Dr. Hayati BİCE: Türk Yurtları Üzerine Notlar / AZERBAYCAN
Türk Yurtları Üzerine Notlar / s.131-155
AZERBAYCAN
Dr. Hayati BİCE
8. Türk Yurtları, Azerbaycan ve
Türklerin ‘Ermeni’ Sorunu
Türk Yurtları‘nın son 20 yıllık tarihini yazacak olan araştırmacılar, 1989-1991 yılları arasında meydana gelen değişiklikleri yazarken epeyce zorlanacaklar. Bu birkaç yılda meydana gelen değişiklikler, insana ‚lisan-ı hal‘ ile “işte tarih böyle oluşuyor” diye fısıldar gibi… Böylesi tarihî bir anda geleceğin araştırıcısına dipnotu düşmesi için gerekli olacak bazı verileri bir araya getirerek işaret ettiğimiz bu tarih kesitinde Türkiye’ye gerek coğrafik gerekse sosyal olarak en yakın mesafede bulunan Azerbaycan’da meydana gelen köklü ve kalıcı değişimlere öncülük eden 1990 yılı Ocak ayındaki Bakü katliamının öncesindeki süreci ve sonrasındaki gelişmeleri değerlendirmek istiyorum.
Azerbaycan’a Selam
Türk Yurtları’ndaki gelişmeler tabiî olarak, dünyadaki Türkler’in -ister istemez- önemli bir kısmını barındıran ve bu yönüyle “en büyük Türk ülkesi” olarak bile vasıflandırıldığını gördüğümüz Sovyetler Birliği’ndeki kardeşlerimizin durumuyla yakından ilişkilidir, İslam ümmetinin yaklaşık onda birini teşkil eden “Sovyetler Birliği’nin müslüman vatandaşlarının kaderi, bu özelliği nedeniyle -maalesef müslümanların çoğu farkında olmasa bile- yeryüzünün tevhid coğrafyası üzerindeki hesapların dışında tutulmamaktadır. Gelişmeler, bu hesaplaşmayı günbegün açığa koyar niteliktedir. 1989 yılında yapılan Sovyetler Birliği nüfus sayımının etnik ve dini verileri henüz tam olarak açıklanmadığı için, kesin sayılarını bilemediğimiz -ancak 60 milyon kişi civarında okluğunu tahmin ettiğimiz- kardeşlerimizin durumu 2000’li yıllara doğru Türkiye’nin tercihlerini ve yönelişlerini zorlamağa başlamıştır. Bu tarihî bir
süreçtir ve iletişim araçlarının da desteğiyle artık gündemimizden çıkamaz hale gelmiştir.
Türk Yurtları’ndaki Gelişmelerin
Türkiye’ye Yansımaları
Yıllardır belirli grupların biraz da kapalı devre olmak üzere kendi aralarında konuşup durdukları konuların birdenbire olanca haşmetiyle Türkiye gündemine eklenmesi bütün çevreleri şoke etti. Bunu en iyi Mehmed Ali Birand’ın Azerbaycan röportajını seyredenlerde fark etmişsinizdir. Özellikle Doğu Avrupa’da meydana gelen değişiklikler ve Avrupa Topluluğu’nun bilinen olumsuz tavrının Türkiye Kamuoyunda meydana getirdiği haysiyet ezikliği bazı kişileri yeni dengeler aramağa ve bu dengeler arasında Sovyetlerdeki Türk Cumhuriyetleri bir yere oturtma çabalarına sevketti. Bu konuda bazı
kapılar aranılarak Türkiye-Sovyetler Birliği arasındaki resmî ilişkilerin gelişme yolunda olduğu bir sırada Azerbaycan’da uygulanan askeri terör ve cinayetler Türkiye kamuoyunun vicdanında derin yaralar açtı. Bir anda oluşan kamuoyunun gerisinde kalmamak gayretinde olan siyasî ve sosyal grupların Azerbaycan konusunda ilk kez halkla bütünleşen bir tavrı birlikte sergilemeleri, Türkiye basınının da bu hassasiyetin oluşumundaki katkıları Türkiye adına son yıllardaki en ümid verici olgu niteliğindeydi. Ancak olayların ilk tepkileri durgunlaştıktan sonra basının İslam aleyhdarı söylemine devam ederken Azerbaycan’ı kullanmağa kalkması ibret verici bir nokta olarak kayda geçirilmiştir.
Türk yurtlarında meydana gelen gelişmelerin yarının tarihinde önemli bir yer alacağının işaretçisi olarak görülen bir diğer nokta ise “Türk Dünyası” diye bir probleminin olmadığını tahmin ettiğim Turgut Özal’ın 20 Ocak 1990 tarihindeki Azerbaycan Bakü Katliamı sırasında sergilediği tavrın siyasî kariyerinde bir dönüm noktası olduğu şeklinde bütün kesimlerde oluşan ortak kanaattir. 1989’un önemli bir kısmında Başbakan, bir kısmında ise Cumhurbaşkanı olarak en önemli makamlarda bulunan Turgut Özal bundan önce de [1989’un son günü yayınlanan gazetelere göre] Sovyetler Birliği’nin Azerbaycan gibi
Türkçülük akımının canlı olduğu cumhuriyetleri ile ilişkilerimiz hususundaki bir soruya ‘Sovyetler Birliği’nin Türk Cumhuriyetleri ile Türkiye’nin ilişkilerinin ancak kültürel ve ekonomik bir bazda gerçekleşebileceği ve ilişkileri milliyetçi-ırkçı bir çizgiye taşımanın kimseye yarar sağlamayacağı” cevabıyla karşılık vermişti.
‘Sağlık’ nedenleriyle bulunduğu ABD’de Kızılordu Azerbaycan’ı işgal edip Bakü’de katliama devam ederken sarf ettiği sözler ile Türkiye çapında ve ciddî eleştirilere uğrayan Özal’ın dinleyicileri arasında A.B.D.’nin ‘İslam dost ülkelerde baskı altında tutulmalı, düşman ülkelerde ise desteklenmeli” stratejisine imza atan Zbigniew Brzezinski gibi bir stratejistin bulunması ne ‘acaib bir tesadüf(?)’tür. Bugün Brzezinski’nin kendisinden daha meşhur hale gelen formülünün ilk kısmı aynen korunurken ikinci kısmında “İslam artık düşman ülkelerde de bastırılmalı” gibi küçük(!) bir değişiklik olduğu son birkaç yılın olayları değerlendirildiğinde açıkça ortaya çıkmaktadır.
Pakistan Devlet Başkanı Ziya-ül Hak’ın kurbanı olduğu suikast bu önemli değişikliğin köşe taşı olarak nitelendirilebilir.
Afganistan cihadının uğratıldığı zaaf da bu bağlamda değerlendirilmeğe müsaittir. Günbegün netleşen bu tablonun diğer unsurlarını da tamamlamak dikkatli ve ferasetli okuyucu için güç olmayacaktır.
‘Odlar Yurdu’nun Söndürülemeyen Ocakları
Köklü bir tarihe, derin bir medeniyet birikimine, millî bir aydın kadrosuna sahip oluşuyla son yıllarda Türk Yurtları arasında millî gelişmeler yönünden öne çıkan Kuzey Azerbaycan (Sovyetler Birliği topraklarındaki Azerbaycan)’da ortaya çıkan gelişmeler bütün ağırlığı ile gündemi doldurmağa devam
ediyor. Rus Kızılordusu’nun işgali altında bulunan Azerbaycan toprağına dökülen şehid kanları bu aziz Türk Yurdu’nun artık varlığı yolunda baş koyduğunun en büyük delili olarak kabul ediliyor. Sovyet sisteminin Rus hakimlerinin Türk Yurtları’nda bundan böyle izleyeceği yöntemleri de ortaya çıkarması yönünden Azerbaycan Kıyamı ve bu şanlı kıyam karşısında Sovyet sisteminin ve O’nun başındaki Mihail Gorbaçov’un gerçek yüzünün olanca ‘açıklığı’ ile ortaya çıkışı kadar önemli bir nokta da -özellikle “Avrupa, Avrupa” diye sayıklayan Türkiye için- bu soykırım barbarlığı karşısında dünya çapındaki yorumların, tavırların ortaya serdiği ibret verici tablodur. Bu tablonun iyi değerlendirilmesi gereklidir. “21. yüzyılda İslam ümmetinin durumu ve Türk Dünyası’nın konumu” diye bir meselesi olanlar
için bu, aynı zamanda bir görevdir de…
1988 sonlarında ‘sivil bir güç ‘ olarak organize olan “Azerbaycan Halk Cephesi” varlığını ve gücünü ilk kez 1988 Kasım ayı içinde Bakü’de düzenlediği 800 bin kişilik büyük miting ile ortaya koydu. 1988 yılı sonundan bugüne ‘ Azerbaycan Halk Cephesi’nin Kuzey Azerbaycan’daki en büyük güç -Komünist
Parti’nin önünde- haline gelişi, lider Ebulfez Alioğlu ve diğer ‘ ziyalı’ önderleri öncülüğünde halkı kucaklayabilmesi sonucunda olmuştur. Yıllardır halkı aydınlatan Bahtiyar Vahabzade, Mehmed Arslan, Halil Rıza gibi edebiyat adamlarının millî duyguları yaşatan gayretleri yanında Zeyneb Hanım Hanlar gibi birinci sınıf sanatçıların millî varlığın ve hassasiyetlerin diri tutulmasını sağlayan çalışmaları Azerbaycan Türklüğü’nün Diriliş Hareketi’ne maya olmuştur. Bugün Azerbaycan’daki gelişmelerin halk katındaki eserlerini görürken açıkça ve sevinçle müşahade ettiğimiz üzere bu maya tutmuştur. Bu elbette kolay olmamıştır…
‘Hak şerleri hayreyler’ hikmetinin mucibince 1987 yılından itibaren hala Haçlılık ilkelliğinden ve “Türk” korkusundan kurtulamayan Batı ülkelerinin apaçık destek ve kışkırtmaları ile Azerbaycan halkının karşısına yanlarına Politbüro’yu da alarak çıkan Ermeni fanatiklerin “asırlık atalar yurdu” olan Nahcivan, Karabağ gibi Azerbaycan topraklarının Stalin eliyle Ermenistan’a bağışlanan Azerbaycan toprakları gibi
gasb edilmesine yönelik şarlatanlıkları ve taşkınlıkları bütün Azerbaycan’ı “tek yumruk” halinde birleştirmiştir. Bu şuurlu ve medenî tavır, kayıtsız -şartsız Ermeniler’in yanında olduğu artık gizlenemez halde olan Moskova yönetiminin ve O’nun iletişim medyalarında takdim edilen yüzüyle sevimli patronu “Gorbi”nin Azerbaycan Halk Cephesi karşısında bazı tavizler vermesiyle ilk ürünlerini almıştır. Azerbaycan’da günden güne güçlenen Halk Cephesi’nin baskısı ile Azerbaycan Parlamentosu’nda
Karabağ’ın, Azerbaycan’ın ayrılamaz bir parçası olduğu tescil edilmiş, Azerbaycan’ın ekonomik zenginliklerine tasarruf hakkının kayıtsız şartsız Azerbaycan Türklüğü’ne ait olduğu -kağıt üzerinde de olsa- kabul ettirilmiş, Azerbaycan gençlerinin askerlik hizmetlerini vatan toprakları içinde yerine getirmesi gibi önemli bir hedef de Halk Cephesi’nin talepleri arasında yerini almıştır. Bu son talebin ne derece önemli olduğu ‘millî ordu’ya sahip olmayan Azerbaycan’ın uğradığı askeri işgal ve katliam sırasında acıyla anlaşılmıştır.
1988 yılında Ermenistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti tarafından gasbedilen Azerbaycan topraklarında yaşayan Azerbaycan Türkleri’nin binlerce yıldır yaşadıkları yurtlarından zorla göç ettirilmesi ve direnenlerin katledilmesi sonucunda Ermenistan’dan Azerbaycan’a göçmek zorunda kalan 200 bin Azerbaycan Türk’ünün mahkum edildiği sefalet, toplum vicdanını o günlerden beri kanatmağa devam etmektedir. 1988 Aralık ayında Ermenistan’da yüzbin kişinin (bütün Ermeni nüfusunun yaklaşık % 3’ü) ölümüyle sonlanan – gönlümden “Allah’ın gazabının bir tecellisi” demek geçiyor- deprem sonrasında Türkiye Cumhuriyeti dahil bütün dünyadan gelen yardım malzemesine karşılık 200 bin mazlum Azerbaycan Türk’ünün durumundan haberi bile olmayan ve dolayısıyla da kılını bile kıpırdatmayan dünya kamuoyunun ve en önemlisi de Türkiye’nin bu ibret verici tavrı, Azerbaycan Türklüğü’nün millî şuurunun derinliklerinde gerektiği şekilde değerlendirilmiştir. Son olarak, en az Kızılordu’nun tankları kadar hırpalayıcı olan gafların sahibi ile Türkiye halkım ayırd ederek değerlendirebilecek kadar basiret sahibi olduklarını bu sıcak ve kanlı günlerde bile gösteren Azerbaycan Türklüğü’nün öncü kadroları kendi güçlerine yaslanmaları ve Allah’ın yardımından gayrısına bel bağlamamaları yolundaki önsezilerinin ne kadar doğru olduğunu bir defa da bu vesileyle anlamış olmalıdırlar.
Azerbaycan’daki Halk Hareketinin gücünü birkaç kez deneyen Gorbaçov ve Politbüro her defasında Halk Cephesi’nin kararlı safları karşısında gerilemek zorunda kalmışlardı. Son gelişmelere kadar Azerbaycan karşısında cesur bir tavır sergilemediği gözlenen Sovyet Rus imparatoru Mıhail Gorbaçov ‘un 2-3 Aralık 1989 tarihinde Malta açıklarında büyük dostumuz ve ortağımız (!) “ A.B.D.’nin ‘patronu’ ile yaptığı başbaşa görüşmeler sonrasında dünya üzerinde hemen ortaya çıkan belirtiler (Romanya’da Çavuşesku’nun devrilmesi, A.B.D.’nin Panama’yı işgali, vb.) iki süper emperyalist arasında yeni bir alan paylaşımı yapıldığını kısa zamanda ortaya çıkarmıştır. Bu pazarlıkta İslam Dünyası’nın gözardı edilemez bir parçası olarak Sovyetler Birliği’nin Türk Cumhuriyetleri üzerinde de bazı mutabakatlara varıldığı apaçık ortadadır. Azerbaycan’ı işgal eden Kızılordu’ya gösterilen hoşgörü, bu mutabakatın küçük bir ayrıntısı olsa gerek!..
Berlin Duvarı’nın yıkılarak “ iki dünya” arasında kalıcı barışı engelleyen en büyük sembolün tarihe karıştığı haberleri iletişim tekelleri tarafından bütün dünyaya pompalanır ve bizde de magazin programlarında bile uzun uzun yorumlanırken, Sovyetler Birliği’nin Nahcivan Özerk Bölgesi ve Kuzey Azerbaycan Cumhuriyeti’ndeki Azerbaycan Türkleri’ni öz kardeşlerinden ayıran dikenli telleri ve barikatları hiç kimse görmemiştir. Batılı Sovyetologların çok iyi farkında olduğunu bildiğimiz Azerbaycan Türklüğü’nün bu bölünmüş durumundan kurtulmasının ne ifade ettiğini de bu uzmanlar çok iyi bilirler!.. Bu nedenle İran ve Türkiye sınırlarını Azerbaycan’dan ayıran ‘utanç bölgeleri’nde Azerbaycan Türkleri’nin ortaya koyduğu eylemlerin ardından mutabakata varılan protokolün uygulanmasına geçilmiştir.
Azerbaycan’ın Ermenistan ile sınırını teşkil eden bölgelerde ağır silahlarla teçhiz edilmiş resmi helikopterler ile Ermeni militanlarının Azerbaycan köylülerine ateş açması, Nahcivan bölgesinde başlatılan saldırılar ile ‘Azerbaycan Senaryosu’nun en kanlı sahnelerinin çekimine başlanmıştır; bu filmin rejisörü olarak Mihail Gorbaçov orta yerde iken jenerikte adı gizlenen prodüktör George Bush tarihin hesab defterinde yerini almıştır.
“Ve elbette Allah’ın da bir hesabı vardır…”
Kanlı olaylar Ermeni saldırıları ile başlamışken ve zaten bölgedeki problem Ermenilerin ta 1987 ‘de Nahcivan ve ardından Karabağ topraklarında toprak talebi ile ortaya çıkmışken ‘ sevimli’ Gorbi’nin selefi olan Stalin, Brejnev gibi komünist İvan’lardan birisi olduğunu ortaya koyan bir politikayla
Azerbaycan’ın işgali emrini vermesi, tarihe artık “Şanlı Azerbaycan Kıyamı”, Bahtiyar Vahabzade’nin deyimiyle “Günahkar Garbaçof”un kanlı ellerinin parmak izlerini taşıyan tanklara göğüs geren yiğit Azerbaycan civanlarının “Şehadet ve Azadlık Günü” olarak geçmiştir, inşaallah bu günler, bir gün bayram olarak kuzeyiyle-güneyiyle bütün Azerbaycan’da saygıyla yaşatılacaktır.
Bu noktada belirlenmesi gereken bir durum da nüfusunun yarıdan fazlasını Azerbaycan Türkleri’nin, üçte ikisini Türk’lerin teşkil ettiği İran’ın tavrıdır. Humeyni’nin 3 Haziran 1989’da beka alemine göçmesinden sonra 28 Temmuz 1989 ‘da geniş yetkilerle işbaşına gelen yetkili siyasî lider
Haşimî Refsancani’nin uyguladığı politikalar İran’ın yeni siyasetinin ‘Küçük Şeytan’ ile yakınlaşma bazında oluşturulacağının ipuçlarını taşımaktadır. Humeyni’nin deyimiyle ‘Büyük Şeytan’ A.B.D.’nin kontrolü altındaki ‘Küçük Şeytan’ Rus İmparatorluğu’nun kuyruğuna takılan bir politikayla İslam
Devrimi’ni gerçekleştiren ruhun bu derecede dışına çıkılacağını hiç kimse tahmin edemezdi! İşbaşına geldikten sonra ilk resmî ziyaretini yanındaki tek refakatçisi olan Ermeni Meclis üyesi ile Sovyetler Birliği’ne gerçekleştiren Haşimî Refsancani’nin Moskova’nın sağladığı bazı ekonomik çıkarlara karşılık halkının öz kardeşlerini “resmen satması” İslamî duyarlılığın artık İran ‘İslam’ Cumhuriyeti için “pragmatik” hesaplar ile değiştirildiğinin göstergesi olmuştur.
Pek çok “halkı müslüman ülke”nin yönetimini elinde bulunduran kişilerde ortaya çıkan Türk kompleksinin arazlarını bugünkü İran yönetiminde de müşahede etmemiz bizim acı bir tecrübe olurken, İran’ın hali hazırdaki ‘En Büyük Dini Lideri’ olan ve Azerî Türk’ü olduğunu bildiğimiz Ayetullah Seyyid Ali Hamaney ve diğer Türk kökenli İran yetkililerinin tavrı merakımızı çekmeğe devam etmektedir. Rus Kızılordusu’nun yenilmezlik efsanesine son veren “Afganistan Cihadı” esnasında mezhebi bir yaklaşımı öne alarak Moğol kökenli olarak literatürde yer bulan Hazara’ları sadece ve sadece Şîî oldukları için destekleyen ve bu yüzden bütün İslam Dünyası’nda Afganistan Cihadı’nı sekteye uğratma suçlamasına haklılık kazandıran İran yönetimi’nin halkının önemli bir kısmı ( % 70) Şîî olan Azerbaycanlı müslüman kardeşlerimiz ile arasına mesafe koymağa çalışmasının İran’ın kendi içerisinde nüfus çoğunluğunu oluşturan Türkler karşısında Zalim Şah’dan miras kalan Fars şovenizminin hortlamağa, en azından şuur altından yüzeye taşmağa başladığından başka makul bir açıklaması olamaz.
Bunun ne derecede İslam’a mugayir olduğu ise tartışılamayacak derecede ortadadır.
Mazlum ve mağdur dünya müslümanları inanıyoruz ki dualarıyla, kalbleriyle, Azerbaycan’da kıyam eden kardeşlerinin yanındadır. Ancak “halkı müslüman” İslam ülkelerinden Pakistan ve Libya haricinde tek sesin Moskofu yakında ve yakından tanımış olan Afganistan Mücahidleri’nden yükselmesi ne kadar anlamlı, düşündürücü ve dünya müslümanları adına utanç vericidir.
İslam cografyasını baştan basa kana bulayan küfür ve nifakın rağmına Azerbaycan’ın Kızılordu için “İkinci Bir Afganistan “ olacağını -hem de Moskova’da- ilan eden yiğit Azerbaycan Türklüğü, esaret altında Türkistan ve Kafkasya’daki Türk yurtları’nın diriliş ve ihya hareketlerinin çığır açıcısı olmağa adaydır.
“Mallardan, canlardan, ürünlerden eksiltme ile sınayacağını” bildiren ve “sabredenleri müjdeleyen” Rabbimiz Azadlık meydanlannda, Bakü’de, Gence’de Şirvan’da , Nahcivan’da sınadığın sabırlı kullarını yine sana emanet ediyoruz.
Rahmınla ve Hıfzınla muamele eyle, Ya Rahim, Ya Hafız !