Erol GÜNGÖR: DİN MESELESİ -I-
EROL GÜNGÖR
DİN MESELESİ
Onyedinci yüzyıl sonlarında, kendisine Hıristiyanlık teklif eden Fransız misyonerlerine o zamanki Siyam Kralı’nın şu cevabı verdiği rivayet edilir : «Tanrı bütün dünyada tek bir dinin hakim olmasını isteseydi bunu kolayca yapabilirdi; ama o birbirinden farklı pekçok dinlere müsamaha gösterdiğine göre anlaşılıyor ki herbiri kendi yolunda ibadet eden çok sayıda kullarının mevcudiyetinden gayet memnundur». Bu sözler o zaman misyonerleri çok düşündürmüştü, ama üç yüzyıl sonra kendilerini Siyam Kralı’ndan daha bilgili ve medenî sayan pekçok insan, eski misyonerlerin iman ateşi yanında bir de maddî silahlarla donanmış olarak, Tanrı’nın -veya Tanrı yerine koydukları şeyin- çeşitlilikten değil de yeknesaklıktan hoşlandığını yine isbat etmeye çalışıyorlar.
Eski mezhep kavgalarının onbinlerce hayata ve yıllar süren ıztıraplara mal olduğunu hepimiz biliyoruz, hattâ bu kavgaları geleneksel dinleri kötülemek için bir delil diye kullanıyoruz, fakat ideoloji adı verilen yeni dinlerin yarattığı felâketleri hiç düşünmüyoruz. Saint-Barthelemy katliamında katolikler tarafından boğazlanan protestanlar istemedikleri bir mezhebin açık tecavüzüne uğramışlardı, bugünkü dünyada insanlar istedikleri şeyleri vadeden, medeniyet, hürriyet, hakikat ve ekmek namına kılıç sallayan mezhepler yüzünden ıztırap çekiyorlar. Bu ıztırabın en şiddetlisi de medeniyeti en çok isteyen yerlerde görülüyor. Bazı ülkelerde modern medeniyete engel teşkil ettiği iddiasıyla, bazı ülkelerde de yeni dine ve yeni ruhban sınıfına rakip görüldüğü için, geleneksel dinler devamlı hücum konusudur. Bu memleketlerde dinler arasındaki rekabet hiçbir zaman ideolojilerin dinlere açtığı harp ölçüsünde büyük olmamıştı.
Modernleşme çabası içindeki memleketlerde din konusundaki görüşler halâ geçen yüzyılın pozitivist ideallerinden uzaklaşmış değildir. Bizim İkinci Meşrutiyet devresinin Batıcı ve İnkılâpçı münevverleri Avrupa’nın ezici gücünü -belki de doğru olarak- oradaki ilim ve teknolojiye bağlamışlar, bu sahalardaki üstünlüğü izah için de batıda o zaman yaygın bulunan felsefî ve sosyolojik görüşleri benimsemişlerdi- Ondokuzuncu yüzyıl batı düşüncesi hıristiyanlığın karşısına «ilim» denilen yeni bir din koyuyordu. Bu yeni dinin klasik dinlerden yegâne farkı Tanrı’yı, yani tabiat-üstü bir kuvveti kabul etmeyişi idi. Hristiyanlığın dünyayı kurtaracağı inancı karşısında ilmin dünyayı kurtaracağına dair yeni bir iman doğdu; hattâ ondokuzuncu yüzyıl filozof-sosyologlarından bir Auguste Comte, pozitivist bir dinin esaslarını kurmaya çalıştı. Ona göre, sosyal tekâmülün en son safhası pozitivist cemiyetin doğuşuydu, yani bütün cemiyetler teolojik ve metafizik safhadan geçtikten sonra pozitivist bir zihniyete ulaşacaklardı. Geçen yüzyıllarda hakim düşünce tipi teolojik olduğu için, cemiyette de din adamları hakim bulunuyordu. İlmîn hakim olduğu bu çağda onların yerine ilîm adamları geçmekteydi. Bir cemiyeti bu son tekâmül safhasına ulaştırabilmek için yapılacak İş bir entelektüel reformdan ibaretti. İnsanlara müsbet ilim aşılanmalı, onların kafalarından teolojik ve metafizik düşünceyi çıkarmalıydı.
Comte bu düşüncelerinin gerçekleşmesi için verdiği programda ideal cemiyetin şehir planlarına kadar bütün teferruatı göstermekle beraber, pozitivist zihniyeti yerleştirmek üzere kullanılacak vasıtalar hakkında bilgi vermiyor. Mamafih, kendisi esas itibariyle devrimci bir tip değildir, herşeyin sulh ve sükûnet içinde* hürriyet içinde olmasını ister. Zaten ona göre bu tekâmül tarihî bir kaderdir, nasıl olsa olacaktır.
Comte’un hemen arkasından gelen ve daha çok onun düşüncelerini takip eden Durkheim da günümüz (ondokuzuncu yüzyıl sonu, yirminci yüzyıl başı) cemiyetinin rasyonalist düşünce safhasına gelmiş olduğunu söylüyordu. O da insan düşüncesinin başlangıçtan beri muayyen bir gelişme takip ederek geldiğini iddia etti; bu gelişmeyi görebilmek için bütün ilimlere ve sanatlara kaynak teşkil eden dindeki tekâmülü incelemek gerektiğini söyledi. Fakat dinin de dayandığı bir kaynak vardı ki, insan düşüncesinin mantıkî kategorileri bile bu kaynağa irca edilebilirdi; Cemiyet. İlmî düşünce Tanrı kavramını hiç değilse metodolojik bakımdan saded dışı bıraktığına göre, bugün artık Tanrı ile cemiyet arasında bir tercih yapmak zorunda idik. Durkheim tabiatiyle cemiyete tapınacak olanların safında yer alıyordu.
Comte ve Durkheim’ı geçen yüzyıl batı düşüncesinde dine karşı takınılan tavır bakımından en tesirli iki örnek diye alıyoruz. Hakikaten bu iki sosyolog-filozof’un görüşleri yüzündendir ki gerek batılı gerekse batı taraflısı münevverlerin pekçoğunda şu fikir hakim olmuştu: (1) din artık devrini tamamlamış bir sosyal müessesedir, modem cemiyetin esas vasfı klasik dinlerin tesirinden çıkarak rasyonel düşünceyi hakim kılmasıdır; (2) modern cemiyetin ahlâkı dine değil ilme dayanacaktır.
Gerek Comte’un gerekse Durkheim’ın asıl gayesi artık hıristiyanlığın -veya herhangi bir geleneksel dinin- beslemekten aciz kaldığı sosyal ahlâk için tatminkâr bir kaynak bulmaktı. Muhakkak ki ikisi de kendi düşüncelerinin modernleşme çabası içindeki memleketler için bir çeşit kalkınma programı teşkil edeceğini hiç düşünmemişlerdi. Fakat Avrupa’ya dönerek onu model almak isteyenler ister-istemez orada yaygın olan felsefî ve sosyolojik görüşleri de modern Avrupa’nın temel vasıflarından saydılar. Gariptir ki, August Comte o devrin Türkiye’sini kendisi İçin hür bir atmosfer olarak görürken Türkiye’de hürriyetsizlikten şikâyet eden ve Paris’e kaçan Jön Türkler orada pozitivizmin avamî (vulgaire) bir çeşidi ile beslenmişler ve bu fikirlerin Türkiye’yi kurtaracağını sanmışlardı. Ahmet Rıza ve arkadaşlarının «isbatiye mesleği» dedikleri pozitivizm Türkiye’de fikir sahasında gayet kısır kaldı, fakat münevverlerin siyasî ve sosyal değişme karşısındaki tavırlarında önemli bir unsur teşkil etti. Sonradan İttihat ve Terakki fırkasını kurarak siyasî bir grup haline gelen Jön Türkler’in fikirleri bu defa ikinci bir kaynaktan daha beslenmeye başladı: Ziya Gökalp’ın temsil ettiği Durkheim sosyolojisi. Durkheim yeni bir din kurmuş değildi, hattâ dine karşı saygılı idi, fakat o da pozitivist düşüncenin din yerine geçeceğine inanıyordu. Böylece Batıcı Türk münevverlerinin gözünde ilmi ve teknolojik gelişme ile pozitivizmin ilim ve ahlâk telakkisi birbirinin tamamlayıcısı gibi görülmeye başladı-
Comte’un ve Durkheim’ın din hakkındaki görüşlerinin tenkidi bizi burada ilgilendirmiyor, herhangi bir sosyoloji ders kitabında -bizdekilerde değil- bu tenkidleri bulabilirsiniz. Sadece şu kadarını söyleyelim ki, her iki görüş de ilmî teori olmaktan ziyade birer tarihî kehanet doktrinidir ve bu yüzden sadece sosyoloji tarihi içinde bir yerleri vardır. Ancak, bu iki parlak mütefekkirin durumları bize din konusunda iki önemli gerçeği göstermektedir :
(1) din sosyal müesseselerin en köklü ve üniversel olanıdır; (2) dinde cevabı aranan sorular veya tatmini istenilen ihtiyaçlar o kadar üniverseldir ki biz bu ihtiyaçları değil, belki onların tatmin şeklini değiştirebiliriz. Nitekim geleneksel dinlerle tatmin olmayan ve bunların modern insanı doyurmayacağını düşünen Comte, eski dinlerin yerine rasyonalist bir din koymaya çalışmış, Durkheim ise ahlâkî çöküntüden kurtulmak İçin sosyal kıymetler üzerinde ittifak edilmesini teklif etmiş, büyük çoğunluğu dinî olan kıymetlerin zorunlu olduğuna kanaat getirerek muhafazakâr bir tavır takınmıştır. Nitekim din yerine başka sistem teklif edenlerin hepsi de getirdikleri sisteme din adını vermemekle beraber onlara yine dinî bir mahiyet vermişler, din gibi inanmışlardır. İşte geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başlarında ilim din haline, yani bir iman sistemi haline getiriliyordu. Comte ilmin dünyayı sefaletten ve barbarlıktan kurtaracağına, insanların sarsılan dinî inançlar yüzünden tatminsiz kalan manevî açlığına da cevap vereceğine inanıyordu- Sonraki tarihlerde onun rasyonalist dediği cemiyetler barbarlığın en müthiş örneklerini verdiler, iki dünya harbi açlığı ve sefaleti son haddine çıkardı, manevî kıymetlerin çözülmesi sonunda Durkheim’ın sosyal çözülme (anomie) dediği hal bir salgın gibi yayıldı. Yıkılan manevî birliği yeniden kurmak üzere iki din doğdu: Faşizm ve Komünizm-
Faşizm ve komünizm ile din arasındaki mücadeleyi görenler bunların birbirine rakip” olduklarını kolayca anlıyorlar, ama birer bilgi ve ahlâk sistemi olmak bakımından bu materyalist doktrinlerle din arasında fark bulunmadığını göremiyorlar. Herşeyden önce, bunların hepsi de mutlak hakikat diye bakılan ve ilmî bakımdan tahkikine imkân bulunmayan postülalara dayanır. Meselâ insanların bir gün ilâhî mahkemede hesap vereceklerine inanmakla insanlığın birgün komünist bir cemiyet halinde birleşeceğine inanmak arasında ilim mantığı bakımından fark yoktur; her iki iddia da doğruluğu veya yanlışlığı araştırılamayan birer inançtır. Aynı şekilde, sosyal hadiselerin ilâhî iradeye bağlı olduğu inancı ile bunların iktisadî münasebetlere veya fizikî kuvvetler arasındaki münasebetlere dayandığı inancı da aynı kategoriye girer. Hıristiyanlığa göre insan bu dünyada vaktiyle cennette iken işlediği günahın kefaretini çekmektedir, imtihanı başarı ile verince yine cennete dönecektir; marksizme göre de insan cemiyetinin başlangıcında komünizm vardı, birçok ıztıraplı istihalelerden sonra sonra insanlar yine ebediyen sürüp gidecek bir komünizme kavuşacaklardır. Faşizm de insanlığın bir kadere bağlı olduğunu jddia etmek bakımından hem komünizme hem de dine benzer. Ahlâk sistemi olarak da bu tarihî kehanet doktrinleri, din gibi, kaderin icaplarına uymayı esas tutarlar.
Dinde otoritenin kaynağı vahiy yoluyla kendini bildiren Tanrı’dır, yani tabiat-üstü bir varlıktır. Komünizm’in ve Faşizm’in teolojik sistemlerle asıl farkı buradan doğmaktadır. Mamafih bu dünya dinleri de irrasyonel oldukları için Tanrı yerine geçecek birşeye ihtiyaç duymuşlar ve bunu bulmuşlardır da. Dinde Tanrı nasıl mutlak hakikatin sahibi, hem sevilen, hem çekinilen bir kudret ise Almanya’da Hitler, Rusya’da da Stalin aynı mertebeye çıkarılmıştı. Rusya’da şahısların putlaştırılması politikasından daha yeni vazgeçiliyor. Eğer Stalin hâlâ mutlak doğru veya mutlak iyi diye görülmüyorsa veya onun yerine bir başka ilâh konmamışsa, bunun bir sebebi de komünizmin Rusya’da eski ateşini kaybetmesidir. Nitekim komünizm tecrübesinin henüz içinde bulunan Çin’de Mao hâlâ bir puttur.
Bunları anlatmaktan maksadımız ne komünizmle bir tutarak dini kötülemek, ne de dinle bir tutarak komünizmi övmek veya yermektir. Görülüyor ki, insanlar dinden ayrılıp başka bir sisteme geçmiyorlar, bir dinden başka bir dine geçiyorlar. Din duygusu hiçbir zaman ölmüyor- Mevcut bir dinin yerine geçmek üzere ortaya atılan her sistem yine bir dinî sistem oluyor. Son yüzyılın siyasî ve sosyal doktrinleri din adı altında ortaya çıksalar, çok kimsenin anlamadan hayran kaldığı ilmin maskesini takmasalar, herhalde fazla taraftar bulamazlardı.
Bu anlattıklarımız çerçevesinde pozitivist bir din reformcusunun veya devrimcinin durumunu nasıl değerlendirebilir? «Müsbet ilim» ve «rasyonel düşünce» gibi sloganlarla geleneksel dinlerin geçersizliğini iddia edenler acaba bütün insanların kabul edebilecekleri kadar açık-seçik ve kesin bu hakikat sistemi mi bulmuşlardır? Yeni bir inanç sistemini bize benimsetmek için dayandıkları otorite nedir?
Geleneksel dinlerin yerine yeni bir sistem teklif edenler hakikatte o dinler kadar doğru veya onlar kadar yanlış, fakat her halde onlar gibi irrasyonel bir yeni dinin peygamberi durumundadırlar. İnsanların bugüne kadar hakikate yaklaşmak üzere geliştirdikleri en objektif ve üniversel sistem ilimdir, fakat ilim ne din gibi irrasyonel konularla uğraşır, ne de ilim adamları peygamberlik iddia ederler. İlim doğruluğu veya yanlışlığı araştırılabilen hipotezlerle meşgul olur, böyle bir isbat veya red konusu olmayan inançlarla değil- İlim adamları arasında dinsiz olanların da dindar olanların da bulunuşu gösteriyor ki ilim insana belli bir inanç sistemi verecek mahiyette değildir. Bir ilim adamının Tanrı’ya ne inanması ne de inanmaması ilmin bir gereğidir. Filânca âlimin dindarlığı Tanrı’nın varlığını isbat etmeyeceği gibi, bir başkasının inanmaması da onun yokluğunu isbat etmez. Şu halde «müsbet ilim» sloganıyla dine karşı çıkan devrimci ile ilmin kutsal kitaplardan çıktığını söyleyen bir kimsenin muhakemeleri aynı seviyededir ve ikisi de yanlış düşünmektedir. Ancak, bu iki düşünce İlim mantığı bakımından aynı olmakla beraber pratikte çok büyük farklar doğurmaktadır; zira atom fiziğinin Kur’an’dan veya İncil’den çıktığını söyleyen dindar iki sistemi -din ve ilim- kendi kafasında bir tuttuğu için ilmî düşünceye engel olmadığı halde, Tanrı yerine maddî kuvvetleri koymaya çalışan bir devrimci milyonlarca insanın hürriyet ve saadetine zorla müdahale etmektedir. Devrimcinin burada yaptığı iş bir hıristiyanın bir müslümanı zorla tanassur ettirmesi veya bir müslümanın bir hıristiyanı zorla ihtida ettirmesi gibidir.
Buraya kadar dini sırf bir bilgi sistemi olarak ele alınca düşülen hatalara işaret ettik. Bir de dinin sosyal hayattaki yerini ve önemini bilmemek yüzünden düşülen hatalar var ki, önümüzdeki yazıda bunları göstermeye çalışacağız.
TÖRE, MART 1973, 22:11-14.
Devamı:
DİN MESELESİ -II-
http://www.ulkuyaz.org.tr/erol-gungor-din-meselesi-ii/
DİN MESELESİ -III-
http://www.ulkuyaz.org.tr/erol-gungor-din-meselesi-iii/