# Etiket
#Tarih

Bir Mehmet Kemal Bey Vardı… / İhsan KURT

Zamanımızdan tam 93 yıl önce 10 Nisan 1919 yılında idam edilen bir Mehmet Kemal Bey vardı…

İşgalcileri ve işgal zihniyetini hoş tutmak için günah keçisi ilan edilen Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey…

Osmanlı İmparatorluğu’nun yorgun ve yılgın yılları 1880’li yıllardan sonra giderek kendini hissettirmeye başlamıştı. Dışarıdan ve içeriden yapılan sinsi faaliyetlerle koca imparatorluk çalkantılı zamanlar yaşıyordu. İçeride bu çalkantılara sebep olanların başında Ermeni örgütleri yer alıyordu. Her fırsatta ve her bölgede küçükten büyüğe çeşitli olaylar çıkarıyorlar, isyan provaları yapıyorlardı. Bundan dolayı çok geniş sınırlara yayılmış topraklarda görev yapan devlet memurlarını da büyük zorluklar bekliyordu.

İşte tam da bu zamanlarda Beyrut’ta Gümrük Başkâtibi olarak görev yapan Arif Bey’in eşi olan Rodoslu Şeyh Vasfi Efendi’nin kızı Nafia Hanım’dan bir oğlu oldu. Tarihler 1 Mart 1884 yılını göstermektedir.

Osmanlı’nın Ermeni başkaldırıları ile cadı kazanı gibi kaynadığı bu zamanda doğan çocuklarının bahtının iyi olması dileği ile adını Mehmet Kemal koydular.

Mehmet Kemal, kendisini çok seven dedesinin yanında yani Rodos’ta ilköğrenimini ve Mülkiye Lisesinin orta kısmını pekiyi derece ile bitirdi. Antalya Lisesi’nde başladığı lise öğrenimini iyi derece ile 14 Şubat 1901 tarihine kadar sürdürdü. Lise öğrenimini bu tarihten sonra İzmir Lisesi’nde 11 Ekim 1902 tarihinde tamamladı. Liseden mezuniyetinden sonra bir süreliğine de olsa Beyrut Fransız Mektebi’nde de okudu.

Mülkiyede okul arkadaşları tarafından neşeli ve daima güler yüzlü olarak tanındı. Arkadaşlarının sevgi ve bağlılıklarını, hocalarının takdirlerini kazandı. Zeki, hareketli, sosyal hayatta ileri görüş ve yaşayışlı çok değerli bir Türk genci idi.

Kemal Bey, 2.Meşrutiyet’in ilanından bir gün sonra 24 Temmuz 1908’de Mektebi Mülkiye-i Şahane’den pekiyi derece ile mezun oldu. Çok sevdiği, sevildiği bu ortamdan ve arkadaşlarından ayrıldı.

2.Meşrutiyetin ilan edilmesinin ardından içteki Ermeni ayaklanmaları bir süre aldatıcı bir sessizliğe büründü, durur gibi oldu. Önceleri 2.meşrutiyetin oluşumuna destek veren Ermeni terör örgütü yöneticileri sessiz kalmayı tercih ettikleri bu dönemde gizlice silahlanmayı sürdürürken, mecliste bulunan Ermeni milletvekillerini de baskı altında tutuyorlardı. Böylece kısa zamanda Ermeniler ile ilgili yeni düzenlemeler yapılması yönünde girişimlere kapılar açıldı. Ardından da Ermeni olayları artmaya başladı. Meşrutiyetin getirmiş olduğu seyahat hürriyeti, Ermenilere silah satımı, dağıtımı, bomba yapımı için bulunmaz bir fırsat oldu.

Sıkı otorite birden gevşediğinde sık sık rastlandığı gibi ülke genelinde bulunan azınlık okulları da fırsattan istifade ile Ermeni çetecilerine destek vermeye başladılar. Artık sadece şehirlerde, köylerde değil kolejlerde bulunan bazı öğretmenler ve öğrenciler de isyan provaları yapıyorlardı. Mesela Anadolu’nun ortalarında bulunan Merzifon Amerikan Kolejindeki olaylar da bunlardan biriydi. Burada Ermeni bayraklarının, Ermeni isyan ve ayaklanmasını telkin eden eserlerin, marşların, bölücü şiirlerin, ayrılıkçı piyeslerin ortaya çıktığı görülüyordu.

Kemal Bey böyle bir ortamda önce Beyrut Vilayeti Maiyet memurluğunda göreve başladı. Sonra sırasıyla Doyran Kazası, Gebze Kazası, İzmit Sancağı Karamürsel Kazası kaymakamlıklarında bulundu. Yaklaşık yedi yıl geçen bu süre içerisinde de Osmanlı topraklarının bazı bölgelerinde Ermeni olayları devam ediyordu. İşte bu olaylar yoğun olarak Yozgat Sancağı Boğazlıyan Kazası’nda da devam etmekteydi. Özellikle Osmanlı-Rus savaşının başlamış olması da Ermeni çetecileri cesaretlendirmişti.

Kemal Bey 15 Mayıs 1915 tarihinde Ermeni olaylarının görülmekte olduğu Boğazlıyan Kazası’na kaymakam olarak atandı. Kendini tam da olayların içinde bulmuştu.

Bu sıralarda ilk eşi Zühtü Paşa kızı Suphiye Hanım’dan ayrılarak Kayserili Başkomiser Ahmet Bey’in kızı ile evlendi.

Osmanlı Devletinin 1.Dünya Savaşına girdiği anda Yozgat’ın da Ermeni ayaklanmalarının başladığı bölgelerden birisi olması için uygun şartlar önceden oluşturulmuştu. Yozgat’ta faaliyet gösteren Ermeniler ta 1886’da kurulan Hınçak Komitesi’nin direktifleri ile hareket ediyorlardı. Ermenilerin Yozgat’ta en fazla faaliyette bulundukları yer ise Boğazlıyan Kazasıydı. Bu bölgede Ermeni çetecilerinden, Amerikan Merzifon Koleji öğretmenlerinden Tomayan ve Kayayan, Adana ve Sason isyanlarını hazırlayan çetecilerden Hamparsum’un kardeşi Moruk takma adlı Jirayir ihtilal fikirlerini yaymışlardı. Artık bu zehirli fikirler Yozgat ve Boğazlıyan’da da olaylarla kendini gösteriyordu.

Yozgat’ta bulunan Ermeni çeteciler diğer bölgelerden haberler alıyorlar ve onlarla şifreli olarak konuşuyorlardı. Onun için ülke çapında başlatılan Ermeni isyanları burada da yayılmaya başladı.

Askere alınmalarına karşı çıkıyorlardı. Askere gitmiş olan Türk ailelerini korkutuyorlar, bunlara işkenceler yapıyorlardı. Celp için görevli gelen askerleri öldürüyorlardı. Köylere baskınlar yapıyorlar, halkı sıkıştırıyorlar ve aşağılıyorlardı.

Kemal Bey bu durumları fark ederek çok kısıtlı imkânlarla tedbirler almaya başladı.

Kemal Bey Boğazlıyan’da görevde bulunduğu sırada 19 Ağustos 1915 tarihinde Yozgat Mutasarrıf Vekilliği’ni 8 Ekim 1915 tarihine kadar sürdürdü.

Hükümet, ülke genelinde giderek yayılan Ermeni isyanları ve katliamları kargaşasına son vermek amacıyla 14 Mayıs 1915’te 3 maddeden oluşan “Tehcir Kanunu”nu çıkardı. Ermenilerin tehcirine karar verilmesiyle olaylar daha da arttı. Olaylar iç savaş görüntüsü veriyordu.

Mesleğine idealist bir genç olarak başlayarak çok önemli görevleri yerine getirmiş olan Kemal Bey’e makamında iken Dahiliye Nezareti’nden (İç İşleri Bakanlığı’ndan) bir telgraf emri geldi. Telgrafta şunlar yazıyordu:

Kazanız dahilinde bulunan Ermenileri 24 saat zarfında yola çıkaracaksınız, bunların sevk edileceği istikamet Suriye’dir. Şifrenin alındığının bildirilmesi.

Kemal Bey Yozgat Mutasarrıf Vekili olarak gerek çetelerin saldırılarına karşı önlem almak ve gerekse tehcir kanununu uygulamakla sorumluydu.

Sonunda bir devlet memuru olarak, kanunun gereğini yerine getirmek için faaliyete geçti. Kaymakam Kemal Bey, önce isyancılara karşı tedbirler aldı, yetki sahasında bulunan Ermenilerin, salimen göç ettirilmeleri işini organize etti, bu konuda bir aksamanın olmaması için büyük bir gayret ve titizlik gösterdi. Bunun için:

Şehit çocuklarını beslemekte zorluk çekilirken Ermenilere askeriyeden ekmek, yiyecek dağıtıldı. Sevke tabi tutulanların kontrol edilmesini, hastalara, hamile ve kadınlara ve bebeklere sevk esnasında gerekli özenin gösterilmesini temin etti. Tehcire gönderilen ve tehcirden dönenlere erzak, sırtlarına elbise, şeker, çay verildi.

Köyündeki Ermeni çocuklarının giysilerine, yiyeceklerine heveslenen, babaları ya cephede ya da şehit olan Türk çocukları evlerinin bir köşesinde başını büküp gizli gizli ağladı.

Kemal Bey sevkiyata saldıran çetelere karşı sorumluluğunu yerine getiremeyen Hulusi adındaki Jandarma zabitini Divanı Harbe verdi. Mülazım mahkûm oldu.

Kemal Bey, adaleti göz ardı etmeden hem tehcir işini yürütmek, hem de isyanları bastırmak zorunda kaldı. Bu her iki görevin karmaşıklığı ve zorluğu sırasında olan bazı olaylardan dolayı hakkında yalan ve yanlış bilgiler söylenip, yayılmasına sebep oldu. Özellikle kasıtlı olarak isyan eden Ermenilerin cezalandırılması, tehcir edilen Ermenilerin öldürüldüğü şeklinde yayıldı. Ermeni mallarının yağmalandığı şeklinde söylentiler çıkarıldı. Sevk edilen Ermenilerin yollarda firar etmelerinden veya bazı görevlilerin yetkisini kötüye kullanmaktan doğan olaylar, bir takım söylentilerle Kemal Bey’in üzerine yıkılmaya çalışıldı. Elbette bunda bazı kiliselerin ve Patrikhanenin de büyük rolü oldu.

Osmanlı Devleti’nin çıkardığı bu kanunu da dinlemeyen Ermeniler 2 Eylül 1915’te Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesine bağlı köyleri yine ateşe verdiler. Duruma müdahale etmek üzere bölgeye jandarma kuvvetleri gönderildi ancak, Ermeniler Jandarmalara da ateş açtılar. Durum, zamanın İçişleri Bakanlığı’na bildirildi. Bakanlık da bir telgraf emri ile buradaki Ermenilerin 24 saat içinde bölgeden çıkarılarak Suriye istikametine sevk edilmelerini emretti.

Ermenilerin sevkiyatı sırasında da Ermeni çetecilerinin faaliyetleri artarak devam etmiştir. Kemal Bey Yozgat’ta Mutasarrıf Vekili iken Çatkebir köyü ve ormanında 800’e yakın Ermeni asker, jandarma ve halka 15 Eylül1915 tarihinde saldırılarda bulundu. Günlerce süren çatışmalardan sonra Kızılcaova köyüne kaçtılar. Aynı tarihlerde Yozgat’a bağlı Kumkuyu köyünden çıkarak civardaki Türk köylerini ateşe verdiler.

Kemal Bey, kendisine verilen sevkiyat emri üzerine Jandarma Komutanı Tevfik Bey ile birlikte verilen emri yerine getirdi. Tehcir emrine uymayanlar genelde çetelere katıldılar.

Çetelerin cezalandırılması sırasında ölen Ermenilerin yanı sıra, bazı görevlilerin ihmalinden dolayı da ölenler oldu. Bu görevliler tespit edilerek Kemal Bey tarafından Divanı Harbe verildi ve çeşitli cezalara çarptırıldı.

Belli bir süre sonra tehcir durmasına rağmen olayların ardı kesilmeden devam etmiştir. Kemal Bey tayini çıktığı Nisan ayının son gününe kadar halkın mal ve can güvenliğinin sağlanması, Ermeni çetecilerle başa çıkılması yolundaki çabalarını devam ettirdi.

Kemal Bey’in tayini 23 Nisan 1916’da Boğazlıyan’dan Batraski-Şam Kazası kaymakamlığına, buradan da 11 Eylül 1916’da İzmit Sancağı Muhacirler Müdüriyeti’ne  çıktı.

Yozgat sancağı dahilinde, seferberlik öncesinden başlayan Ermeni faaliyetleri tehcir kararı ve uygulamasıyla önlenmeye çalışılmışsa da, isyan halinde bulunan ve bunlara katılanlar Kemal Bey gittikten sonra da uzun süre kontrol altına alınamamıştır ancak hızını biraz kesmiştir. Bu durumda Kemal Bey’in büyük rolü olmuştur.

13 Haziran 1917 tarihi yapılan iftiraların ve hakkındaki olumsuz dedi-koduların Kemal Bey’in peşini bırakmadığını gösteriyordu: Boğazlıyan Kaymakamlığı sırasında terk edilmiş mallarla ilgili işlemlerde meydana gelen suiistimallere katıldığı gerekçesiyle Ankara Vilayeti’nin 8 Ocak 1917 ve Şurayı Devletin 12 Nisan 1917 kararlarıyla yargılanmasına onay verildi. Kemal Bey bundan dolayı 13 Haziran 1917 tarihinde görevinden alındı.

Kemal Bey’in Boğazlıyan İstinaf Mahkemesi’nde yapılan muhakemesi 5 aya yakın sürdü.  Kemal Bey “memurların terk edilmiş mallardan eşya almasını yasaklayan bir emir, yasa bulunmadığını” belirtti. Bunun için verilen karara itiraz etti. 25 Temmuz 1918’de itham edildiği suçlardan, Konya İstinaf Mahkemesi tarafından oy birliği ile beraatına karar verildi. Bu af kararından sonra Konya Tarım Müfettişliği’nde görevlendirildi.

Konya’daki görevine başlamasından yaklaşık üç ay kadar sonra Osmanlı Devleti, İtilaf Devletleriyle Mondros Mütarekesi’ni imzaladı. Bu Mütareke’nin getirdiği olumsuz etkilerden birisi de Ermeni meselesinde ortaya çıktı. Ermeniler, Mondros Mütarekesi’ni takip eden günlerde gadre uğramış insanlar pozunda ortaya atıldılar. Kendilerini sürgüne tabi tutanların cezalandırılmasını istediler.

Mütareke hükümetleri İtilaf Devletleri ve Ermenilerin baskısıyla Ermeni tehcirini soruşturmak için komisyonlar ve ihmali görülenleri yargılamak için mahkemeler kurdular. İşte Ermeniler bu durumdan faydalanarak, tehcirin yapıldığı dönemde görev yapan idareciler hakkında zaten yapmakta oldukları iftira kampanyasını artırdılar. Ermeni propagandalarının ve yürütmekte oldukları kirli kampanyalarının kurbanlarından biri de Kemal Bey seçildi. Boğazlıyan Kaymakamlığı sırasında meydana gelen Ermeni tehciri ile ilgili olaylardan sorumlu olduğu gerekçesiyle suçlu görülüyordu. Yürütülen kampanyalar neticesini verdi. Kemal Bey 13 Haziran 1918’de mütarekenin karışık ortamında bir kısım politikacıların ve Ermeni komitacılarının, zorlaması, baskısı sonucu memuriyetten alındı ve 1918 yılının Aralık ayının ortalarında tutuklanarak İstanbul’a getirildi.

İstanbul, Kemal’in Mülkiyeye devam ettiği öğrencilik yıllarındaki İstanbul’dan da çok farklıydı artık. Boğazlarında, kıyılarında ve hatta sokaklarında işgalin izleri dalgalandırdıkları bayraklarıyla, askerleriyle açıkça görülüyordu.

Kemal Bey bir süreliğine Sansaryan Han’daki Polis Müdüriyeti’nde tutuklu olarak kaldı. Burada “Suçları İnceleme Komisyonu” tarafından sorgulandı.

7 Ocak 1919 tarihinde buradan alınarak korumalar eşliğinde Örfi Harp Divanı Tahkik Heyeti’ne götürüldü. Burada da gerekli görülen sorgulamalar yapıldıktan sonra, daha çok siyasi suçlularının yerleştirildiği Bekirağa Bölüğü’ne gönderildi.

Yozgat Ermeni tehciri davası ile ilgili olarak Kemal Bey’in ardından Yozgat Jandarma Kumandanı Tevfik Bey ve Efkaf Memuru Feyyaz Ali Bey de tutuklandı.

İşgal altındaki İstanbul’da kararı önceden belli yargılama başlatıldı… Kemal Bey, Bekirağa Bölüğü adı verilen Hapsanede yargılamayı bekliyordu.

Koğuşta kimler yoktu ki? Kemal’in bulunduğu koğuşta yatanlardan bazıları şunlardı:  Tevfik Rüştü Aras, Kara Kemal, eski Sivas Valisi Mehmet Sabit, Gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın, Dahiliye eski nazırlarından İsmail Canpolat, İttihat ve Terakki Umumi Katibi Mithat Şükrü Bleda, Mebus Darülfünun Hocalarından Ziya Gökalp, İzmir eski Valisi Rahmi Bey, Birinci Ordu Kumandanı Mahmut Kamil Paşa, Gazeteci Ahmet Emin Yalman, Enver Paşa’nın amcası Halil ve kardeşi Nuri Paşa, Şeyhülİslâm Ürgüplü Hayri Efendi gibi daha çok kişi yer almaktaydı. Eski Hariciye Nazırlarından Halil Menteşe bunlardan biriydi. Koğuşta Kemal’e Ahmet Ağaoğlu’nun yanındaki karyolada yer verdiler.

Günler geçtikçe Bekirağa Bölüğü’nün koğuşlarında kasvetli bir hava estiğini Kemal çok iyi anlamıştı. Kendisi ilk tutuklananlar arasında olmasına rağmen gün giderek sayıları artıyordu. Önceleri gazete, kitap okumak, misafir kabul etmek, hatta koğuşlar arasında dolaşmak tamamen yasakken daha sonra bunlar tamamen kaldırıldı. Kontrolden geçmek şartıyla gazete ve kitap getirtilmeye, özel izin alınarak ziyaretçilerin gelmelerine müsaade edildi. Bu durumlardan yararlanan Kemal de diğer koğuştakilerle tanışmaya, ayrıca gazete ve kitap getirtmeye başladı. Çoğu devletin en üst düzeyinde görev almış insanlarla konuştuğunda gördü ki bunlar istisnasız şahsi geleceklerinden önce vatanın geleceği konusunda endişeler taşıyorlardı. Kendisiyle benzer duyguları yaşayan insanlarla bir arada bulunduğunu anlayan Kemal biraz olsun rahatlamıştı. Fakat gazetelerde okuduklarının bazılarından tedirgin olmaya devam ediyordu. Bu tedirginlik sadece kendisi için değil, bazı dönemler bütün arkadaşlarını da içine alıyordu.

Günler geçtikçe Kemal insanları tanımaya ve mecburi şartlara alışmaya başladı. Neredeyse hemen her gün birkaç tutuklu geliyordu. Kendisinden sonra gelenlerden biri Kemal’in çok yakından tanıdığı biriydi.

Camlarının yarısının buz tuttuğu bir 9 Ocak günü Yozgat Jandarma Tabur Kumandanı Tevfik Bey’i de tutuklamışlar ve Bekirağa Bölüğü’ne göndermişlerdi. Kemal, onun başka koğuşa verilmiş olduğunun haberini alınca üzülsün mü, sevinsin mi bilemedi. Çok nadir çıktığı kendi koğuşundan çıkarak Tevfik Bey’le görüştüğünde içi hüzünle doldu. Onu da Bekirağa Bölüğünün bodrum katında sorgulamışlar, daha sonra da koğuşa göndermişlerdi. Yüzünde ancak yiğit bir askere yapılan zulmün izlerini örten mağrurlu duruş kaybolmamıştı. Tevfik Bey de karşısında Kemal Beyi görünce kaderin birleştirdiği iki eski dost olarak sarıldılar. Ancak birkaç cümle edip ayrıldılar.

Bazı gazetelerin dillerine doladığı, Kemal’in haftalardır sabırsızlıkla beklediği tarihe damgasını vuracak olan dava başlayacaktı. Davanın başlamasına saatler kalmıştı. Ama onun Gözlerine uyku girmemiş sabahı bekliyordu. Sabaha kadar daracık koğuşunda dönüp durdu. İşte sabah olmuş, gün başlıyordu.

Dış giriş kapısında “Dairei Umuru Askeriye” yazılı Adliye Nezareti’ne çıkan bütün yollar bugün çok hareketliydi. Sanki İstanbullular söz birliği etmiş, bu tarafa doğru yürüyorlardı. Türk’ü, Ermeni’si, Rum’u, Yahudi’si artık “Osmanlı” kimliğinde değiller, hepsi de kendileri olarak yürüyordu.  Yürüyenler kendi aralarında, kendi lisanlarında hararetli konuşmalar yapıyorlardı.

Gazetelerde “Tarihi Muhakeme! ” başlığıyla verilen ilk duruşma 5 Şubat 1919 Çarşamba günü saat 10.45’te başladı.

Adliye Nezaretindeki Cinayet Mahkemesi salonu tarihinde ilk defa bu kadar kalabalığı ağırlıyordu. Salonda Türklerden başka azınlıklardan, özellikle Ermenilerden birçok insan da yer almıştı. Gazetecilere de ayrı bir yer ayrılmıştı.

Sabahın erken sayılabilecek saatlerinde Kemal ve aynı davada sanık arkadaşları Tevfik ve Feyyaz Bey süngülü iki müfrezenin eşliğinde Adliye Nezaretine önceden getirilmişlerdi.

Girişe göre salonun sağında iki loca hanedan azalarıyla ecnebi sefaret mensuplarına ve hükümet temsilcilerine ayrılmıştı. Çok dikkat edildiğinde aralarında işgal güçlerinden bazı kişilerin de bulunduğu görülüyordu. Koltuklarına mal bulmuş mağribi gibi yerleşmişlerdi.

Bu ilk duruşmada mahkemenin başkanlığına getirilen Mahmut Hayret Paşa daha yargılamalar başlamadan beş altı gün önce, yani 30 Ocak 1919 tarihinde Sabah gazetesine verdiği beyanatta şöyle diyordu:

“Reşit gibi, Sabit gibi, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal gibi memleketi kanlar içinde bırakan cani şahısları kaymakamlığa, mutasarrıflığa ve valiliğe kadar terfi etmiş ve hemcinsini koyun keser gibi boğazlamış olanlar şimdi serbest serbest geziyorlar. Kanun nazarında bunlar suçludur, canidir. Bunlar da cezalandırılmalıdır.”

İşte böyle düşünen ve bu düşüncesini açıkça gazetelerde ilan etmiş olan bir mahkeme başkanı Kemal ve arkadaşlarının davasına başkanlık edecekti!

Salondaki sessizliği Hayret Paşa’nın sesi bozdu. Sanıklara kimlik tespiti için sorular sormaya başlamıştı. İlk olarak Kemal Bey’e alışılagelmiş sorularını yöneltti: Doğum yeriniz, Kaç yaşındasın, Son memuriyetiniz? Gibi. Kemal bu sorulara Beyrut, 35 ve Konya Ziraat Müfettişi cevaplarını verdi.

İlk duruşma fazla uzun sürmedi. Mahkeme başka bir güne ertelendi. Mahkeme sonrası dönüşünde Bekirağa Bölüğündekiler Kemal’in etrafını sarmışlardı. Hepsinde bir merak, bir merak… Birçok soru sordular. Neler döndüğünü, neler olup bittiğini öğrenmek istiyorlardı.

Bekirağa Bölüğündekiler ertesi gün gazetelerin Kemal Bey’in davası ile ilgili neler yazmış olduklarını merakla okuyorlardı. Müdahil avukatların mahkeme üyeleri üzerindeki etkisi Sabah gazetesinin haberinde şöyle veriliyordu:

“Mahkeme hakikaten garip bir şekil alıyor davacı vekillerinin ekseriya mahkeme üyelerine etki ettikleri, vazifelerine müdahale ettiklerini, mahkeme başkanlığının çoğunlukla zanlılar aleyhinde şimdiden kararını vermiş olduğunu açıkça hissettirir bir vaziyet aldığı görülüyor. Bunlar mahkemenin yüceliğine zarar verir, sonunda da verilecek kararın önemini düşürür…”

Gazetelerde benzer başka haberler de vardı. Kemal’in etrafındaki koğuş arkadaşları öfkeli ve aynı zamanda üzgündüler.

8 Şubat 1919 günü Kemal’in öğleden sonra ikinci duruşması başlayacaktı. Rumeli’deki düşman orduları başkumandanı D’esprey gösterişli bir zafer alayıyla İstanbul’a girdi. General Beyoğlu sokaklarında asılan Fransız, İngiliz, İtalyan ve Yunan bayraklarını selamlayarak, azınlıkların alkışları ve gösterileri arasından atını şahlandırarak geçti.

İşte General D’esprey yine beyaz atının üstündeydi. Şubat ayının ayazına ve soğuğuna aldırmadan başı dik İstanbul sokaklarına ve kendisini selamlayan azınlıkların gösterilerine bakıyordu. Gösteriler yine başlamıştı. Azınlıkların “Zito,  Zito” sesleri ortalığı inletmekte, sokaklar bir karnaval havası yaşamaktaydı. Bazı dükkânların vitrinlerindeki kandiller de hiç söndürülmeden bu gösteriye katılıyordu. Gösteriler dönemin çürümüş ve kokuşmuşluğunu yaşayan Şişli’ye kadar ulaşıyordu. Bu gürültüleri Mustafa Kemal Paşa da duymuştu. Yaveri Cevat Abbas’a dışarıdaki hengâmenin ne olduğunu sorduğunda, “Fransız Generali D’esperey gösteri yapıyor… Onun gürültüleridir” cevabını aldı. Bunun üzerine Mustafa Kemal, çalışmakta olduğu masanın üzerinden başını kaldırarak, müstehzi bir ifadeyle “Desene Fransızlar İstanbul sokaklarında operet yapıyorlar. O herif zaten generalden çok bir palyaço gibidir… Askerlik nerededir o nerede… Fakat görüşeceğiz “ diyor.

İstanbul’da bütün bunlar olurken Bekirağa Bölüğü’nde aynı gün, yani 8 Şubat 1919’da hareketli saatler yaşanıyordu. Koğuşlarda Kemal Bey’in bugün ikinci duruşmasının olduğu konuşuluyordu

İkinci Duruşma 8 Şubat Cumartesi saat on dört otuzda İstanbul’un işgal ortamında başladı. Mahkeme Reisi sorularını Kemal Bey’e artarda soruyordu. Pek de fazla cevap verilmesini beklemiyor gibiydi.

Kemal Bey kendisine yönetilen “Sevk edilen Ermeni kafilesine işkenceler yapılmasını emretmişsin, açıkla bakalım” sorusu karşısında göç edenlerle ilgili bir sahneyi hatırladı. Annesinin kucağında “acıktım” diye ağlayan bir Ermeni çocuğunu kucağına almış, onu okşamış, hatta ona yiyecek, şeker ve üzerine örtülmesi için battaniye bulup getirmelerini de söylemişti. Neticede onlar da birer insandı. Üstlenmiş olduğu bu görevi o da pek sevmemişti. Ama ne çare ki büyüklerinin yaptıkları şöyle ya da böyle çocuklara da yansıyordu. Ne onlar devletlerine isyan etseler, askerlerini arkadan vursalar ne de böyle bir görev kendine verilmiş olsaydı. “Akılsız başın cefasını sefil taban çekermiş” diye düşündü.

Gazete ilanlarıyla bulunan yalancı şahitlerle, iftiralarla duruşmalar devam edip gidiyordu. Kemal Bey artık bu durumlara alışmaya başlamıştı. Ancak hakkında yazılanlara çok üzülüyordu. Onikinci duruşmaya çıkmadan önce 6 Mart tarihli Alemdar Gazetesi’nde Refii Cevat hayretle şu cümleleri sıralıyordu:

“Sehpalar bu adamlara layık değildir. Koparılması lazım gelen bu kafalar kütükler üzerinde kesilip günlerce ibret taşında kalmalı… Tehcircilerin tutuklanması yetmez. Bunların kafalarının koparılması gerekir… Tutuklamalar gözümüzü doyurmadı. Daha ziyade şiddet! Daha ziyade şiddet! Daha ziyade şiddet!”

Kemal’in onbirinci duruşmasından bir gün önce, 4 Mart’ta kurulan Damat Ferit Hükümeti’nin ilk icraatlarından biri göç ettirme davalarına bakan Divanı Harbi Örfi mahkemeleri oldu. Yargılamalara hız kazandırmayı ve bir an evvel sonuca ulaşmayı amaçlıyorlardı. Bu konuda hazırladıkları kararname 11 Mart’ta yayınlanarak yürürlüğe girdiği için Kemal Bey ve arkadaşlarının duruşmalarına bir süre ara verildi. Dosyalar yeni kurulan Divanı Harbi Örfi’ye aktarıldı. Yeni Divanı Harbi Örfi kararları için, temyiz yolunun kapalı olduğu açıkça belirtiliyordu.

Bütün bunlar olurken Bekirağa Bölüğü’nde Kemal Bey de bazen üşüyor, bazen terliyor, hastalık nöbetleri geçiriyordu. Çok feci bir durumdaydı. Ateş, baş ağrısı, halsizlik, iştahsızlık ve sık sık kusması ile birkaç günde zayıflamış olduğu açıkça görülüyordu. Onu seven arkadaşları bu duruma çok üzülüyorlardı. Karşılarındaki o genç ve capcanlı insanın eski enerjisinden, aydınlık yüz hatlarından hiç eser kalmamıştı. Tevkifhane Başkâtibi’nin gönderdiği rapora göre Kemal Bey dizanteri hastalığına yakalanmıştı. Bunun için Kemal Bey’in 10 Mart’ta yapılması gereken duruşması, hastalanarak dört gün rapor alması sebebiyle 15 Mart’a ertelendi. Arkasından Divanı Harbi Örfi üyelerinde yapılan değişiklikten dolayı duruşmaya 24 Mart’ta devam edileceği duyuruldu.

Henüz hastalığını atlamamanın verdiği halsizliğine kaygıları da eklenince Kemal kendisini daha kötü hissetmeye başladı. Geceleri kâbuslar görüyor, gündüzleri kâbuslardan da beter umutsuzluklarda ölüp ölüp diriliyordu. Hastalık sebebiyle artan ateşinden dolayı bazen zamanı bile karıştırıyordu. Hatta bir seferinde babası Arif Bey’in binbir zahmetle karşıdan getirdiği yiyeceği almaya bile çıkamadı, kendisine geldikten sonra da bu duruma çok üzüldü.

Diğer taraftan yeni Divanı Harbi Örfi özellikle belirlenen amaçları gerçekleştirme yönünde kuruluşunu tamamlıyordu. Divanı Harbi Örfi üyeleri arasında en çok dikkat çeken ve de mahkemenin kararlarına etkisi olan “Nemrut” lakaplı “Kürt Mustafa Paşa” idi. İngilizlerin desteği altında bulunan Kürt Teali Cemiyeti’nin üyesi olan Nemrut Mustafa Paşa, daha önce kendisinin kurduğu Kürt Teali Cemiyeti’nin kapatılması sebebiyle İttihat ve Terakki’ye büyük öfke duyuyordu. Bunun için Ermeni tehciri sebebiyle yargılananların aleyhlerinde şahit bulmak için gazetelere bizzat ilan veriyordu. Kemal’in aleyhinde şahitlik yapanların çoğunluğu da gazete ilanlarıyla bulunarak getirtilmişti.

Yeni Divanı Harbi Örfi’nin dikkat çeken diğer üç görevlisi ise savcı başyardımcısı Haralambos, sorgu hâkimi Artin Boşgezenyan ve yine sorgu hâkimlerinden İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kurucusu Said Molla’dır.

Patriğin ikide bir tanzim ettiği listeler, Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın eline sıkıştırılıyor, bu listeler hiçbir araştırmaya gerek görülmeden Nemrut Mustafa Paşa Divanı Harbine havale ediliyordu. Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’i şikâyet eden ve listenin başına koyan da Patrik Zaven’di. Dolayısıyla şahitleri toplayan, hazırlayan, getirip götüren de hep Patrikhane oldu.

Kemal, bir duruşma sonrası Bekirağa Bölüğü’ndeki koğuşuna geldiğinde önce bir şaşkınlık geçirdi. Gözlerine inanamadı… Sevinsin mi, üzülsün mü buna da bir türlü karar veremedi. Karşısında en sevdiği ve mülkiyeden en samimi arkadaşlarından İbrahim vardı.

Gerçi bu koğuşta kaldığını duymuştu ama İbrahim de Kemal’i karşısında görünce şaşırmadan edemedi. Gözlerine inanamadı. Öyle ki karşısında Mülkiyeli şah ve şatır Kemal yoktu artık. O gitmiş yerine neşesini kaybettiği yüzünden okunan, gözlerinin ışığı zayıflamış, beti benzi sararmış bir Kemal gelmişti.

İbrahim, Kemal’e hayran hayran bakıyordu. Çünkü o Kemal’in Boğazlıyan’da Ermeni çetecilerine karşı nasıl gayretler gösterdiğini, haktan ve adaletten ayrılmadığını biliyordu. Mülkiyeli can arkadaşı Kemal’den gurur duymuştu. “Eee… Anlat bakalım, nasılsın?” Dedi.

Kemal, arkadaşının bu sorusunun konuşmayı başlatmak üzere sorulmuş bir soru olduğunu biliyordu. Oysa İbrahim onun nasıl olduğunu gelir gelmez zaten gözlerinden okumuştu. O, dost canlısı arkadaşına bakarak:” İbrahim beni asacaklar” dedi. Ardından bir “Ah!..” çekti.

Bu sözün kendisinin ağzından nasıl çıktığına o da hayret etmişti. İbrahim:” Nerden çıkarıyorsun be arkadaşım? Mahkeme daha devam ediyor… Hem işgalcilere yaranmaya çalışan gazetelerin yazdıklarını dikkate almazsak, takip edebildiğim kadarıyla henüz sonuçlar da netleşmiş değil.”

Kemal: “İbrahim! Benim kaygılarımı canı derdine düşmüş birinin duyguları olarak düşünme… Ailemi, çocuklarımı düşünüyorum… Onlara hiçbir şey bırakamayacağımdan, onların gelecekleri beni kaygılandırıyor.”

İbrahim, çaresiz “anlıyorum” der gibi baktı. Kemal, dertlerini anlatacak, güvenecek birini bulmanın rahatlığı içinde konuşmasına devam ediyordu: “İlk tutuklandığımda ne oldu biliyor musun? …Eniştem beni ziyarete gelmişti… Burada herkes yiyeceğini kendisi getirtiyordu. Ama benim cebimde beş kuruş olmadığı için iki gündür ağzıma bir şey koyamamıştım. Buna rağmen enişteme bir şey söyleyemedim. Bir ekmek peynir parası istemeyi onuruma yediremedim İbrahim… Anlıyor musun beni? Beni asarlarsa can borcunu ödemiş olacağım. Ama aileme, çocuklarıma karşı sorumluluklarımı yerine getirmeden gitmekten korkuyorum.”

Kemal’in 19. ve son duruşması 7 Nisan 1919 Pazartesi günü başladı. Duruşma tarihi daha önceden ilan edilip kamuoyuna duyurulmadığından salonda ancak yüz civarında insan vardı. Savcı Haralambos, Kemal Bey için idam talebinde bulunduktan sonra Kemal Bey’i savunmak için savunma avukatlarından Selahattin Bey’e söz verildi. Sonra Kemal Bey savunmasını okudu:

“Yalancı şahitlerin söylediklerinin hepsi yalandır. Bunları reddediyorum… Asıl üzerinde durulması gereken Osmanlı vatandaşı Ermenilerinin özellikle Ruslar lehine olmak üzere kendi devletlerine karşı giriştikleri tedhiş ve terör faaliyetleridir. Asıl yargılanması gerekenler biz değil, çeteler kurarak köylere saldıran ve Müslümanları öldüren Ermenilerin olması gerekir.”

“Gerek mesleğime başlamadan önce, gerekse mesleğime başladıktan sonra hayatımda hiçbir zaman doğruluktan ayrılmadım. Aile fertleriyle beraber mihnet ve zaruret içinde kaldığımız dönemlerde bile doğruluktan başka bir rehber tanımadım…”

“Vicdanıma kesinlikle kan lekesi sürmedim. Görevimi hak ve adaleti gözeterek yerine getirmeye çalıştım. Hatta Ermenilere karşı tecavüze kalkışanları Kayseri Divan-ı Harbi Örfisi’ne verdim.”dedi.

Artık günler değil saatler beklenmeye başladı. Kemal Bey’in idam cezasının onaylanması için karar Sultan Vahideddin’e geldiğinde çok sıkıntılıydı. Çünkü Kemal Bey’in idam edileceği söylentileri duyulduğunda İstanbul’da halk çok üzülmüş, bunun için birçok semtte gösterilerde bulunmuşlardı. Verilen kararı protesto etmişlerdi. Sultan, bir müddet yalnız başına düşündü. Sonra Mabeyn Başkâtibi Ali Fuat Efendi’yi yanına çağırdı: “Beni emir buyurmuşsunuz efendim.”

“Gel, gel,” dedi Vahideddin… Şimdi çirkin bir hal karşısında kaldık. Amma iş bununla bitmeyecek, ardı gelecek. Onun için şimdiden yolunu kesmek lazım. Şeyhülİslâm Efendi’yi arayın. Bu kararı görmüş mü? Görmüş ise benim bunu imza etmekliğim için yarın sabaha kadar bir fetva-yı şerife itası taahhüt ediyorlar mı? Sorun.”

Ali Fuat Efendi görevini yerine getirmek üzere ayrıldı. Ama kararın onayı geciktikçe bu sıralarda bazılarını bir kaygı sarmıştı. Bunlardan Dâhiliye Nazırı Mehmet Ali Bey ile Adliye Müsteşarı ve İngiliz Muhipleri Cemiyeti Reisi Sait Molla Padişahın idama karşı çıkmasından korkuyorlardı. Bundan dolayı Padişahı ikna etmesi için Damat Ferit Paşa’yı saraya gönderdiler.

Sultanın misafiri gittikten sonra Ali Fuat Efendi Şeyhülİslâm’ın geldiği haberini verdi. Bunun üzerine Şeyhülİslâm Mustafa Sabri Efendi Sultan’ın huzuruna çağrıldı. Kendisinden fetva vermesi istendi. Hayatında böyle zor bir durumda kaldığını hatırlamıyordu. Şeyhülİslâm bir süre direndi: “Kemal Bey hakkında istenilen fetva değildir. ‘Kaza’ya aittir. Benim ise kazaya yetkim yoktur,” diyerek fetva vermekten kaçındı.

Padişah ısrar edince, daha sonra kendisine biraz zaman vermelerini, yarın fetvayı kendilerine ulaştıracağını söyleyerek huzurdan ayrıldı.

Ertesi gün 9 Nisan’da şu fetvayı yazıp gönderdi:

“Bir Müslüman’ın, Müslüman olmayan birini öldürmesi halinde idama izin verildiği, ancak bu hükmün verilmesi için, öldürülenin yaralayıcı bir aletle yaralanması ve ölmesinin, bunun üzerine mirasçılarının ‘kısas’ istemeleri şarttır… Not: Divanı Harbiyi Örfi tarafından ölüme mahkûm edilen Kemal Bey’in muhakemesi hak ve adaletle uygun yapılmış olduğu takdirde, idam hükmü muvafık bulunur.”

Sultan Vahdettin fetva metnini maksada uygun bulmadı. Kendi tarifi ile Şeyhülİslâm’a bir cevap yazdırdı. Fakat fetvanın düzeltilmiş şeklini beklemeden aynı gün Kemal Bey’le ilgili kararnameyi onayladı.

Diğer taraftan Kemal, Bekirağa Bölüğü’ndeki koğuşundan arkadaşları arasından alındı. Harbiye Nezareti kapısındaki Merkez Kumandanlığı’na götürdüler. Koğuştakiler, Harbiye Nezareti’nin avlusundan, büyük kapının yanındaki köşklere doğru yürüyerek giden Kemal’in arkasından bakakaldılar. Son bakışlar ve son yürüyüş… Koğuştakiler pencerelerinden Beyazıt Meydanı’nda toplanmış ve toplanmakta olan kalabalığı da görüyorlardı.

Herkes nefeslerini tutmuş bir noktaya, ama sadece bir noktaya bakıyorlardı. Bu nokta üstünde Dairei Umuru Askeriye yazılı, bir zafer takı gibi süslü Harbiye Nezareti kapısıydı. Bu kapıdan çıkan süngülü bir müfreze askerin ortasında, yüzü üzerindeki beyaz gömlek gibi olmuş, mağdur Mehmet Kemal Bey yürüyordu…

Başının üzerinde sallanan ip boynuna takıldığında usul gereğince “son sözü” soruldu. O meydandaki kalabalığa yöneldi. Kendine güvenen bir hatip edasıyla onlara hitap etti:

“Sevgili vatandaşlarım! Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki, ben masumum! Son sözüm bugün de budur, yarın da budur.

Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa kahrolsun böyle adalet!..”

Kemal’in bu sesi sanki uzak dağlara gitmiş, hızlıca çarpmış ve oradan aynen geri gelmiş gibi, halkın ağzından gür bir şekilde tekrar edildi:

—KAHROLSUN BÖYLE ADALET!

Sonra devam etti:

“Benim sevgili kardeşlerim! Borcum var, servetim yok! Asil Türk Milleti’ne çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Vatan uğrunda cephede ölen bir insan gibi şehid gidiyorum. Allah vatan ve milletimize zeval vermesin… Âmin! “

Bu sırada köşkünün penceresinden bakan, olayı zevkle seyreden Adliye Müsteşarı Sait Molla sabırsızlanmıştı. Cellâtlara olanca öfkesiyle bağırdı:

“Söyletmeyin, fazla konuşturmayın bu alçak herifi!… Hemen asın bu köpeği… Ne duruyorsunuz itoğlu itler!.. “

Cellâtlar birkaç saniye içinde ipi çektiler…

Diğer yanda emekli ve yaşlı bir adam, Arif Bey elinde sefer tasıyla Bekirağa Bölüğü’nde yatan oğluna yemek getirmek üzere yola çıkmıştı. Olandan, bitenden hiçbir şeyden haberi yoktu. Kadıköy’ündeki evinden çıkarak Beyazıt Meydanı’na geldiğinde kalabalık karşısında şaşırdı. Vakit akşamdı.

Arif Bey, bu tarihi meydanda toplanmış büyük kalabalığı görünce merakını gizleyemedi. Farklı dillerden konuşmalar, uğultular geliyordu kulağına. Neler konuşulduğunu daha iyi anlamak için, Ermenice konuştuklarını sonradan fark ettiği bir guruba yaklaştı. Nefes nefese ve meraklı gözlerle kalabalıktan birine sordu:

“Buraya neden toplanmışlar? Nümayiş mi var?… Ne olmuş?”

“Nereden çıkardın nümayişi? Bir adamı asmışlar da ona bakıyoruz!”

Kalabalığı yararak, beklenmedik bir güçle önüne çıkanları ite kaka sehpaya doğru yaklaştı. Askerlerin arasından yıldırım gibi geçti. Sehpanın önünde kalakaldı.

İdamda hazır bulunmak üzere Beyazıt’a gelmiş olan Merkez Kumandanı Osman Şakir Paşa, Arif Bey’in yanına doğru koştu. Sehpanın hemen dibine yığılmış olan yaşlı adamın perişan halini görünce sordu: “Kimsiniz?”

Arif Bey, önce karşısındakinin ne söylediğini anlayamadı. Soru kendisine tekrar sorulunca iniltili bir sesle: “Babasıyım… Babası…”

Kumandan, o sert yüzlü asker Osman Şakir Paşa önce ne diyeceğini ve ne yapacağını bilemedi. Kıpkırmızı kesildi, titremeye başladı. Gözlerine hücum eden yaşları yüreğine akıttı:

“Emriniz?”

Oğlu gözünün önünde sallanırken ne emri olabilirdi ki? Arif Bey, başını kaldırmaya çalışarak kumandanın yüzüne baktı: “Evladımı bana veriniz!”

Osman Şakir Paşa: “Derhal indirin,” emrini verdi.

Arif Bey, vücudunu suya girmiş gibi ıslatan tere aldırmadan ayağa kalktı. Oğlu Kemal’in henüz soğumamış olan cesedine sarıldı. Bir daha bulamayacağı oğul kokusunu ciğerlerine kadar çekti. Yüzünden öptü, bıyıklarını düzeltti, okşadı.

Kemal’in cebinden çıkmış olan vasiyetnamesi diğer eşyalarıyla birlikte kendisine verildi. Vasiyetnamede şunlar yazıyordu:

“Merhum sevgili oğlum Adnan’ın defnedilmiş bulunduğu Kadıköy Kuşdilli Çayır’ındaki kabristanda yavrumun yanına gömülmemi diliyorum. Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır:

Millet ve Memleket uğruna şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal’in ruhuna Fatiha.

Perişan zevcem Hatice’ye, yavrularım Müzehher ve Müşerref’e muavenet edilmesini, yavrularımın tahsil ve terbiyesine ihtimam buyrulmasını vatandaşlarımdan beklerim. Babam, Karamürsel Aşar Memur-u Sabıkı Arif Bey de acizdir. Kardeşim Münir de kimsesizdir. Bunlara da muavenet olunursa, memnun olurum.

Türk Milleti ebediyen yaşayacak, Müslümanlık asla zeval bulmayacaktır. Allah, millet ve memlekete zeval vermesin. Fertler ölür, millet yaşar. İnşallah Türk Milleti ebediyete kadar yaşayacaktır. (30 Mart 1335 Boğazlıyan Kaymakam – Sabıkı Kemal)

Cenazeyi teslim alan Babası Arif Bey büyük bir kalabalıkla şehidi motorla Kadıköy’e geçirdiler. Cenazeyi Tıbbiyeli öğrenciler “TÜRKLERİN BÜYÜK ŞEHİDİ KEMAL BEY” yazılı çelenkleriyle karşıladı. Cenaze merasimi, terör ve baskıya rağmen çok anlamlı görünüyordu. Millî şehidin tabutu Kadıköy İtfaiye Karakolu önünden geçerken bir manga asker, kendiliğinden “Saygı duruşu”nda bulundu. Bu durum herkesi daha da çok duygulandırdı.

Cenaze namazı Kızıltoprak Camii’nde kılındı. Mülkiyelilerin ve Tıbbiyelilerin başları üzerinde “Kuşdili”ndeki “Mahmut Baba Mezarlığı”na taşınırken cenazeye katılanların sayısı gittikçe arttı.

Mezar taşına “Millet ve memleket uğrunda şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal’in ruhuna Fatiha.” Yazıldı.

Kemal Bey’i Türk Milleti unutmadı. Başka bir Kemal’in yönetiminde toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, 14 Ekim 1922’de çıkardığı özel bir kanunla, kendisini “Millî Şehit” olarak kabul etti. Ayrıca Bakanlar Kurulu’nun 2.2.1927 gün 4710 Sayılı Kararıyla Ermeniler tarafından terk edilmiş olup Vakıflar İdaresi’ne devredilmiş bulunan 1 apartmanla 1 evin Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in varislerine tahsis ve temliki kararlaştırıldı.

Leave a comment