaklaşmış ve yıkılmış imparatorluğun yıkılan batı karşıtı tutumu ile birlikte batı medeniyeti her şeyiyle sel gibi Türk toplumu içine girmeye başlamıştır. Her şeyin hızla değişmeye başladığı, değişimin kontrolden çıktığı ve sınırlarının çizilemediği bu durumda toplum yeniden bir karakter yapılanması içine girmektedir ve bu yapılanma sürecinde yaşadığı kimlik buhranına karşı elinde, karşılaştığı yeni değerler sistemine kıymet biçmesine yarayacak bir cetveli yoktur. Bu yüzden, 16. Yüzyılda Kınalızade’nin yaşadığı dönemde hissedilen eksiklik, hızla modernleşmeye çalışan Türk toplumunda bu defa çok daha şiddetli bir ihtiyaç halindeydi(…) “ [Erol Göka-Murat Beyazyüz, Erol Güngör Kitabı, s.277-278] Erol Göka bu dönemde (1974-75 yılları) Erol Güngör’ün iki kitap çıkardığını, “Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk” adını taşıyan bu eserleri ile Erol Güngör’ü Kınalızade’ye benzetmektedir. Kendinden 400 sene önce yazılan Kınalızade’nin “Ahlâk-ı Alâ’i” ile aralarında yaklaşım bakımından pek fark yoktur.
Bizim gençlik dönemimizde (1970-80 arası) nedendir bilinmez, Erol Güngör’den bahsedilirken hep Ziya Gökalp’ı -belki de ilk- eleştiren kişi olduğu üzerinde durulurdu. Bu şekilde Erol Güngör’ün Ziya Gökalp’ı eleştirmesi bakımından kendisine övgü mü yoksa yergi mi yapıldığı pek anlaşılamazdı. Evet, doğrudur Erol Güngör Ziya Gökalp’a eleştiriler getirmişti, bu eleştiriler sıradan tenkidler değildi. “Kültürel Buhranı, Erol, Ziya Gökalp’ten onun yol verdiği düşünceden farklı bir şekilde anlıyordu. Bir kere kültürün değişmesi gerektiği konusunda kesin bir tutumu vardı. Tarihi incelemek, geçmişin değerlerini ortaya koymak, Bu konudaki tutumu, özellikle Cumhuriyet döneminde, hatta 20. Yüzyıldan itibaren benimsenmiş olan tavırdan biraz farklıydı. Bu tavır, batılılaşma diye anlattığımız dönemde. Türk Kültürünün geçmişten gelenleri bir kenara bırakma eğiliminin etkisiyle buhrana girdiğini teşhis ediyordu. Bunu çok basit şekilde, mesela Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren geçmişe karşı takındığı tavır, Osmanlı hayatını tamamıyla reddetmek, terk etmek ve yeni bir batı değerleri etkisinde, yeni bir istikamet tutma ideolojisini, bunun doğurduğu buhranların penceresinden görerek reddediyordu.” [Mehmet Genç, Erol Güngör Kitabı, s.64]
En yakın iki-üç dostundan birisi olan Mehmet Genç’in Ziya Gökalp eleştirisini şöyle değerlendirildiği kaydedilmiştir: “Gökalp’in mirası Türk sosyal bilimcileri ve milliyetçileri açısından bir zenginlik olduğu kadar bazı problemleri de bünyesinde taşımaktadır. Bir zenginliktir çünkü Gökalp 19. Yüzyılın sonunda batıda oluşan sosyolojik analiz çerçevesini başarıyla Türk toplumuna uygulamış buradan modern Türkiye’nin kuruluşuna katkı yapacak değerlendirmeler üretmiştir. Fakat bu mirasın içinde doğduğu şartlar ve 19. Yüzyılın egemen pozitivist paradigması çerçevesinde sahip olduğu problemleri fark edecek ya da eleştirecek zamanı veya imkânı olmamıştır. Bu bakımdan Gökalp’in pozitivist batı merkezli bakış açıları etkisinde kalan ve özellikle kültür ve medernite dikotominisinde oluşan analitik çerçevesinin, Erol Güngör tarafından eleştirilmesi gayet anlaşılabilir bir şeydir.” [Vedat Bilgin, Erol Güngör Kitabı, s.120]
Erol Güngör, iyi yetişmiş bir mütefekkirdi. Bizleri ve kendinden sonra gelenleri etkilemiş ve kendi etki çemberine almıştı.
“…Sanat, edebiyat dahil hemen hemen bütün alanlarda çok geniş bilgi sahibi idi, alakası vardı. Ve esas hedefi, esas problemi, kültürümüzün geçirmekte olduğu büyük buhranı çözmek ve analiz etmek olduğu için bu merakı değişik disiplinler ve kendi tarihimizin çeşitli safhaları ile ilgili eserleri, bilgileri toplamak ihtiyacı içinde oldu.” [Mehmet Genç, Erol Güngör Kitabı, s.64]
“Geniş ve hazmedilmiş bir Osmanlı Kültürü vardı Erol Güngör’ün. Fakültede hepimizin hocası olan rahmetli Prof. Mümtaz Turhan’ın bazen eski bir kelimenin Arapça kökünü veya tereddüt ettiği bir kelimenin eski yazıyla yazılışını ona sorduğu, onun hakemliğine bıraktığı olurdu. Mümtaz hocamız liseyi eski yazı günlerinde bitirmişti ve kendisinden otuz yaş büyüktü. Erol doğmadan tam on yıl önce ise, Latin harfleri kabul edilmiş bulunuyordu.” [Sabri Özbaydar, Erol Güngör Kitabı, s.74]
Yazımızı Rahmetli Erol Güngör’ün verdiği bir söyleşideki tespitleri ile bitirelim. Bir soru üzerine şöyle konuşmuştu: “Eskiden bizde resmi doktrini kuran aydınlar bütün meselemizin Batılılara benzemek, yani eski halimize hiçbir suretle benzememek olduğunu düşünüyorlar, bu yüzden milli tarih ve kültür özel bir yoruma tabi tutmak zorunda kalıyorlardı. Kısacası tarihin bir kısmını öğretmiyorlar, bir kısmını da ters öğretiyorlardı. Tarihte doğruluk şarttır; tarihe karşı ideolojik değil ilmi bir tavır alınmalıdır. Bundan sonraki mesele eğitim tekniğini ilgilendirir ki onun üzerinde de çok durmak gerekir. Benim kanaatimse tarih öğretimindeki prensip eski çağlardan bu güne gelmek değil, bu günden eski çağlara gitmekte; yani okutulan şey mutlaka bizim yaşadığımız hayatla, bu günkü problemlerimizle irtibat haline getirilmelidir.” (Töre Dergisi, Haziran 1983, Sayı:145, s. 8)
Aslında Erol Güngör hakkında çok uzun yazılar yazmak ve O’nu anlatmak, O’nun fikir dünyasına girmek, görüş ve düşüncelerinden örnekler vermek gerekir; O’nun kapsayıcılığını, Türk tarihine bakışını, sosyal olayları tahlil edişini tek tek ele almak gerekir. Biz bu konuda bazı dokunuşlar yapabildikse kendimizi mutlu sayarız.
Erol Güngör vefat etti ve aramızdan ayrıldı ama sevindirici olan onun çizgisini devam ettiren hatta daha da ileri gidebilen Prof. Dr. Yılmaz Özakpınar gibi insanların olması bizim için ayrı bir mutluluktur.