Cemal KURNAZ: Tanıdığım Serdengeçti
Tanıdığım Serdengeçti
Cemal KURNAZ
Serdengeçti'yi rahmetle anarken hem kendisi hakkında Cemâl Kurnaz’ın makalesine, hem de bir başka milliyetçi büyük Dündar Taşer hakkında kendisinin kaleme aldığı ve yayınlanmamış bir yazıyı neşrediyoruz. Türk Yurdu
Bir insanı anlatmak zor iş. Hele bu Osman Yüksel Serdengeçti gibi birisi olursa daha da zor. Onu bütün yönleriyle anlatacaksınız, biri diğerinin önüne geçmeyecek, her birinin hakkım vereceksiniz. Bir de Serdengeçti’yi bahâne edip de kendinizi anlatmayacaksınız. Kolay değil.
Ona ağabey derdim. 1969’daydı sanırım. Öğretmen Okulu’nun son sınıfındaydım. İsmini nasıl duyduğumu, adresini nereden bulduğumu, şimdi hatırlamıyorum. Bir mektup yazdım. Tertemiz köy çocukları, hacı-hoca çocukları burada elden çıkıyor, elimizden tutacak bir Allah’ın kulu yok mu, bu nasıl milliyetçi iktidardır, bize bir kaç öğretmen gönderemez misiniz gibi lâflar ettim. Çocukluk işte. Koskoca Serdengeçti, Ankara’da… İcraat mevkiinde bir insan olarak hayâl etmiş olmalıyım. Hemen cevap geldi. Çok duygulanmış mektubu alınca ağlamış. Doğru Öğretmen Okulları Genel Müdürüne gitmiş. Milliyetçi, muhterem bir zât. Mektubu okumuş o da müteessir olmuş. Gereğini yapalım demiş. Fakat, maalesef gereği yapılamadı. Kısa zaman sonra 12 Mart muhtırası geldi. Hükümet değişti.
Bir gün duyduk, Antalya’ya gelmiş. Bizim okuldan bazı çocuklarla haber göndermiş, gelsin tanışalım diye. Ben sıkılıyorum, çekiniyorum. Koskoca Serdengeçti’yle karşılaşmak kolay mı? Korkuyorum. Bir panik içindeyim. Gitmedim. Gidemedim. Haberler sıklaşıyor. Yanıma bir arkadaş arkadaş uydurdum, korka korka gittik. Adresi bulduk. Zil çalışmıyor. Kapıyı çaldık. Kimse yok. İçimden seviniyorum. Tam dönüyorum, merdivenlerden bir adam geliyor, baktık kapıya yöneldi. Serdengeçti bu mu? “Çocuklar buyurun” dedi. Girdik. Bomboş bir ev. Yerler sergisiz. Bir odada yer yatağı. Yanında mumlar. Herhalde elektrik bağlı değil. Balkonda bir kaç sandalye var. Oturduk. Bir takım sorular sordu. Sohbet ettik. Şimdi neler konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Bir ara “Cemâl Kurnaz’ı tanıyor musunuz?” diye sordu. “Bana bir mektup yazmış, tanımayı çok istiyorum, kaç defadır haber gönderiyorum, gelmedi. Görürseniz söyleyin” dedi. “Tanıyoruz” dedim”. Çok mahçup, utangaç bir arkadaş. Gelmeye çekiniyor” dedim. Şimdi, nasıl oldu da böyle bir mûziplik yapabildiğimi izah edemiyorum. Herhalde hayâlimdeki Serdengeçti’nin yerine, kılığı-kıyafeti, hâli-etvârı ile sıradan birisi gibi karşımda oturan bu insan beni rahatlatmış olmalıydı. Az sonra dedim ki, “o çocuk benim”. Nasıl şaşırdığını, heyecanlandığım anlatamam. Kahkahalarla güldü. Birden hareketlendi, kalktı, içerideki odaya geçti, bir kucak kitap ve dergi ile geldi. Serdengeçti mecmuasının mevcut sayıları ve kitaplarıydı bunlar.
İşte o günden itibaren O’na “ağabey” dedim.
Osman Ağabey’in ne zaman nerede doğup, öldüğünden bahsedecek değilim. 0, bu tür beylik lâfları sevmezdi. Ben Onun şahsiyetinin çeşitli yönlerini, fikriyatının ana çizgilerini anlatmaya çalışacağım.
Milliyetçi – Türkçü – Turancı…
Osman Ağabey milliyetçiydi, türkçüydü, turancıydı. Kendi tâbiriyle “Türklük sevdâsı” Onun yaratılışının bir parçasıydı. Ölesiye bu sevdâ ile yaşadı. Ona göre ırkçılık, Türkiye’de Türklerin hâkimiyetini istemekti; turancılık ise, esir Türk illerindeki milyonlarca kardeşimizin istiklâlini istemek… Bunu hangi Türk arzu etmez? Ama, bu yüzden insanların zindanlara atıldığı, işkencelere tâbi tutulduğu günler yaşandı. Serdengeçti de genç yaşta bunlardan nasibini aldı.
Osman Ağabey Kuvâyi Millîye ruhu içinde yetişmişti. Onun türkçü, turana yönünün oluşmasında bu hava yanında, zamamn bazı yazarlarının da rolü olduğu muhakkaktır. Kendi neşriyâtı arasında yer alan Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları ve Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak ile Mehmet Emin Yurdakul’un Ey Türk Uyan gibi eserleri bu konuda bir fikir verebilir.
Bu Millet Neden Ağlar!…
Onun ilk kitaplarından biri Türklüğün Perişan Hâli adını taşımaktadır. Sonraları “Bu Millet Neden Ağlar?” adı ile genişletilmiş olarak dokuz baskı yapan bu kitapta esir Türk illerinin dramını anlatan şiir ve yazılar yer almaktadır. Türklüğün Perişan Hâli, Kanlı Balkanlar, Doğu Türkistan’da Rus İstilâ ve Terörü, Türkiye’de Türklük, Kıbrıs, Kafkasya ve Kafkas Dağları gibi yazılar Onun bu yönünü yansıtır. Özellikle Ağıtlar ve İmparatorluğa Mersiye gibi şiirler, konusunda lirizmin ve samimiyetin ulaşabileceği en mükemmel örnekler arasında sayılabilir. Yazıldığı devirde büyük tesir uyandıran bu şiirleri takliden bir çok şiir yazılmışsa da hiç biri bunların seviyesine erişememiştir.
Orta Asya Türklüğü için söylenmiş olan Ağıtlar 1947’de Konya Hapishânesi’nde yazılmıştır. Kitapta bu şekilde kaydedilmiş. Bana, 1944 hâdiselerinde tevkif edildiğinde, üzerinde bulunan bir kâğıda bir çırpıda yazıverdiğini anlatmıştı. Herhâlde son şeklini Konya Hapishânesi’nde vermiş olmalı. Kitapları piyasada bulunmadığı için, bu güzel şiirden bazı parçalar almayı faydalı görüyorum:
Esen yellere bak sevdâ yelidir
Açan güllere bak bayrak alıdır
Senden ayrı düşen gönül delidir
Nerde benim Oral-Altay dağlarım
Akşam olur sabah olur ağlarım
Duman olup dağlarına ağsam mı
Yağmur olup bağlarına yağsam mı
Yıldız olup göklerine doğsam mı
Ah çekip de yaşın yaşm ağlarım
Nerde benim Oral-Altay dağlarım
Mağribden maşrıkı soranlar hani
Çin’i Viyana’yı saranlar hani
Üç kıt’ada dimdik duranlar hani
Nerde benim Oral-Altay dağlarım
Akşam olur sabah olur ağlarım
Geçmiş günler birer hayâl oldular
Bedr-i tâm idiler hilâl oldular
Dün cevapken bugün suâl oldular
Nerde benim Oral-Altay dağlarım
Akşam olur sabah olur ağlarım
Kınaman dostlarım gözümde yaş var
Şu kara bağrımda bir kara taş var
Tamelli iki milyon esir kardeş var
Nerde benim yaslı Tanrıdağlarım
Akşam olur sabah olur ağlarım1
İmparatorluğa Mersiye
İmparatorluğa Mersiye ise Rumeli ve Balkan Türklüğüne dâirdir. Ali Hatiboğlu’na2 ithaf edilen bu şiir, ilk defa yine O’nun tertip ettiği bir rumeli gecesinde okunmuş. İşte bir kaç mısra:
Kosovalar Plevneler bizsizdir
Yosun tutmuş câmilerin ıssızdır
Boynu bükük minareler öksüzdür
Açmaz olmuş kızanlığın gülleri
Biz neyledik o koskoca elleri
Rodopların ak başları yazlıdır
Serdengeçti gönül artık usludur
Rüzgârları bile mâtem yaslıdır
Zafer zafer der de eserdi yelleri
Biz neyledik o koskoca elleri3
Tanrı Dağı, Kadar Türk…
Osman Ağabey’in milliyetçilik anlayışında İslâmiyetin önemli bir yeri vardı. Gökalp’dan beri bir çok aydının değişik şekillerde ifadeyi denedikleri terkip teklifini O, kendine has bir buluşla şöyle düsturlaştırmıştı: Tanrıdağı kadar Türk, Hira dağı kadar müslümanız.
Bir gün O’na kimlerden etkilendiğini sordum. Âkif ve Topçu, cevabını verdi. O’nun şahsiyetinin oluşumunda şüphesiz ki başkalarının da rolü vardır. Fakat, bunlar arasında Âkif in yeri çok farklıdır. Kendisi şöyle diyor. “Biz Namık Kemal’den vatan ve hürriyet sevgisini öğrendik. Fakat, bu vatan mücerretti, nazarî idi. Âkif bu mücerret vatanı müşahhaslaştırdı. Bu sihirli, hoş, fakat boş kalıba ruh verdi, ses verdi. Onu realitenin haşin yüzüyle, başsız ümmetlerin, mazlum milletlerin feryatlariyle doldurdu. Halkın dertlerini, arka sokakların sefaletini, aylakçı, bezirgân zümrenin sefahatini, câmilerin, secdelerin heyecanını, cephelerin kan ve kıyametini dile getirdi. Namık Kemal’in vatanı Âkif’de memleket, millet hâline geldi. Namık Kemal’in hürriyeti, Âkif’de istiklâl oldu, bayraklaştı. Beni günlük, gelici-geçici şeylerden, ferdiyetin dar çerçevesinden kurtaran, bana mücadele heyecanı veren, cemiyet ve cemaat şuuru veren M.Âkif olmuştur. ”4
Osman Ağabey, Âkif in şiirlerini ezbere bilirdi, “Hâfiz-ı Safahat” idi. Hatta, çok sevdiği bir arkadaşını gece geç vakit evine bırakmaya gittiğini, yolda giderken, bir arkadaşının, bir kendinin sırayla Âkif den şiir okuduklarını; arkadaşının evine varınca, “şimdi bunca yolu sen yalnız döneceksin, olmaz, ben seni evine bırakayım” diyerek döndüğünü, böylece sabaha kadar iki ev arasında gidip-gelerek Safahat’ı hatmettiklerini anlatmıştı.
Onun kavgacı, mücadeleci, pervâsız yanında Âkif ile akraba bir taraf vardır. Şu mısralardaki ses tonu aynı iklimin eseridir:
Volkan gibi lâv atmış, ne susmuş ne sönmüşüm
Ben bu iman uğruna çılgınlara dönmüşüm
Osman Yüksel ve Topçu…
Osman Ağabey, Topçu’nun mistik ve sosyal fikirlerini, sade yaşayışını beğenirdi. Ayrıca, Âkif i sevmek konusunda da birleşirler.
Topçu politikacıları sevmez. Osman Ağabey milletvekili olduktan sonra birgün Kapalıçarşı’da Hoca ile karşılaşmış, elini öpmek istemiş, görmezlikten gelerek yürüyüp gitmiş. Osman Ağabey çok üzülmüş. Tanıyanlar anlatmışlar, “Serdengeçti milletvekili oldu ama yaşayışını hiç değiştirmedi, eskisi gibi” demişler de dostlukları yeniden kurulmuş.
Burada Osman Ağabey’in Anadolucu tarih görüşünü benimsemediğini söylemeliyim. Bu hususu kendisi bizzat ifade etmiştir[6]. Bu konuda onun ufku, Türk milletinin, Türk kültürünün, Türk coğrafyasının tabii hudutları kadar geniştir.
Serdengeçti…
Osman Ağabey daha çok yukarıda belirttiğimiz yönleri doğrultusunda mücadele veren bir dâvâ adamı, hareket ve heyecan adamı olarak tanınmıştır. Tek parti devrinin boğucu havası içinde vatan, millet, imân diye haykıracak, Âkif in dâvâsına sahip çıkacak insanlara ihtiyaç vardı7. Hâdiseler Serdengeçti’yi ortaya çıkardı. Bu adla çıkardığı dergi kısa zamanda Ona da alem oldu. Urganda da ölüm, yorganda da ölüm düsturu ile yayınlanan derginin her sayısı mahkemelik oldu, sahibi zindandan çıktıkça kaldığı yerden yeniden çıkardı Böyle fâsılalarla yayınlanan derginin yaydığı fikir ve heyecan seli dalga dalga bütün yurda yayıldı; çiftçi, köylü, manifaturacı, öğrenci, öğretmen, berber vs. meslekten abonelerle halka mal oldu. Bir zamanlar Onun hapse atılmasına sebep olan fikirleri şimdi herkes söylüyor, hiç bir şey olmuyor. İşte geldiğimiz bu merhalede Serdengeçtilerin büyük payı var. Günümüzde nice Serden- geçtiler yetişti. Ama ilk olma şerefi Onun.
Zaman, kelle koltukta mücadele etmek zamanı idi. O da öyle yaptı. Şartlar Onu Serdengeçti yaptı. Bu sebeple, O daha çok bu yanı ile tanınır. Biraz da Onun pek tanınmayan taraflarından bahsetmek istiyorum.
Ve Felsefe Öğrencisi
Osman Ağabey mistik yaratılışta bir insandı. Madde ötesini araştırma mütecessis bir ruha sahipti. Bu sebeple Dil-Tarih ve Coğrafya Fakül- tesi’nin Felsefe Bölümü’ne kaydolmuştu. Behice Boran burada hocası olmuştur8. Felsefî münakaşalarda sınıfın câzibe merkezi hâline geldiğini, hocaların bundan rahatsız olduklarını anlatmıştı. Bazı öğrencileri tesirinden kurtarmak için çeşitli yollarla kendinden uzaklaştırmışlar.
Bir gece bilmem nerden nereye kadar sırtında bir gömlekle yürümüş. O gece de Ankara’nın en soğuk gecesi imiş. Zatürre olmuş. Bir defasında bir odaya kapanmış, “üç- dört gün hiç bir şey yiyip içmeyeyim bakalım ne olacak” demiş. Bu hâdiseler Onun kendini anlama yolundaki gayretleri gibi geliyor bana. Ancak, felsefî fikirler O’nun ruhunu tatmin etmemiştir. Kendisi şöyle diyor: “…. Felsefe, beni cemiyet meselelerinin üstünde bir çok meselelerle temasa getirdi. Kâinat, varlık, hakikat… ve bunlar karşısında insan. Kendi varlığını bile inkâr eden ‘ide’ci feylesoflardan tutun da, en kaba materyalistlere kadar, bunların kurdukları fikir sistemleri içinde bir hayli dolaştım. Rantları kontları gördüm. Hiç biri içimdeki boşluğu dolduramadı. Beni nurlu bir yola çıkardı. Niçe’nin ihtiras şarkıları, Russo’nun vicdan ve hürriyeti, Sponiza’nın panteizmi, Berkson’un canlı, hayat akan felsefesi zaman zaman bütün varlığını kaplamak istedi; fakat bu olmadı. Daima bir yanım açıkta kaldı. Aradığımı yine kendimde, kendimizde, Şarkda buldum. Mevlânâ ve Yunus imdâdıma yetişti. Bu iki büyük ustanın sesi, felsefesi bana kalbimin atışı kadar canlı, benden bana yakın göründü. Beni ayrılık-gayrılık tanımayan vahdetçi bir dünya görüşüne götürdü. ‘İzm ‘lerin elinden kurtardı. Kalb yollarından geçen her fikir nur oldu. Tanrıyı, mutlak hakikati buldu. Sanat ve fikir, kalb ve akıl, Garbın hiç bir feylesofunda, bu iki büyük insanda olduğu kadar birleşemedi. Nifaksız, tezatsız bir görüş. En büyük insanlık, en büyük ahlâk… Hakikat…'”*
Mevlâna, Yunus…
Mesnevi’yi tekrar tekrar okuduğuna şahit oldum. Âdeta başucu kitabı gibiydi. Yunus’un şiirlerini ezbere bilirdi. Şu mısraları dilinden hiç düşürmezdi:
Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin
Niyâzî-i Mısrî’nîn “Çağırıram dost dost” redifli şiiri ile “Derd-i dile derman olan Elmalı göründü” ve “Her taraftan yıkılıp viran olan anlar bizi”10 mısralarının bulunduğu şiirlerini okurken kendinden geçerdi.
Son zamanlarında kaleme aldığı Mektup isimli şu mensur şiir Onun tasavvuf iklimine ne kadar âşinâ bir ruha sahip olduğunu çok iyi gösteriyor. Bazı mısralar sanki Mesnevi’den, Divan-ı Kebîr’den fırlayıvermiş gibi.
Dilimin ve kalemimin uçundasın
Fakat kalbimin içinde
Şu tükenen yıllara sor, gecelere
Gündüzlere sor:
Kiminleyim ben?
Muhâcir kuşlar sıcak iklimlere göçtüler
Demek ki göç zamanı… Benim kuşumsa
“Aşk” denilen kafeste çırpınıp durur.
Seninle olduktan sonra her şey sıcaktır bana
Sonbahar bile ilkbahar gibidir.
Bir baktın canımı yaktın
Bir daha bak ki kül olayım savrulayım…
Bu bayram da sensiz geçti.
Seninle olunca her gün bayram bana.
Sen olmayınca bayramdan ne haber?
İş bildiğin gibi değil
Bilmediğin gibi
Sen kendine bakma, bana bak..
Neler oluyor o zaman anlarsın.
Öldüğüm zaman mezarıma gel
De ki: Bu adam benden neler çekti
Ey toprak
Böyle bir dertliyi sen nasıl çekiyorsun?
***
Sen benden ne ayrısın ne gayrı
Amma- feryatlarım-’neye?
Gidişin bir türlü harap ediyor beni
Gelişin bir türlü
Fakat bu iki harabe arasındaki canı gör
Senin için “geliyor” dediler aklım gitti
Gelirsin aklım gider, gidersin aklım gelir
Açık söyle, sen akıl düşmanı mısın?
Toprağa düşen tohum gibi
Ben de ayaklarına düşüyorum
Bu aşk ne zaman başak verecek?
Sen “Ne olursan ol, bana ne” diyorsun
Hangimiz haklıyız, söyle…
Artık bu iş böyle gitmez Artık bu ateş Böyle tütmez.
Dumanım kesildi, serâpâ kor oldum Anla…
Akşam oluyor, güneş batmak üzere
Aşk uzun bir geceye benzer
Sabah ayıklar içindir
Biz ki sarhoşuz
Gel uzun gecelere bürünelim11
Mistik Yönü
Osman Ağabey’deki bu mistik temâyül hayatı boyunca olgunlaşarak karakteristik bir çizgi hâlinde devam etmiştir. Tabiata mistik bir insan gözüyle bakar, gördüğü şeyler Onu heyecanlandırırdı. Bir defasında çocukluğunun geçtiği yerleri gezdirirken, akşam herkes eve gittiği halde kendinin harmanda saman kokuları arasında, yıldızlara bakarak uyumaktan hoşlandığını anlatmıştı. Yine, etrafında tavşanların dolaştığı bağ evlerinde, ay ışığı altında roman okuduğunu söylemişti. Bilhassa baharın başlangıcında bir taraftan acı yel eserken, bir taraftan ağaçların yeşerip çiçek açması, kuzuların oğlakların ortalıkta oynaşması Onu çok heyecanlandırırdı12. Tabiatın kıpır kıpır kımıldanıp canlanışı Onda tarifi imkânsız bir tesir bırakırdı. Diyebilirim ki hiç bir bahan Akseki’den uzakta geçilmemiştir, hapiste olduğu yıllar müstesna… Evinin bahçesinde belki 20-30 çeşit badem ağacı vardı. Hepsinin çiçekleri değişik renkte… Bir defasında kar yağmış, gece donup çiçeklere zarar vermesin diye eline bir değnek alıp tek tek bütün dalları silkelemiş, sonra da hasta olmuştu.
Bütün bunları O’nun çocukluğundan itibaren mevcut olan bu mistik yönüne ışık tutmak için anlatıyorum. Bu sebeple Dostoyevski, Lamartin, Puşkin, Lermentof gibi yazarların eserlerindeki tabiat tasvirleri, özellikle Rus romanlarında stepleri anlatan kısımlar çok hoşuna giderdi.
Dağ Çocuğu
Kendisi “Dağlara Dair” isimli yazısında şöyle diyor:
“Ben bir dağ çocuğuyum. Küçücük bir dağ kasabasında dünyaya gelmişim. Hayata gözlerimi açtığım zaman ilk gördüğüm manzara dağ olmuş. İlk aldığım hava dağ havasıdır. Lamartin, ‘Tabiatla insanlar arasında bir nevi akrabalık vardır’ der. Benim dağlarla akrabalığım çocukluğumdan başlar. Onun içindir ki dağ, dağlar bende ikinci bir tabiat hâlinde… Dağsız bir arazi, hele dağ- sız bir vatan düşünemiyorum.
Küçükken dağlardan korkardım. Dağlar, ormanlar, devlerin, perilerin, cinlerin yeriydi; masallarda anlatılan meraklı korkunç şeyler hep dağlarda dolaşırdı. Büyüyünce dağlar esrarengiz, korkulu olmaktan çıktı.
Dağlar artık cinlerin, perilerin dolaştığı yerler değildi. Köroğlular, kahramanlar yatağı idi. Dağların kendisinde de bir nevi kahramanlık yiğitlik buluyordum.
Onların dimdik, göklere kafa tutan başları, boraları şimşekleri, kışları, bana mevcut nizâma isyan etmiş bir kahraman gibi geliyordu. Dağı yaratan, kahramanlar döğüşsün, Köroğlular nâra atsın, Ferhatlar, Karacaoğlanlar, Âşık Hüsnüler yücelerden yücelere ‘hey!… hey!…’seslensin, sevdiklerini çağırsınlar diye yarattı sanıyordum.
Böylece uzun zaman dağlar, gözümde ve gönlümde ‘hey”…hey!…’ler olarak kaldılar. Seneler geçti, dağlara seyr ü sefer ederken orada beğendiği İpar adında bir kızı atının terkisine atıp getirmiş. Akseki’de komşular ı görmeye gelmişler. Sarı saçlı, yeşil gözlü bir kız. “Gâvur mu ne” demişler. Kızcağız ağlayarak anlatmaya başlamış: Benim babama Hafız Osman derlerdi. Ben müslümanım. Ağam beni aldı, oradan Avusturya taraflarına gittik. Beni bir dükkânın önüne oturttu, ben şimdi gelirim, biraz savaşıp geleyim dedi. Öyle savaş oldu ki sokaktan akan kan seli atları sürükledi. Bir müddet sonra ağam çıkıp geldi.
Bu hikâyenin ne kadarı doğru bilemiyorum. Halk hikâyelerindeki aşkları hatırlatıyor,
Bazı şairleri çok severdi. Meselâ, Torosların çocuğu Karacaoğlan’ın şu şiirin okur okur doyamazdı:
Evvel sen de yücelerden uçardın
Şimdi enginlere indin mi gönül
Derya deniz dağ taş demez aşardın
Karadan menzilin aldın mı gönül
…
Şol gençliğin elde gitti yel gibi
Damağında tadı kaldı bal gibi
Hoyrat eli değmiş gonca gül gibi
Bozulmuş bağlara döndün mü gönül
Son yıllarında Parkinson hastalığına yakalanmıştı, her tarafı titriyordu. Bir zamanlar ateş hattında ele avuca sığmaz bir serdengeçti iken, şimdi elden-ayaktan düşmüş bir insan olarak eski günleri anıp hüzünleniyordu herhalde. Bu mısralarda kendini buluyor gibiyi. Bir defasında kendisine ikram edilen çayı, eli titrediği için şekerini atıp karıştıramamıştı da “Hey gidi günler hey!… Bir zamanlar Türkiye’yi karıştıran Serdengeçti, şimdi bir çayı karıştıramıyor” diye iç geçirmişti.
Sabahattin Âli, Nâzım Hikmet…
Edebî eserleri ele alırken yazarlarının ideolojilerini hesaba katmıyordu. Meselâ sanki Sabahattin Ali’yi tokatlayan O değildi. O’nun Ses, Kağnı, Değirmen, Kamyon, Köpek gibi hikâyelerini çok severdi. Hapishâne şiirlerini,
Yâr olmadı bana devir
Her günüm bir başka zehir
Hapishânelerde demir
Parmaklıklara sarıldım
gibi mısraları dilinden düşürmezdi.
Başım dağ, saçlarım kardır
Deli rüzgârlarım vardır
veya,
Denizler gibi derindim
Gözlerine sığ göründüm
Karlı dağlardan serindim
Sana sokuldum yandım hey
gibi mısraları tekrarlar dururdu. Nâzım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları’nı da severek okur, hapishane hayatının tesiriyle olacak, oradaki tipleri âdeta tanıyor gibiyim diyerek eserin canlandırma gücüne hayran olduğunu söylerdi. Şevket Süreyya’nın Suyu Arayan Adam’ını da diğerleri gibi O’nun tavsiyesiyle okudum17. Osman Ağabey olmasa benim bu eserleri okuyacağım yoktu. Onun, hayatı boyunca amansız düşmanı olduğu insanların eserleri karşısındaki bu tavrı beni önceleri çocuk yaşımda çok şaşırtmıştı. Şimdi bunun mânâsını daha iyi anlıyorum.
Klâsikleri Okumuştu…
O iyi bir okuyucu idi. dünya klâsiklerini, özellikle Rus romancılarının eserlerinin çoğunu okumuştu18. Bunda rahmetli ağabeyi Selami Bey’in rolü olmuştur. Çocuk yaşında ağabeyinin getirdiği bu kitaplara kendisini öyle kaptırır ki, gece rüyasında sayıklamaya başlar. Bunun üzerine telâşlanan babası müftü Salim Efendi, o gâvur kitapları yüzünden çocuk kafayı bozacak diyerek sabahlara kadar başında okuyup üflermiş. Rahmetli bunu gülerek anlatırdı.
Dostoyevski’yi çok severdi. Bir defasında ziyaretine gittiğimizde elinde Stefan Zweig’in Dostoyevski’den bahseden kitabı vardı. Henri Troyat ve diğerlerinin yazdığı biyografileri de okumuş, en çok bunu beğenmişti. Kendinin defalarca okuduğu bu eseri, bu defa bizim elimize tutuşturmuş ve okuduğumuzdan emin olmak için de sesli okutup dinlemişti. Bu eserde, Dostoyevski’nin sara nöbetlerine benzer krizlere tutulduğu, büyük eserlerini de bu dönemde yazdığı belirtiliyordu. Yazar, o ânın verdiği hazzı dünyalara değişmeyeceğini belirttikten sonra, “Muhammed de bana benziyor, bizimki hastalık değil, başka bir şey” demektedir.
Osman Ağabey, Rahmi Eray’ın “Dostoyevski’nin cehenneme gitmesine bir türlü gönlüm razı olmuyor” dediğini, kendisinin “benim gönlüm de razı olmuyor” diye cevap verdiğini anlatmıştı.
1979’da Nümûne Hastahanesi’nde yatıyordu. Çehov’un 6 No’lu Koğuş’unu götürmüştüm. “3 Mayıs 1944 hadiselerinde tutuklandığımda bu kitap üstümdeydi” dedi. “Bir tesadüf eseri beni de 6 no’lu koğuşa vermezler mi?”
Bu anlatılanlar Onun fikir ve sanat ufkunun ne kadar geniş olduğu hususunda bir fikir vermektedir.
Mizahçı Serdengeçti
Onun en önemli vasıflarından biri de mizah yazarlığıdır. Nüktelerinin bir çoğu halka malolmuştur. Bu sebeple, ölümünden sonra hakkında yazı yazanların çoğu bol bol Onun nüktelerine yer verdiler. Onu hiç tanımayanlar, sırf bu yazılanlara bakarak O’nun bir “espri budalası” olduğunu hükmedebilirler. Bu düşünceyle, Onun bu yönünü bilerek ihmâl ediyorum. Hatta, sağlığında ve sonraları, bazıları Onun kafiye hatırına espri yaptığını söylemişlerdir. O bunları şiddetle reddetmekteydi.
KAYNAK: TÜRK YURDU dergisi, Kasım, 1987