# Etiket
##GENEL #Tarih #Türk Yurtları

K. Tuncer ÇAĞLAYAN: Arnold Toynbee’nin Pan-Turanizm Raporu

Arnold Toynbee’nin

Pan-Turanizm Raporu

 

K. Tuncer ÇAĞLAYAN

TÜRK YURDU, Temmuz 2011 – Yıl 100 – Sayı 287, s.60-72

Emperyal varlığını korumak ve geliştirmek için İngiltere, dünyadaki fikri ve fiili hareketleri yakından takip etmiş; İngiliz emperyal menfaatlerini tehdit etme potansiyeli taşıyan fikri hareketlerin fiile dönüşmesini engellemek için tedbirler düşünmüş ve uygulamaya sokmuştur. Bu yaklaşım kaçınılmaz olarak istihbaratın bütün birimlerinin devrede olmasını gerektirmiştir. Tehdit algılanan ülkede eylem elemanlarından, bilgi toplama ve Londra’ya aktarma aşamalarına, ama bilhassa gelen malumatın sistematik olarak değerlendirilmesi ve karşı propagandanın oluşturulması için bilim adamlarına ihtiyaç duyulmuştur.

Bu çalışmada Türk tarihinin önemli bir kesitine ışık tutacak makale formatında hazırlanmış bir raporu, Türk tarihçilerin hizmetine sunacağız. Günümüz Türk siyasetinde ve dış politikasında güçlü bir etkisi olan Turan Birliği düşüncesinin bundan yaklaşık bir asır önce İngiliz idaresini nasıl ve ne derecede rahatsız ettiği bu raporda görülmektedir.

Arnold Joseph Toynbee, I. Dünya Savaşı ve sonrasında İngiltere’nin Orta Doğu stratejisini belirleyen birkaç isimden biri olduğu söylenebilir. Özellikle Dışişleri Bakanlığı Enformasyon Dairesi İstihbarat Bürosu adına kaleme aldığı raporlar ve politika teklifleri, dönemin Dışişleri Bakanları A. James Balfour ve Lord Curzon üzerinde etkili olmuştur.

“Pan-Turanist Hareket” başlığını taşıyan rapor, Bolşevik İhtilali sonrasında İngiltere açısından doğudaki menfaatlerinin Türk ordusu tarafından ciddi derecede tehdit edildiğini düşündükleri bir dönemde kaleme alınmıştır. Akademik makale tarzında kaleme alınmış olan rapor, hem bilgi ve hem de sunduğu önerilerle baştan sona dikkat çekmektedir. Bu münasebetle raporun tamamını tercüme ederek yayımlamayı kısmi değerlendirme yapmaya tercih ettik. Turancı hareketin menşei, Macarların harekete yaklaşımı, Türklerin milliyetçiliğe siyasi değer atfetmesi ve iktidara gelişi aktarıldıktan sonra Turan birliği olarak bütün Türklerin Osmanlı Bayrağı altında birleşmesi hedefinin gerçekleşme ihtimali, gerçekleşmesi durumunda İngiliz menfaatlerine vereceği zarar Toynbee tarafından büyük bir titizlikle incelenmiştir.

Raporda yer alan bazı yanlış ifadeler söz konusudur. Mesela, “Orta Asya Türklerinin İran’ı sürekli istila eden göçebeler” olarak tanımlanması ve “Rusya’nın yarım asır öncesi Orta Asya’ya düzen getirmesi” gibi ifadeler Avrupa merkezli bakışın yansımalarıdır. “Osmanlı Devleti’nin en iyi vergi ödeyenlerinin Hristiyan tebaası, ordusunu ayakta tutanların Hristiyan dönmeler ve en sadık destekleyicilerinin dinlerini değiştirmiş olan Arnavut ve Slavların olduğu” gibi iddialar Hristiyan merkezli bakışın yansımalarıdır. Fakat Toynbee bu raporuyla, Türklerin, Kafkaslar ve Orta Asya’daki varlığına ve birleşmeleri halinde uluslararası siyasetin dengelerini alt üst edeceği gerçeğine vurgu yapmıştır.

İttihat ve Terakki Cemiyeti için Toynbee’nin tespitleri dikkat çekicidir: Toynbee, “Türk Milliyetçiliği ile İttihatçıların milliyetçilik anlayışı arasında fark olduğunu, İttihatçılar için Osmanlı Devleti’nin bekasının her zaman Türk Milliyetçiliği’nden önde geldiğini” ifade etmektedir. Bu doğrultuda, “Devlet’in bekası için gerekli olması durumunda İslam Birliği düşüncesini Türk Milliyetçiliği’ne kurban etmeyeceğini” not etmiştir.

Toynbee, Orta Doğu’nun geleceğinde İngiltere açısından Kürtlere büyük önem atfetmektedir. İngiltere’nin hayati menfaatleri kapsamında Türklerin Orta Doğu ve Kafkaslarla irtibatını kesme misyonu Kürtlere ve Ermenilere verilmiştir. Dolayısıyla Türk Birliği’ni hedefleyen Turancı siyaset imkânı ve İslam Birliği’ni hedefleyen İslamcı siyaset kartı, Türklerin elinden alınmak istenmiştir. Şu ifadeleri de ilginçtir. “1915 Nisanı’ndan sonra, sınır dışı etme esnasında Ermeni konvoylarındaki kıyım genelde serbest bırakılan suçluların desteğini de alan ve Osmanlı jandarması tarafından göz yumulan Kürt çeteleri tarafından gerçekleştirilmişti. Ama bütün Kürtler hükümet tarafında yer almadılar. Örneğin Kilikya’daki Kürtler, Ermenilere karşı sürdürülen tutumu, diğer Müslüman nüfusun yaptığı gibi reddettiler ve Dersim dağlık bölgesindeki Kürtler veya sözde Kürt aşiretleri, Harput ve diğer yerlerden gelen Ermeni mültecilere sığınma sağladılar. Kürtlerin bağımsızlık hissiyatları Osmanlı’nın zorunlu askerlik yasası ile hayal kırıklığına uğradı. Osmanlı ordusundaki Kürt firarilerin oranı, Ermenilerden çok daha fazladır. Çok sayıda Dersimli aşiret hep birlikte asker vermeyi reddettiler ve Osmanlı askeri otoriteleri bunların üzerine cezalandırıcı askeri birlikler göndermede başarısız oldular”.[1]

1917’de kaleme alınmış olmasına rağmen rapor günümüzdeki Orta Doğu ve Orta Asya’nın muhtemel geleceği ile ilgili ipuçları taşımaktadır. Dünya jeopolitiğinin önemli merkezleri olan bu iki coğrafyada Türkiye, potansiyeli çok büyük bir tesir alanına sahiptir. Bu yönüyle baktığımızda Rapor’un, ayrı bir anlam taşıdığı söylenebilir.

 

PAN- TURANİST HAREKETE DAİR RAPOR [2]

Türkçe Konuşan Nüfusa Dair İstatistik*

Yakutlar 250,000
Kazan ve Astragan Tatarları 1,500,000
Batı Sibirya Tatarları+ 50,000+
Kırım Tatarları 200,000
Batı Rusya ve Sibirya’daki Toplam 2,000,000
Kafkasya’daki Tatarlar 2,000,000+
Başkurtlar ve Çuvaşlar 2,400,000
Kırgız 4,692,000
Türkmenler 290,000
Merkez Asya Rusya Vilayetlerindeki Diğer Kabileler (Genelde Yerleşik) 2,772,000
Altay Tatarları ?
Hiva ve Buhara’daki Yerleşik Türk Nüfusu 1,000,000
Hiva ve Buhara’daki Göçmen Türk nüfusu 500,000
Çin Türkistan’ındaki Türk Nüfusu 1,000,000+
Merkez Asya Bölgesindeki Toplam 13,000,000+
Osmanlı İmparatorluğu (İstanbul ve Anadolu) 8,000,000
İran, Afganistan ve Avrupa’da Kaybedilen Osmanlı Toprakları 2,000,000
Dünyadaki Toplam Türk 27,000,000+
Rusya İmparatorluğunda 16,000,000+
Osmanlı İmparatorluğunda 8,000,000
Diğer Yönetimler Altında 3,000,000+
Dünyadaki Toplam Türk 27,000,000+

 

1. “Pan -Turanizm” İsminin Menşei

“Turan”, Farsça bir sözcüktür. İran veya Pers adıyla kurulan yerleşik medeniyete karşı, Ortaçağ Fars şiirinde bu sözcük, Orta Asya stepleri ve çölleri için kullanılır. “Turan insanları”, kuzeydoğudan gelerek İran’ı sürekli olarak istila eden göçebelerdir (farklı dillerden ve ırklardan), Rusya’nın yarım asır öncesine kadar Orta Asya’ya düzen getirmesine kadar devam etmiştir.

19. yüzyıl Avrupa filozofları, Hint-Avrupa ailesinden farklı olarak “bitişken-ekli” yapılı bu sözcüğün Kuzeydoğu Avrupa ve Asya’ya ait olduğunu savunmuşlardır. Bu gerçekten olumsuz bir dönemdi- henüz keşfedilmemiş bir kitle için belirsiz bir statü. “Turanizm” ile ilgili ilk ciddi araştırma, ekli dillerden (Ugor-Fin ailesinden) birini konuşan Macarlar tarafından yapılmıştır ve bunlar kendilerini Latin, Slav ve Germen’den her zaman izole hissetmişlerdir. Ortaçağ Macar keşişlerinden biri, kayıp soydaşlarını keşfetmek ve Başkurtları araştırmak için doğuya gitmiştir. Mevcut savaş (I. Dünya Savaşı) esnasında Macar profesörlerin Rusya’daki tutuklular arasında doğu Fin kabilelerinden olanlara kendilerinin kardeşleri olduğu ve Buda-Peşte’nin onların kültürel vatanları olduğu yönünde propaganda yürüttüğü söylenir.

Macar Pan-Turanizm’i, Rus Pan Slavizm’inin doğuşunu takip etti. Ruslar, Balkan Slavlarıyla akrabalıklarını hatırladıklarında ve bu hareket politik bir forma bürününce, Macarlar “Turanist” anti-Slav müttefikler aramaya koyuldular ve doğal olarak Türkleri düşündüler. Ünlü Macar âlimi Vambery bu Turanist düşüncenin etkisiyle Orta Asya’da Türkçe konuşan insanlar arasında araştırmalar yaptı, ama Macarlar dikkatlerini daha çok Osmanlı Devleti’ne yöneltti. 1848’de Macar Bağımsızlık Mücadelesi, Avusturya-Rus birleşik orduları tarafından ezilince, çok sayıda lider Macar ilticacısı, kendisine İstanbul’da bir sığınma yeri bulabilmiştir. 1867’de bu mülteciler Macaristan’a döndüler ve yeni kurulmuş ikili monarşi devletinde bir güç haline geldiler. 1875–78 Balkan ayaklanmaları esnasında, Macarlar şiddetli Osmanlı taraftarıydılar ve Macar öğrenci temsilci heyeti, Sırp-Türk Savaşı esnasında Sultan’a şeref emaresi olarak bir kılıç hediye ettiler.

Macar-Osmanlı yakınlaşması ırkî değil, ama politikti. Bu, ortak bir “Turanizm” bilincine bağlı değildi, ama Slav devletlere karşı ortak bir düşmanlığa bağlıydı. Aynı politik güdü, Bulgaristan’daki insanların, Avrupa Savaşı’nda Sırp ve Ruslara karşı Bulgar hükümetinin savaşa girmesi neticesinde, Turanist statüyü benimsemelerinde görülür. Yine de Bulgarlar, Slavca konuşan diğer insanlar kadar Slav’dırlar. Bulgar Devleti’ni 13 yüzyıl önce kuranlar kesinlikle steplerden gelen göçebe “Turanî” topluluklardır. Bunlar, Normanların İngiltere’deki insanlar üzerinde yaratmış oldukları etkiyle karşılaştırıldığında Slavlar üzerinde daha az bir etki yaratmışlardır. Şu anki Bulgaristan, elini Pan-Slavist duygular aleyhine kullanarak kurulmuş bir Slav devletidir ve reel politiği ile uyum sağlayacak yeni hissi sloganlar bulabilme isteğindedir.

Böylece, Pan-Turanizm’in kökeninde a) suni ve b) Avrupalı iki etki vardır. Osmanlılar, bunu İran literatüründen kendileri için almamışlardır (her ne kadar onlar da İran’ı, bizim Yunan ve Latin klasiklerini incelediğimiz gibi inceleseler de) Pan-Turanizm onlara Avrupa’dan arz edilmiştir ve Osmanlılar flört eden değil, flört edilen olmuştur. Osmanlı’da, Sırp ve Yunanlılar gibi eski tebaası olan ne Bulgarlara ne de Macarlara karşı gerçek bir duygu yoktu. Eğer çıkarları Bulgar ve Macarları Osmanlı için savaşmaya, borç vermeye Osmanlı gençlerine teknik eğitim vermeye ve makineleştirmeye sevk etse Osmanlı bu hizmetleri sonuna kadar kullanır. Fakat Osmanlı, bunlarla Avrupa’nın diğer Hristiyan unsurlarıyla olmadığı gibi herhangi bir soydaşlık hissetmiyor ve Osmanlı’nın bu savaşta esas konusu, Osmanlı İmparatorluğu’nu Avrupa’nın dış müdahalesinden kurtarmaktır, bunlar “merkezci”, “anlaşmacı”, “Turancı” veya “Germen” olsa da.

2. Pan-Türkizm Olarak Pan-Turanizm

Eğitimli bir filolog, Hint-Avrupa dil ailesine karşı, bütün Turanist dillerin yapısında bir bütünlük olduğunun bilincindedir, ama inisiyatifini kaybetmiş Osmanlı’ya bakıldığında, Türklerin kullandığı kendi dili ile Ugor-Fin Macar dili arasında gözle görülür herhangi benzerlik mevcut değildir. Diğer taraftan Türkçenin birçok lehçesi arasındaki ilişkiler herkesçe malumdur. Bu durum harita üzerindeki akarsu, dağ ve köy isimlerinden anlaşılabilir. Türkçe konuşan insanlar Avrupa’daki Türk topraklarından, Anadolu’dan, Trans Kafkasya’dan, Kuzey İran ve Afganistan’dan Rusya Orta Asya’sına ve Çin Türkistan’ına kadar uzanır ve daha fazla kırılmış bir zincir halinde Karadeniz’in kuzey sahilinde Bulgaristan, Dobruca, Kırım, Volga eyaleti ve Sibirya’dan Buz Denizi’ne kadar uzanırlar. Slavlar kadar yoğun olmamakla beraber onlardan daha geniş bir alana yayılmışlardır ve farklı Türkçe lehçeleri bütün Türkler tarafından anlaşıldığı halde, farklı Slav dilleri diğerleri tarafından anlaşılmaz. Böylelikle doğaldır ki Osmanlı Türkleri, milliyetlerinin dil bilincine vardıklarında diğer Türkçe konuşan insanlarla aralarındaki benzerliklerin bilincine varacaklardır; tıpkı ayrı Slav nüfusunun ortak Pan-Slavist fikri etrafında milli uyanışlarını yaşadıkları gibi. Böylelikle Pan-Turanizm, Osmanlı Türkleri orijininde bir Pan-Türk hareketidir; bu, Osmanlı Türk milliyetçiliğinin bir parçasıdır ve ancak bununla ilişkisi dâhilinde anlaşılabilir.

3. Osmanlı İmparatorluğu’nda Türk Milliyetçiliği

“Pan-Turanizm” sözcüğü gibi milliyetçilik bilinci de Osmanlılara Avrupa’dan gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, ulus-devlete karşı tutumla başladı, içinde yaşayanın adıyla değil onu kuran Bey’in –Osman’ın adıyla anılmıştır. Osman ve onun soyundan gelenlerin Türk olduğu doğru, ama onlar Anadolu’da kurulan bir düzine Türk devletinden biriydiler ve Türk komşuları onların en kötü rakipleri ve düşmanlarıydılar. Güçlerini, Avrupa’daki fetihleri ile inşa ettiler. En iyi vergi ödeyenleri Hristiyan tebaalarıydı, ordularını ayakta tutan Hristiyan dönmelerdi, en sadık destekleyicileri dinlerini değiştirmiş olan Arnavutlar ve Slavlardı ki, bunlar dinlerini değiştirmişler, fakat dillerini korumuşlardır. Bir yüzyıl öncesine kadar Türkçe, Türk milliyetinin Osmanlı Devleti’ne edebiyat ve resmi yazışma dili olması haricinde hiçbir katkı sağlamadı ve bu dil de Farsça ve Arapça ile o kadar sulandırılmıştı ki Anadolu köylüsünün kullandığı kaba dille aralarında çok küçük bir ortaklık bulunuyordu. Anadolu’nun büyük kısmı görece olarak geç ele geçirilmişti. Burası önemsenmeyen bir bölgeydi, büyük bir uzantısı yerel feodal beylerinin yönetiminde bağımsız bölgelerdi. Son yüzyıl boyunca her ne kadar Anadolu, Balkanlar’ın yerine Osmanlı’nın “anavatanı” olmuşsa da Balkan eyaletleri imparatorluktan ayrıldıktan sonra, Asya eyaletleri giderek artan bir merkezi otorite altına alınmışlardır. Yunanistan’ı kaybeden Sultan, Anadolu ve Kürdistan’daki feodal aristokrasinin gücünü kırdı. Avrupa’ya uyum sağlayamama 1912–3 Balkan Savaşı’yla doruk noktasına ulaştı. Anadolu’daki merkezileşme Bükreş anlaşmasından ve özellikle Türkiye’nin Avrupa Savaşı’na katılmasından itibaren İttihat ve Terakki Cemiyeti ile tamamlanmıştır.

En belirgin değişiklik Osmanlı ordusunun yapısında oldu. Yeniçeriler -bütün Hristiyan dönme unsurlardan kalıtsal olarak geçen profesyonel bir ordu- 1826’da ortadan kaldırıldı. Modern Türk ordusu 19. yüzyıl Avrupa’sının sivil toplumdan asker alma ilkesine göre düzenlendi. 1908’e kadar mecburi askerliğe alınanlar teoride İmparatorluktaki Müslüman unsurlar arasından seçiliyordu, II. Meşrutiyet’in ilanıyla Hristiyan ve Yahudiler için de askerlik zorunlu olmuştur. Fakat hükümet hiçbir zaman göçmenleri veya dağlıları kontrol edemedi, yerleşik Arap nüfusu askeri potansiyel olarak iyi değildi, en tehlikeli sınırlarda seferber edilmeye de uygun değillerdi. Osmanlı Ordusu’nun ana iskeletini Müslüman Türk köylüsü oluşturuyordu, bunların çoğunu itaatkâr ve güçlü erler oluşturuyordu, Anadolu’nun daha yüksek sınıfları merkezi imparatorluğu memurları ve yetkilileri ile artan ölçüde destekledi. Bu sebeple, Türk milli hareketi başladığında Osmanlı Devleti zaten pratikte Türk milliyetine dayalı idi.

4. Türk Milliyetçiliğinin Başlangıcı

Osmanlı Türkleri arasındaki milliyetçi bilinç kültürü, kısmen Avrupa’daki daha eski milliyetçi hareketlerin bir taklidi kısmen de benzer koşulların yaratmış olduğu kendiliğinden bir durumdu. Pek çok Avrupa milliyetçiliği gibi (örneğin Çek milliyetçiliği gibi) başlangıçta politik olmaktan çok kültürel bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. İlk milliyetçi toplum 1909’da, Genç Türk inkılabından sonraki üç yıl içinde nispeten daha özgür bir atmosferin olduğu Selanik’te görüldü. Bu topluluğun kurucularından biri Diyarbakır’dan tanınmış bir taşralı olan Ziya Bey, bir İ.T.C. Kongresine katılmak için gelmişti. Diyarbakır, Kürt ve Ermeni bölgelerinde bir Türk yerleşkesidir ve milliyetçi hareketin karakteristiği şudur ki, en fanatik liderlerin tartışmalı sınır bölgelerinden gelmeleridir.

Ziya Bey’in grubu, Osmanlıcadan Arapça ve Farsça’dan gelen yabancı kelimeleri tasfiye etmek için bir kampanya başlattı ve bu sözcüklerin yerine Osmanlıcada hiç kullanılmamış olan eski Türkçe kelimeleri koymayı amaçlıyorlardı; bu, yabancı sözcüklerin, deyimlerin ve vezinin adaptasyonu şeklinde düşünüldüğünde, Türkçeye hiç edebi bir form verilmemiş olduğu için fantastik bir hedef gibi görünebilir, ancak Avrupa’daki ölü diller de aynı güç koşullar altında tekrar kullanılmaya başlandılar ve bu “saf Türkçe” hareketi, başarıya ulaşma iddiasındadır. Geleneksel okullardan çıkan Türk yazarların etkisi kırıldı ve Arapçanın kullanımı dinî alanlarda dahi sınırlandırıldı. Milliyetçiler “Kur’an”, “Cuma vaazı ve hutbe”yi (halife için dua) Türkçeye çevirmeyi ve camilerinden Arapça yazıları kaldırmayı istediler, fakat programlarının bu kısmından, geleneksel Türk düşüncesinden çok uzak olduğu için vazgeçmek zorunda kaldılar.

Türk milliyetçiliğinin bu evresi 1909’dan 1912–3 Balkan Savaşı’na kadar sürdü. Bu, Avrupa dil milliyetçiliğinin imkânsız ve siyasi olmayan yapay bir taklidiydi. Bu temel bilgileri Tekin Alp tarafından yazılan “Türk ve Türk Birliği İdeali” isimli kitaptan sağlıyoruz. Tekin Alp, Selanikli bir Yahudi olan Albert Cohen’in kimliğini saklamak için kullandığı takma ismidir. Bu durum a) hareketin temelinin suniliğini b) başarı ihtimalinin derecesini açıklar. Selanik Yahudileri, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden ayrılamaz ve bunların bir kısmı İ.T.C. liderlerinin bu fikre iştiyakla yaklaştığına inanmasa Pan-Turanizm’e çok güçlü bir şekilde sahiplenmezlerdi. Cohen, açık bir şekilde, Macaristan’daki Yahudilerin kendilerini Macarlıkla tanımladıkları gibi, Türkiye’deki egemen ırkın milliyetçiliğiyle kendini tanımlamayı akıllıca bulmaktadır. Fakat kitabı dikkatle okunmalıdır, İ.T.C.’nin Pan-Turanizmi üstlendiği dönemde yazılması sebebiyle, içeriğinin ne kadar (o da içeriyorsa) İ.T.C.’nin politikasını yansıttığını söylemek imkânsızdır. Sonuçta Ziya Bey ekolünün doktrinini anlamak ve İ.T.C.’nin Balkan Savaşı boyunca Pan-Turanizmi’ni yargılayabilmek için  “Tekin Alp”i kullanmak daha güvenlidir.

5. Balkan Savaşındaki Etkileri

Balkan Savaşı, Pan-Turanizmi pratikte uygulanabilir hale getirmiştir. Bu felaketin şok etkisi, önceki yıllardaki akademik hareketlerden daha geniş bir eksende etkileyici olmuştur ve bütün eğitimli Türkler arasında milli uyanış için daha samimi bir arzuyu ateşlemişe benzer. Bazı cemiyetler Anadolu, Kafkaslar ve Türkistan’da şubeleri aracılıyla Türklerin eğitimi, fiziki kültürü, kadınların kölelikten kurtulması ve başka bazı gerçek yapıcı amaçları desteklemek için kuruldu ve hükümet de bu cemiyetlere izin verdi. Evkaf Nezareti veya Dini Vakıflar, kaynaklarının büyük kısmını milli okulları artırmak için bahşetti. Medreselerin reformu için bir proje var ve süregitmekte olan savaş esnasında hükümet, reformlarını yaygınlaştırarak dini düzenin varlığına meydan okumuş ve yargının şeriatın yerine daha çok beşeri hukukun alanına sokacaktır. Şeyhülİslâm, reform girişimi üzerine istifa etti. Ancak sadık bir İttihatçıydı ve halefi tarafından yargıda şeriatın yerini daraltan yeni düzenleme kabul edildi. Her ikisinin de hükümetle bir anlaşma içinde olması muhtemeldir. Bu göstermelik tepkiyle dindar çevrelerce ifade edilecek eleştirilere karşı bir emniyet supabı görevi göreceğini hesap etmişlerdir.

Bu hareketlerin hepsi “sade Türkçe” kampanyasında olduğu gibi Avrupa’dan esinlenmiştir, ama bunlar bir miktar daha güçlüdürler. Osmanlılar, Balkan Devletleri örneğinden etkilenmiş gibi görünüyorlar- ki; bunlar güçlerini savaşta Türkiye’ye galip gelinceye kadar iç reformları ile sağlamışlardır. Maalesef, onlardan bir düşünceyi daha ödünç aldılar; irredantizm.

“Gözlemci” Tekin Alp yazıyor, “bana benzeyen Makedonlar ve benim gibi olan Bulgar, Yunan, Sırp ve Ulahların irredantist politikalarıyla ilgili geniş bilgi edinebilme şansına sahip olan Makedonlar, bu fikrin ne denli etkileyici olduğunun muhakemesini yapabilirler ve bunun bir ülkü gibi büyük tehlikelere karşı ne kadar tatlı ve ilham verici olduğunu anlarlar” ve çok sayıda genç Hristiyan Makedon’un hayat hikâyesini kısaca tasvirle devam eder –ki; bunlar Balkan Savaşı’ndan önce varlığını yokluğunu milli birlik mücadelesine adamış kişilerdir. Bu, elbette basitçe Tekin Alp’in kişisel felsefini temsil eder, fakat Balkan Savaşı’nın Türkiye’de kamuoyunda böyle bir etki yarattığı muhtemelen doğru. 1912–3 ile biten yüzyıl boyunca Türkiye’nin hareketliliği Avrupa’dan Anadolu’ya yön değiştirdi. 1913’den sonra benzer bir değişiklik milli bilinçte görüldü. Türk milleti, Avrupa’da baskın ırk olma geleneğinden vazgeçmiş ve Anadolu’daki kendi potansiyel imkânlarını geliştirmeye ve idaresinden çıkan yabancı ırkların yerine Osmanlı sınırları dışındaki dağılmış Türk ırkı dallarını bir araya getirme fikrine karar verdi.

6. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Politikası

İrredantizm, Osmanlı edebi dili için Ziya Bey Grubu’na önemli bir dil reformu sunar; Arapça ve Farsçadan ödünç alınan eklerden kurtulmak ve bunu eklektik, sade Türkçe kelimelerle desteklemek, böylece Türkçenin yaşayan değişik lehçelerini kullananlar için bir “lingua franca” (ortak dil) oluşturulabilir. Pan-Turanizm hareketi açıkça politik bir sahada ilerliyordu ve bu İ.T.C. tarafından üstlenilmişti.

İ.T.C. esasen milliyetçilikle işe başlamamıştı, çünkü bunlar Osmanlı İmparatorluğu’nun ulus problemlerini görmezlikten gelmişlerdi. Onların esas hedefi özellikle Avrupa’da İmparatorluğu devam ettirmekti ve bu anlamda Abdülhamid ile önceki bütün Türk hükümdarlar ile hemfikirdiler. Ayrıştıkları tek nokta, Abdülhamid içeride despotizme ve Avrupa Güçleri arasındaki rekabetten doğan dengeye dayanırken, İ.T.C. Türkiye’nin en iyi koruyucusunun içerideki gücü ve bu gücün dayanağının siyasi hürriyetler olduğuna inanıyordu. Onların özgürlük fikri Fransız İhtilali’nden alınmıştır. “Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik” ilan edilebilir, İmparatorluğun bütün yaşayanları devletin özgür vatandaşları olarak bir araya getirilebilir –Picards, Marseillais ve Alsations’ların birleştikleri gibi- ve milliyetçilik meselesi böylece kendiliğinden çözülmüş olur.

Bu, esasında 1908’de Anayasanın ilanından sonra ilk altı hafta için gerçekleşti. Fakat sonra yeniden bir ayrılık çıkararak yeni “rejimi” nasıl kendi avantajlarına çevirebileceklerini düşünmeye başladılar. Balkan ulusları topluca özgür bir Türkiye önerisini reddettiler ve Türkiye’nin aleyhinde birlik ve bağımsızlıklarını tamamlamak için ilk şanslarını kullanmaya karar verdiler. Diğerleri, Araplar. Ermeniler, İstanbul ve Anadolu Rumları ayrılmanın imkânsız olduğunu tanıdılar, ama Osmanlı Devleti’nde kendi kimliklerini savunmak için önlemler aldılar. Araplar, yeni Meclis’te esas muhalefete şekil verdiler, ayrıca Ermeniler her ne kadar parlamentoda İ.T.C. ile işbirliğinde idiyseler de, adem-i merkeziyetçiliği istediler. İ.T.C. merkeziyetçiliğe karşı olmayan Türklerin, tek unsur olduğunu ve Osmanlı Devleti fikrine karşı herhangi bir politik düşünceleri olmadığını anladılar. Bu sebeple Türk milliyetçiliğine geçmelerine ve amaçlarını başarmak için kelimenin tam anlamıyla Türkleştirmeyi düşünme noktasına geldiler. Balkan Savaşı’ndan sonra Türkleştirmeyi programlarına dâhil ettiler, ama buna ne kadar yer verdiklerini incelemek gerekir.

7. Avrupa Savaşında Türk Amaçları

Yukarıda Pan-Turanizm’in Türk versiyonunun iki genel fikir ihtiva ettiği görüldü: a) Osmanlı İmparatorluğu’nda Türk kimliğini özgünleştirmek ve güçlendirmek ve b) Osmanlı Türklerini dünyadaki diğer Türklerle irtibatını sağlamak, birleştirmek. Bu konular öncelikle kültürel sahada özel bir “entelektüel” grup tarafından takip edildi ve barışçıl propagandayla geliştirildi. 1913’ten sonra siyasi bir mahiyet kazandı ve İ.T.C.’nin programına dâhil edildi. Ama Ziya Bey’in takipçileri için Pan-Turanizm kendi başına bir amaç iken, İ.T.C. için sadece bir araçtı. Pan-Turanizm’e karşı tezat oluşturabilecek Pan-İslamizm gibi hareketlere tamamen sırt dönmüyorlar, bu hareketlerin kendilerine hizmet etme olasılığı varsa Suriye, Mezopotamya, Arabistan gibi Arap Yarımadası’nda amaçlarına hizmet etmeyeceklerini anladıklarında Pan-Turanizm’de ısrarcı olmuyorlardı.

Akademik Pan-Turanizm ile İ.T.C.’nin Pan-Turanizmi arasındaki farklar şöyle özetlenebilir:

a)       Ziya Bey Grubu’nun esas amacı Türkçeyi ve Türk kültürünü yabancı etkisinden (özellikle Arapçadan) temizlemektir. Bu amacı mantıki sonucuna ulaştırabilmek hatırına bazı güçlü İslami önyargıları kırmaya hazırdılar. İ.T.C.’nin öncelikli amacı Türk Devleti’ni yabancı etkisinden (özellikle Avrupalılardan) temizlemekti; yabancı unsurların dışarıdan, Osmanlı maliyesindeki kontrolü, demiryolları, hammadde ve eğitim. Doktrinistler, İslam’a meydan okuyabildi, İ.T.C. üyeleri ise bunu yapmaya yetecek cesarete sahip değiller, ama Avrupa’ya meydan okudular. Avrupa uyumu bozulduğu zaman, savaşa karıştılar ve kapitülasyonları reddettiler. 1916’da Türkçe kullanımı zorunlu kılan bir “dil yasası”na geçtiler; bankalar, gazeteler, tramvay, demiryolları, buharlı gemi şirketleri, özel şirketlerin muhasebecileri ve yarı kamusal veya hukuki karakterli bütün işler için bir yıl ertelemeyle bu yasaya geçtiler.

b)      Doktrinistler, Anadolu’daki Türk milli kimliğini eğitim ve sosyal reformlarla güçlendirmeyi hedefledi. İ.T.C.’nin metodu, ülkede dağılmış durumdaki Türk olmayan unsurları yok etmekti- önce Ermeniler, sonra Rumlar ve bunların topraklarını ve evlerini “muhacirlere” (1912-13’de kaybedilen eyaletlerden gelen Müslüman ilticacılar, kısmen Türk ama kısmen Slav, Balkan Yarımadası’ndan ve Girit’ten Rumca konuşan Müslümanlar) tahsis etmekti. Katliamlar için bir diğer motive aracı, savaşı Türk nüfus arasında Ermeni yağmacılığını kullanarak popüler hale getirmekti – kesinlikle geçici ve fırsatçı bir hedef – bunlar ayrıca doktrinistler tarafından hedef alınan tepkici Müslüman fanatizmi ruhuna da bir çekicilik yaratıyordu.

c)       “Tekin Alp”, Osmanlı Türklerinin politik ideallerini emperyalizmden irredantizme değiştirmeyi amaçlıyor: Avrupa’daki yabancı Hristiyan milletleri idare etmekten, Rusya ve Orta Asya’daki akraba Türk topluluklarını istiklale kavuşturmak. Balkan Savaşı’nda, Avrupa sınırlarında toprak, nüfus ve askeri prestij kaybına uğradılar. Avrupa Savaşı’nda bu kaybettiklerini tazmin etmek veya bu kayıplarını Asya ve Afrika’daki kazanımlarıyla tazmin etmeyi umdular. Burada, Anadolu’nun Osmanlı Türklerini, İran ve Rus Trans-Kafkasyası Tatarlarından ayıran yabancı bir blok olduklarından Ermenilerin katli için dördüncü bir neden karşımıza çıkıyor.

8. Pan – Turanizm ve Pan – İslamizm:

İ.T.C.’nin fırsatçılığı en açık haliyle Pan-Turanizmi ve Pan- İslamizmi eş zamanlı olarak kullanmasında görülür, aslında bu ikisinin amentüsü taban tabana birbirine zıttır. İ.T.C. bunlardan hiçbirine kendisini adamamıştı, fakat her ikisini de istismar ediyordu.

Pan-İslamizm, gerçek anlamda bir dini öğreti değildir; olsaydı, Pan-Turanizm ile şu anda olduğu gibi bu kadar uyumsuz olmazdı. Pan-İslamizm ve Pan-Turanizm, dışarıda Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünü artırmak için birbirleriyle rakip iki politik programdır. 19. yüzyılda ortaya çıkan pek çok İslami uyanış, kesinlikle anti-Osmanlıcıydı. Nejd’in Vahhabileri ile Mısır Sudan Mehdi taraftarları, Türkleri Franklardan ve kâfirlerden biraz daha iyi biliyorlardı. Senusi, İstanbul’un kirliliğinden kaçmak için Libya çöllerine çekildi. Şu dikkate değerdi ki; bütün bu hareketlerin taraftarları a) Arap b) Bedevi ya da medeniyetsiz ve c) Osmanlı veya Avrupa kontrolünde de facto bağımsızdılar. Hâlbuki Osmanlı Pan-İslamizm öğretisi, İngiliz, Fransız ve Rus gibi Avrupa Güçleri hükümetinin altında yaşayan yerleşik, medeni bir Müslüman nüfusa hitap ediyordu. Bu nüfus ise, Avrupa kurumlarını yeteri derecede tecrübe etmişti. Avrupa Güçlerinin denetimindeki Müslümanlar, uluslararası politikada bağımsız işleyebilen, kendi ulus hükümetlerine ulaşmayı istiyorlardı ve bu anlamda Türkiye’ye hayrandılar çünkü onlara göre Türkiye onların bu ideallerini daha önceden gerçekleştirebilmiş Müslüman devletti. Bunlar, Türkiye’nin Avrupa’ya karşı zayıflığını ve yozlaşmasını sakladığı maskesini görebilecek kadar iyi bilgilendirilmemişlerdi. Türkiye’yi sadece Müslümanların geleceğini garantiye alacak bağımsız devletleri için bir model olarak gördüler. İslamiyet teoride de olsa hem dini hem de siyasi boyutları olan bir cemiyeti tasvir eder. Halife bütün iyi Müslümanların dünyevi yöneticisi ve onların dini başkanıdır. Şu doğrudur ki, bu siyasi topluluk Muhammed’in ölümünü takip eden yüzyılda bozulmuştur ve hiçbir zaman tam anlamıyla onarılamadı. Fakat halife bu umumi gücü kullanamazsa, en iyi alternatifi, bağımsız devlet başkanı olarak, dünyanın diğer devletlerine taleplerini dikkate alma mecburiyetini hissettirmelidir. Bu şart, Abbasilerin yıkılmasından sonra en güçlü ve uzun süreli Müslüman devleti olan Osmanlı İmparatorluğu ve İstanbul’daki Sultan/ Halife tarafından yerine getirilmiştir.

Bu çizgideki politik propaganda ihtimalinin yüksekliğini gören Abdülhamit bunu zekice işledi. Osmanlı stratejik demir yolu Şam’dan Medine’ye, büyük kısmı diğer ülkelerdeki müminlerin katkılarıyla inşa edilmesi onun diplomasisine iyi bir örnektir ve bu politika İ.T.C. tarafından sürdürülmüştür. Tripoli’de, bir örnek olarak, İtalyan zaptından önce Osmanlı hükümeti yerel halk tarafından usandırıcı yabancı bir otorite olarak görülüyordu, ama Enver yerel halkın sempatisini kazanmayı başardı. Libya Arapları şimdi Türkleri Avrupa istilasına karşı doğal müttefik olarak görüyorlar ve hatta Senusi, Avrupa savaşı sırasında Osmanlı ile ortak cephede buluştu. İ.T.C. kendini Asya’da, İngiliz veya Rus pençeleri altında düşmüş olan Müslüman devletlerin kurtarıcıları olarak sunuyordu. Afganistan Emiri’ne bir heyet gönderdiler ki, onun tarafsızlığını ciddi anlamda sıkıntıya sokmuştur. İstila ettikleri Batı İran’da, kendilerine askeri destek vermeleri için İran milliyetçilerini ikna ettiler. Türkiye, İran ve Afganistan’dan oluşan Müslüman devletlerinin siyasal bağımsızlığı temel alan üçlü bir ittifak önerisinde bulundular. Ekim 1914’de şeyhülİslâmın Halife adına cihat çağrısı bir fiyaskoya dönüştü, ama bu fiyasko Türkiye’nin savaşı genelde kaybetmesinin bir sonucudur. Pan-İslamizm’in önceden hesap edilen politikası Osmanlı askerî prestijiydi. Eğer Türk orduları, Tiflis, Kahire ve Tahran’a muzaffer bir şekilde yaklaşabilselerdi ve Müttefikler İstanbul’u tehdit etmeseler veya Bağdat’ı ele geçirmeseler, Pan-İslamizm çok geniş askeri ve siyasi alanda cereyan edebilirdi ve hatta şimdi bile iflas etmiş denilemez.

Ama bu Pan-İslamist propaganda, ancak Pan-Turanist düşüncenin mantıki sonucu olarak yıkılabilirdi. Eğer Osmanlı İmparatorluğu, İslamî büyük bir güç değil de Türk millî devleti olsa ve eğer Türk milliyetçiliği ile İslam eninde sonunda bağdaştırılamaz olsalar, bu durum Türkiye ve diğer ülkelerin Müslüman nüfusu arasında ortak bağlarını bir çırpıda kıracaktır. Artık onlar için Türkiye’de, İngiltere’den, Rusya’dan veya Fransa’dan daha fazla kurtuluş yoktur ve İ. T. C.’nin bunların üzerinde kurulmuş olan hükümetlerinden daha fazla iddiası yoktur. İ.T.C bunun çok iyi farkındadır ve Pan-Turanizm ile Pan-İslamizm çatıştığı yerlerde alenen Pan-Turanizm ülküsü doğrultusunda politika gütmemişlerdir. Müttefikler, Pan-Turanist yazarların anti-İslami ve anti–Arap deklarasyonlarını ve despot faaliyetlerini ve İ.T.C. eliyle Arap eyaletlerindeki devlet dairelerindeki baskıyı Arap dünyasında bir anti-Türk propagandası olarak iyi değerlendirdi. Fakat İ.T.C.’nin bir hükümet veya parti olarak, Pan-İslamist anlayışla tezat oluşturan Pan-Turanist programları olduğuna dair suçlamak zordur.

İ.T.C.’nin politikası ilk etapta her iki hareketi de suiistimal etmektir ve dışarıda Pan-İslamizm onlar için daha faydalıdır, fakat şu da açıktır ki, içeride Pan-Turanizm ile daha fazla kazanım elde etmişlerdir. Onların amacı Osmanlı İmparatorluğu’nu Alman örneğinde olduğu gibi büyük bir askeri güç haline getirmekti. Doğal olarak ortak dilde ortak dinden daha fazla kendilerine ait temel buldular. Aşağıdaki pasajda Ekim 1911’de İ.T.C. Kongresi’nde kabul edilen karar gösterilmiştir:

“İmparatorluğun yapısı Müslüman olmalı ve İslamî kurumlar ve gelenekler için saygı korunmalıdır. Adem-i merkeziyetçilik ve otonomi Türk İmparatorluğu’na ihanet olduğundan diğer uluslar teşkilatlanma hakkından mahrum bırakılmalıdır. Uluslar önemsiz bir miktardır, dinlerini muhafaza edebilirler ama dillerini değil. Türk dilinin yaygılaştırılması İslamî egemenliği ve diğer unsurları asimile etmeyi teyit eden etkin bir araçtır.”

Bu durum, İ.T.C.’nin iki fikri iç politikalarında nasıl bağladıklarını ve bu senteze daha çok vurgu yaptıklarını resmeder. Teb’a ulusların “dinlerini koruması fakat ana dillerini unutturulması politikası” erken dönem Osmanlı fatihlerinin geleneksel politikasına tamamen aykırıdır. Müslümanlık dinini kabul etmeleri üzerine Arnavut ve Bosnalı soyluların sadece dillerini korumalarına değil, mülkiyetlerini de korumalarına izin verilmişti.

9) Türk İrredantizminin Dışarıda Başarı Şansı

Diğer taraftan Pan-Turanist propagandanın Osmanlı İmparatorluğu sınırları dışındaki Türkler için olasılığı tahmin edildiğinde, hiçbir Osmanlı hükümetinin Pan-İslamizm düşüncesine karşı zararlı bir politika sürdürdüğü varsayılabilir. Ayrıca şimdi varsayılabilecek diğer bir nokta, dağılmış Türkleri yeniden birleştirme politikası uygulanırsa, ırk pratik bir ihtimal haline gelir (şu anda mümkün olmayan), bu Osmanlı askeri gücünden değil, Rusya’nın “yıkılması”ndan meydana gelir. Bu Rusya “yıkılması”, “Tekin Alp” tarafından içtenlikle umulmakta -gerçekte bu, onun irredantist programının bir ön varsayımıdır-, ama Rus İhtilali’nden önce yazıldığı için bunun dışarıdan Türk orduları ile ya da Merkezi Güçler tarafından başarılabileceğini ummaktadır.

Aşağıdakiler, Türkiye dışında Türkçe konuşan esas gruplardır ki, bunlar dikkate alınmalıdır:

(a) Kazan Tatarları (Yaklaşık 1,5 milyon)

Bunlar Volga’nın orta cihetinde Nizhni Novgorod ve Samara arasında yaşarlar. Batıda Ruslar ve kuzey ve güneydeki Fin kabileleri[3] tarafından kuşatılmışlardır. Ayrıca, üç yüz yıldan fazla bir zamandan beri Rus hükümetinin yönetimi altındadır ve Müslümanlık ile Hristiyanlık arasındaki bariyer, dünyanın hiçbir yerinde burada olduğu kadar kırılmamıştır. Kazan Tatarları başarılı ve eğitimlidirler. Yakın zamanda Rusya’da yaşayan Türkçe konuşan gruplar, bunların liderliğini takip edeceklerini beyan ettiler ve son birkaç yılda basılı yayınları, Tatarların etkisini Müslüman dünyası arasında geniş ölçüde yaydı. Bir Osmanlı-Türk irredantist politikası olarak Pan- Turanizmin başarı ya da başarısızlığı büyük ölçüde Kazan Tatarlarının bunu benimseme tavırlarına bağlıdır ve bu da Rus politik evrimine bağımlı olarak dönüşür.

Kazan Tatarları, Balkan Savaşı sırasında Kızıl Ay çalışanlarını gönderdiler ve yardım fonlarını Türkiye’ye kaydırdılar, ama bu sempatileri pek politik bir forma dönüşecek gibi görünmüyor. Coğrafya ve fiziki ilgiler bunları Ruslara bağlar ve onların tutucu mizaçları üç yüz yıldan beri idaresinde yaşadıkları yönetimden şiddet yoluyla ayrılmalarını imkânsızlaştırır. Doğal olarak Çarlık rejimine ve özellikle Rus olmayan unsurlara karşı politikasına karşı çıktılar. İhtilalden önce görüşlerinin temel noktasını aşağı yukarı Kadetlerin oluşturuyordu.[4] Fakat şu anda ne Kadetlerin olduğu gibi anti-milliyetçi politikayı ne de Finlerin ve Ukraynalıların aşırı ayrılıkçılığı onları bağımsızlık ve muhtemelen şovenist devlet olarak Kırım ve Kafkas Tatarları’ndan izole edecekti. Onların federal Rus Cumhuriyeti’nde milli otonomiyi öngören Kerensky programını kabul etmeleri hemen hemen kesindir, eğer Rusya gerçekten federal bir cumhuriyet haline gelebilirse, Tatarların Türkçe konuşan toplulukların muhtemel lideri olmak için önlerinde parlak bir gelecekleri olacak ki, bu Türklerin sayısı bütün Türkçe konuşan toplulukların büyük kısmını içermektedir (toplam 27 milyonun 16 milyonunu içermektedir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Türk nüfusu aşağı yukarı 8 milyon civarındadır).

Bu durumda Osmanlı irredantizmi başarısız olacaktır. Pan- Turanizm’in toplanma noktası diğer bir ifadeyle cazibe merkezi İstanbul değil ama Kazan olacaktır ve Anadolu Türklerinden uzak Tatarlar, Osmanlı İmparatorluğu’na yöneleceğine, Rus Tatarlar, Anadolu Türklerini çekeceklerdir. 

Bu çok arzu edilen çözüm, esasen Rus tepkisi olasılıklarıyla tehlike altındadır. Şu anda Rusya’da merkezi askeri bir hükümet oluşturma ve muhtemel bir sivil savaşa önderlik edebilecek ulusları baskı altına alma hareketi uluslararası politikada Tatarlar tarafından yürütülecek bir panik havası yaratabilir.

(b) Kırım Tatarları (200.000 altında); Kazan liderliğini takip edeceklerdir.

(c) Batı Sibirya Tatarları (Yaklaşık 50.000); Kazan liderliğini takip edeceklerdir.

(d) Kafkas Tatarları (200.000 üzerinde); Bunlar ayrıca Kazan’ın etkisi altındalar. Diğer taraftan bir yüzyıldan daha az zamandır Rus yönetimi altındadırlar. Osmanlı sınırına yakın yaşıyorlar, Osmanlı Türkçesine kendi edebi dilleri gibi adapte olmuşlardır (gazetelerinin dili) ve Ermeni korkusu ve nefreti konusunda Anadolu Türkleri ile güçlü bir ortak çıkara sahiptirler. 1905’de Kafkaslarda Ermeni ve Tatarlar arasında ırkî bir savaş vardı ve sonuçta genel olarak Ermeniler bu durumdan kazançlı çıkmışlardır.

Enver, 1914–5 kışında Kafkaslarda istilasını başlattığında İ.T.C. orduyu desteklemek için propagandacılar yolladı. Kafkasları bölme amaçlı bir projeyle Türk ve Ermeni bölgesini, Osmanlı hükümranlığı altında Tatar, Gürcü ve Ermeni milli devletleri olarak bölmeyi tasarladı. Osmanlı Ermenilerini, başarısız olmakla birlikte, bu projede işbirliğine iknaya çalıştılar.

Bilindiği gibi Osmanlı orduları hiçbir zaman Kafkaslardaki Tatar bölgesine ulaşamadılar ve sadece Batum bölgesinde yaşayan Rus vatandaşı Müslüman bir Laz-Gürcü kabilesi olan Acaralar yanlarında oldular.

Rus Devrimi’nden itibaren bu sefer Kafkas ve işgal altındaki Osmanlı Ermeni bölgesinin milli otonomi ile Türkiye yerine Rusya Federalizmi yönetimi altında olmaları fikri yeniden canlandı. Tatarlar, Gürcüler ve Ermeniler zaten milli sınırlarının tartışılmasını istiyorlardı ve şu dikkate değerdir ki geçmişte kuvvetli ve ayrıcalıklı Ermenilere karşı Tatarların ve Gürcülerin birleşme girişimleri mevzubahis olmuşsa da, şu anda bir Gürcü-Ermeni yakınlaşması söz konusudur. Bu arada Gürcüler ve Tatarlar arasındaki ilişkiler Batum bölgesindeki Acaralar ile Osmanlı vilayeti Trabzon’daki Lazların, Gürcüler tarafından ırkî alanları, Tatarlar tarafından ise dinsel alanları olduğu iddiası ile gerilmiştir. Bu durum her ne kadar geçici bir evre olsa da Kafkaslarda yeni milli sınırların belirlenmesi kadar önemlidir, eski Gürcü Tatar gruplaşması Ermenilere karşı tekrar gündeme gelmektedir.

Kafkas Tatarları geri planda kalmışlar ve Şii-Sünni ekseninde bölünmüşlerdir. Eğer milli otonomiyi destekleyecek kadar özgür bir Rusya olursa ve çeşitli milli iddialar karşısında yeteri kadar adaletli olabilirse Rusya’ya tabi kalacaklardır ve bu durumda Rusya’da Türkçe konuşan nüfus için Bakü, Kazan’ın yerine politik bir merkez haline gelecektir. Kazan, şu anda eski kültürün faziletine bütün Türkler için liderlik ediyor, ama Bakü petrol rezervleriyle daha büyük bir endüstriyel geleceğe sahip ve Kazan, Türk dünyasının kenarında yer alırken Bakü tam da merkezde yer almaktadır. Kazan ve Kırım, Anadolu ve Azerbaycan ve Orta Asya bloğu (Trans-Hazar demiryolu) Bakü etrafında daire biçiminde sıralanmışlardır ve iletişim ağının ortasındadır. Şu anda da Bakü Tatarları, Kazan Tatarlarından daha fazla liderleri etrafında güçlü bir şahsiyet oluşturabilmişlerdir.

Fakat Bakü olasılığı Rusya Federalizm’inin başarısına bağlıdır. Eğer Rusya’da bir kaos veya baskı durumu yaşanırsa Kafkas Tatarları kesinlikle Osmanlı İmparatorluğu’na dönerler ki bununla kolaylıkla işbirliğine girebilirler. Anadolu Türkleri ile coğrafik olarak temas halinde olmalarından, onların edebi dillerini benimsemelerinden ötürü ve kültürel olarak dışlanmadıkları için onlarla yapacakları işbirliği kolaylaşacaktır. Bu durumda Osmanlı İmparatorluğu’ndan uzak bir eyalet olarak kalacak ve Bakü’nün kültürel gelişimi kısa süreli olacaktır.

(e) İran’da Türkçe Konuşan Nüfus

MS 11.-13. yüzyıllar arasında Orta Asya’dan yaşanan göç ki, bu göç Türkçe konuşan kabileleri Kazan, Kafkaslar, Anadolu’ya sürüklemiştir, aynı zamanda bunları Kuzey İran eyaletlerine ve en çok da kuzeydoğu eyaleti Azerbaycan’da yoğunlaştırmıştır.

İran’da Türkçe konuşan insanlar şu anda Türklük millî bilincine sahip değiller. Bunlar İranlılar gibi Şiidirler, Anadolu Türkleri gibi Sünni değillerdir. Tekin Alp bunların halen Farsça yazdığını ve Farsça gazeteleri okuduklarını itiraf eder. Ve gerçek bir sıkıntı şu ki Azerbaycan’ın başkenti Tebriz, İran milli hareketinin bir merkezi haline gelmiştir.

Tekin Alp, Azerbaycanlılara “Türk ruhu” aşılamayı umut ediyor ve bunun İran’ın iç yapısını güçlendireceğini kanıtlamaya çalışıyor. Bu durum gerçekten İran milliyetçiliğini kırabilirdi ve gerçek İranlıları, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir düşmanlığa itebilirdi, ancak İ.T.C. böyle bir gaf yapacak gibi görünmüyor. Savaş esnasında İ.T.C.’nin politikası İran milliyetçiliğini desteklemek ve bunu Anglo-Rus rejime karşı ateşlemekti. İ.T.C., Anglo-Rus kontrolünden uzak güçlü bir İran için oynuyor ki, sonrasında İran, Osmanlı İmparatorluğu ile ittifak yapacak ve sonuçta Osmanlı hegemonyası altına girecektir.
(…)

https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=1535

Leave a comment