# Etiket
##GENEL

Bir Adım İleri, iki Adım Geri / Erol GÜNGÖR

BİR ADIM İLERİ, İKİ ADIM GERİ

Erol GÜNGÖR

Türkiye’de yerli kültürü tahrib eden mecburi ve serbest değişme hareketlerini halkın ve halk kültürünün aleyhinde girişilmiş birer teşebbüs olarak görenler ve bu hareketleri şahsi motiflere göre izah etmeğe çalışanlar da vardır. Mamafih, bu görüşün çok defa gelişigüzel ve mesuliyetsiz tedbir veya tavırlara karşı şiddetli bir reaksiyon tarzında teşekkül etmiş olması pek muhtemeldir. Modernleşmenin ajanı olan şahıslar ve kuruluşlar muhakkak ki halkın bu yolda daha müreffeh bir hayata kavuşacağına ve Türk kültürünün çağdaş medeniyete daha iyi intibak edeceğine inanıyorlardı. Nitekim modernleşme hareketlerinde yerli kültürü batılı örneklere göre değiştirme teşebbüsleri yanında bizzat yerli kültürden faydalanma, hatta bazı hallerde yerli kültüre dönme teşebbüsleri de görülmektedir. Milli kültürün yeniden kurulması için takip edilecek metodu sağlam dayanaklara oturtmak isteyenlerin bu türlü teşebbüslere iyi bir teşhis koymaları ve aynı hataları tekrar etmemeleri gerekir.

 

Halka dönüş hareketleri Türkiye’de milliyetçilik hareketinin de başlangıcını teşkil eder. Bilhassa ikinci meşrutiyet devrinde Türk milliyetçileri halk ve münevver kültürleri arasında birlik kurmak üzere millî kültürün en önemli yapıcılarından biri olan Türk dilini yeni bir zihniyetle işlemeye başladılar. Hakikatte bugünün gençleri için Avrupa dillerinden daha yabancı hale getirilen Osmanlı Türkçesi o zamanki Batı medeniyetinin terim ve kavramlarını karşılayacak kadar büyük bir gelişme imkânına sahip bulunuyordu, fakat halkın konuştuğu Türkçe ile Osmanlı münevverinin Türkçesini mümkün olduğu kadar birbirine yaklaştırmak ihtiyacı yüzünden süslü ve tumturaklı ifade yerine sade bir Türkçe ile yayma yoluna gidildi. Ömer Seyfeddin’in, Reşad Nuri’nin, Falih Rıfkı’nın ve Yusuf Ziya Ortaç’ın kullandığı dil, Türkçenin ondokuzuncu yüzyıl sonlarından itibaren gösterdiği tedrici gelişme içinde erdiği mükemmelliğe birer örnek teşkil eder. Biz bu Türkçecilik hareketini Türk milliyetçiliğinin başarılı bir hamlesi olarak görüyoruz, çünkü milliyetçiliğin gayesi milli kültürün münevverler elinde işlenmiş ve gelişmiş örneklerini halk kitlesine mal edebilmektir. Bu hareketin başarılı olması ise son derece önemli bir sosyolojik kritere uygun olmasından ileri geliyordu. Dikkat edilirse, Türkçecilik cereyanı kültürün devamlılığı prensibini hiçbir zaman ihmal etmemiştir; Türkçülerin zaman perspektifi içinde geçmiş, bugün ve gelecek arasında herhangi bir kesinti yoktur. Onların kullandıkları malzeme milli hayatin gerçek unsurlarına, yani hatıralardan silinmemiş bir geçmişe, yaşanan bir bugüne, ve bütün milletçe hayal edilen bir geleceğin zaruretlerine dayanıyordu. Netekim Türkçecilik hareketinin bütün memlekete yayılması da, başka hiçbir tedbire lüzum kalmadan, sosyal ve kültürel hayatin normal gelişme mekanizması içinde cereyan etmiştir.

Sonraki yıllarda Türk diline verilen ters istikametin temelinde de milliyetçi ve halkçı bir tavrın bulunduğu inkâr edilemez. Fakat nasıl olur da birbirine taban tabana zıt olan iki hareketi ayni zamanda milliyetçi olarak kabul edebiliriz? Milli kültürün gelişmesine hizmet eden bir cereyan ile bu kültürü kaldırarak yerine bir başkasını koymaya çalışan cereyan nasıl bir tutulabilir? Hakikatte bu soruya verilecek cevap son elli yıllık modernleşme hareketleri hakkında da bir hüküm mahiyetinde olacaktır. Biz burada konuyu fazla genişletmeksizin sadece Türkçülerin ve inkılapçıların halkçılık ve milliyetçilik anlayışları bakımından bir tahlil yapmaya çalışacağız. Bu tahlilin eksik ve yanlış tarafları bulunabilir, fakat ideolojik dogmatizmden ziyade ilmi kriterlere dayanması itibariyle şimdiye kadar alışılagelmiş izah tarzlarından farklı olacağı muhakkaktır. $unu da hemen belirtelim ki, burada Türk dili üzerindeki farklı görüşleri genellikle Türk kültürüne karşı takınılan tavırların bir misali olmak üzere ele alıyoruz.

Türkçülerle inkılapçıların temelde ayrıldıkları nokta Türk Milletinin batı medeniyetine intibakı için seçilecek yoldu. Türkçüler medeniyet değişmesi esnasında milli hüviyetin kaybedilmemesi için çalıştılar, inkılapçılar veya Avrupacılar ise onların millî kültür dedikleri şeye zaten esastan cephe almışlardı. İsmi bugünün devrimcileri  tarafından  pek az   bilinmekle beraber  inkılapçıların esas programını çizmiş olan Abdullah Cevdet, Türk milletinin biyolojik veraseti de dahil olmak üzere herşeyiyle değişmesini istiyordu. Bu geleneği devam ettiren sonraki inkılapçılar Türkiye’de Batılı olmayan bütün kültür unsurlarını ve müesseselerini bir tarafa bırakma yoluna gittiler. Bu arada kültürün nesiller arasında intikalini sağlayan Türk dili de elbette bu fonksiyonundan mahrum bırakılacaktı, çünkü onun taşıdığı kültür inkılapçılara göre hiç de milli değildi. Avrupalılaşma cereyanının en ileri safhasında bu cereyanın taraftarları eski kültürü sadece eksik ve çürük bulmakla kalmayıp, bunun Türk halkına empoze edilmiş bir emperyalist kültür olduğu kanaatına vardılar. İstiklaline yeni kavuşan bir memleket daha evvel sömürgeci idarenin kabul ettirdiği şeyleri nasıl ortadan kaldırırsa, bizim modernistler de tarihte ilk defa istiklal yüzü gören bir halkın yaptığı gibi her manada orijinal müesseseler kurmak gerektiğine inanıyorlardı. Bu müesseselerin malzemesi nereden alınacaktı? Önce tamamen Avrupa’dan iktibas yapılmasını düşünenler oldu, fakat bu görüş tatbik kabiliyeti olmadığı için pek kabul görmedi. Geriye örnek alınacak sadece kendimiz kalıyorduk. Eski kültürümüz bizi yenilgiden kurtaramamış ve biz de o mirası topyekûn reddetmiştik. Fakat bizim Osmanlı ve Selçuk devirlerinden önce de bir tarihimiz vardı, üstelik o tarihte şimdi düşman saydığımızdan daha farklı bir kültüre sahiptik. Gerçi Orta Asya’da yaşamış bulunan atalarımızın hayatı şimdiki Avrupalı hayatına benzemiyordu, ama onların dili bizim Selçuk ve Osmanlı emperyalizmine (!) girmemizden önceki orijinal, millî dilimizdi. Böylece inkılapçı veya standart münevver kendisini milli bir hüviyet arama yolunda ilk geri adımı attı. Türkçüler Türk kültüründe en az bin yıllık bir gelişmeyi temsil ederlerken, inkılapçılar binbeşyüz yıl önceki ilkel kültürün şampiyonu oldular. Onlara göre milliyetçilik ve halkçılık bir taraftan Asya’daki uzak atalarımızın, bir taraftan da Anadolu’ya çok eskiden gelmiş Hitit atalarımızın (!) kültürünü batıdan örnek alarak geliştirmekten ibaretti. İşte öz Türkçe denilen ve okullarda çocuklarımızın öğrendikleri uydurma dil böylece eski Asya Türkçesi ile Fransızcanın izdivacından doğan bir hilkat garibesi olarak ortaya çıktı.

İnkılapçıların dil anlayışı ırkçı bir karakter taşıdığı için gerçeklere aykırı idi, fakat onlar bu gerçek dışı şeyi bir gerçek haline getirmenin yollarını buldular. Avrupa kültüründen getirdikleri örnekler de onlara göre milli kültüre dönüş hareketi idi, çünkü Avrupa milletleri gibi Avrupa kültürü de Türk aslından geliyordu.

Milliyetçilerin bu tatbikattan çıkaracakları iki önemli netice vardır. Birincisi, halka dönüş ile iptidailiğe dönüşü birbirine karıştırmamak lazımdır. Atalarımızın kültürü milletimizin çocukluk çağını temsil eder; biz o çocukluk çağında sahip olduklarımızı yüzyıllarca geliştirdikten sonra olgun bir millet haline geldik. Hayatın normal istikameti çocuğun «saf» ve «su katılmamış» halini başkalarından edinilen tecrübeler ve bilgilerle kaybettirmek,  onu kendi başına ayakta durur hale getirmektir. Ergin bir insanın birdenbire çocuk gibi davranmaya başlaması, bebek gibi konuşması ancak akıl hastalığına delalet eder. Eğer bugünde memleketimizin şurasında-burasında önceki halini muhafaza eder insanlarımız varsa onların hali bizim için örnek değil, fakat üzüntü sebebi olmalıdır.

Milliyetçilerin dikkat edecekleri ikinci önemli nokta da, tarihi yanlış yorumlamamaktır. İnkılapçılar Osmanlı-Türk kültürünü milli karakterden uzaklaşmakla, Arap ve Fars kültürlerine tabi olmakla suçluyorlar. Osmanlı medeniyeti karşısında ondan daha üstün bir Arap ve Acem medeniyetinden veya kültüründen bahsetmek pek gülünç olur. O devirlerde biz mensup olduğumuz medeniyet dairesinin merkezi ve yıldızı idik. Bugün hiç kimse Fransızların veya Almanların kendi milli karakterlerini kaybederek Yunan ve Roma kültürlerine ve semitik bir dine esir olduklarını söyleyemez. Bizim inkılapçı münevverler kaynağını Yunan, Roma ve Hristiyanlıktan alan Batı kültürünün etrafında sun’i peyk gibi dolaşırlarken, en büyük temsilcisi biz olduğumuz bir medeniyetin milli karakterimizi bozduğunu nasıl söyleyebilirler? Bizim karakterimizi acaba kimler bozdu? Daima teb’amız olarak yaşayan Araplar mı, yoksa tarihinin büyük bir kısmını Türk hanedanlarının idaresi altında geçiren İranlılar mı? Bugün Arap milliyetçileri Osmanlı-Türk idaresinin Arap kültüründe bozucu tesirler yaptığını söyledikleri zaman onları mazur görebiliriz, çünkü Türk idaresinden henüz kurtulmuşlardır ve yeni bir milli kültür yaratma gayreti içindedirler. Yunanlılar ve Balkan milletleri de kendi benliklerine yeni kavuştuklarını iddia ediyorlar. Türk münevverlerinin kendi kültürlerine sırt çevirişi karşısında hayrete düsen Yugoslavyalı bir Tarihçi bize şöyle demişti: “Öyle görünüyor ki Türklerden en son kurtulan siz oldunuz.”

Münevverlerimizin büyük çoğunluğunda görülen bu sömürge münevveri zihniyetinin nasıl meydana geldiğine dair önceki makalelerimizde bazı şeyler söylemiştik. Bu psikolojinin doğusu ve yayılışını ileride teferruatıyla incelemek üzere şimdilik diğer halkçılık hareketlerine kısaca bakalım.

Üzerinde hiçbir ciddi tetkik yapılmamış bulunan «Halkevleri» hareketi bazılarına göre milli kültürün tetkiki ve geliştirilmesi maksadıyla, bazılarına göre de inkılapçıların Avrupa kültürünü halka yaymak için vasıta olmak üzere başlatılmıştı. Bizim kanaatimizce halk evleri bir müddet bu iki gayeye de hizmet etmiş, fakat kurucularının zihniyeti ağır basınca birer Avrupa kültürü ocağı haline gelmiştir. Halk edebiyatı ve folklorla ilgili birçok çalışmaların halk evleri vasıtasıyla gün ışığına kavuşması bugün bile bu eski müesseseyi savunanların en büyük delilini teşkil etmektedir. Fakat bu hizmet halkevlerinden beklenen fonksiyona bir bakıma aykırı olarak yürütülmüştür. Bilindiği gibi, tek parti idaresinin politikası bütün münevver gruplarını -birbirine taban tabana zıt dahi olsa- kendi bünyesi içinde toplamak ve parti dışında herhangi bir organize kuvvet bırakmamaktı. Bu yüzden bazı halkçı münevverlerin kitaplarını halkevleri vasıtasıyla neşretmeleri mümkün olmuştur.  Bunun dışında halkevlerinin esas faaliyeti bilhassa memur tabakası ve öğrenciler arasında parti ideolojisini yaymaya teksif edilmiş bulunuyordu. Fakat balolar ve inkılap tiyatroları arasında folklora gösterilen müsamahanın çok önemli bir sebebi vardı ki bu sebep üzerinde dikkatle durulmaya değer. Bizim inkılapçı münevverler eski cemiyetteki münevver kültürünü millî kültürün tamamen dışında sayarak ona karşı cephe alıyor, halk kültürünü ise kudretsiz bir rakip diye gördükleri için müsamaha ve bazan da sempati ile karşılıyorlardı. Böylelikle, milli kültürün en ince ve işlenmiş örneklerine sırt çevirmek suretiyle geriye doğru ikinci adım atıldı. Halk tarzında şiirler ve köylü folklorundan örnek olan sanat eserleri vasıtasıyla milli kültürün bulunacağı zannedildi. Mamafih bu örneklerde bile batı kültürüne benzeyen unsurlar üzerinde ısrarla durulup diğer tarafların -yani halkı ve münevveriyle birlikte bütün milletin- ortaklaşa benimsemiş olduğu şeylerin tamamen ihmal  edildiği   açıkça görülür.

Buraya kadar verdiğimiz misaller halkçılığın kültürel yönüyle ilgilidir. Hakikatte siyasi sahada halka karşı takınılan tavrı da bu hareketlerle paralel olarak ele alabiliriz. Geçmiş bir devrin şimdi herkesçe bilinen politikasını bir daha söz ve münakaşa konusu haline getirmemek için bu nokta üzerinde fazla durmayacağız. Ancak son yıllarda siyasi ideoloji hareketleriyle bir arada ortaya çıkan yeni bir halkçılık görüşüne kısaca yer vermekte fayda görüyoruz.

Sosyalistlere göre batı kültürü burjuva-kapitalist kültürüdür. Kültür bir üstyapı eseri olduğuna göre, her iktisadî nizam kendi kültürünü de birlikte getirir; sosyalist nizamın kültürü proleter kültürüdür. Şu halde sosyalistler Avrupalılar gibi değil, Türk proleterleri (!) gibi yaşamalıdırlar. Nitekim son birkaç yıl içinde bir kısım sosyalistler batıya ve batılılaşma hareketlerine karşı reaksiyoner bir cereyanın temsilcisi haline gelmiş bulunuyorlar. Köylü kasketi giymek, klasik Batı müziği yerine davul-zurna dinlemek, hatta pijama yerine gecelik entari ile yatmak bu reaksiyon hareketinin birer sembolü mahiyetindedir. Hiç şüphesiz, böyle bir tavır sosyalizmin gereği olmadığı gibi, bütün sosyalistlerin aynı şeyi yaptığı da söylenemez. Hatta bunların sosyalist oldukları için mi reaksiyoner, yoksa reaksiyoner oldukları için mi sosyalist oldukları konusu pekâlâ münakaşa edilebilir. Bizim kanaatimizce bunların sosyalizmi inkılapçılığın uç noktasını teşkil etmektedir; batı ile yüzde yüz kaynaşmak isteyenler bu aşırı arzularını gerçekleştiremeyince sevgileri nefrete dönmüş ve kendilerine yeni bir hüviyet aramaya koyulmuşlardır. Fakat bütün reaksiyon hareketleri gibi sosyalist cereyan da rasyonel düşüncenin hudutlarından çıktığı için, sosyalistlerin yerli kültüre gösterdikleri ilgiden olumlu bir sonuç çıkması beklenemez. «Bir şey haddini aşınca zıddına dönüşür» sözü uyarınca, bunların aşırı ilericiliği nihayet gericilik haline gelmiş bulunuyor. Yine de «Yerli Sosyalistler» ırkçılıktan Sovyet ajanlığına, provokatörlükten katilliğe kadar çeşitli renkler gösteren sosyalist cereyan içinde henüz memleket için kaybedilmemiş yegâne grubu teşkil etmektedirler, milli kültürü öğrenmek imkânını buldukları takdirde kendilerini diğer gruplardan ayırmaları ve halka hizmet etmeleri mümkündür.

TÖRE, 3. Sayı, s. 5-9,  Ağustos 1971

KAYNAK: http://ulkunet.com

 

Leave a comment