Ziya GÖKALP: Türkçülük-Turancılık Üzerine…
TÜRKÇÜLÜK NEDİR?
Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir. O halde, Türkçülüğün mahiyetini anlamak için, millet adı verilen zümrenin mâhiyetini tâyin etmek lâzımdır. Millet hakkındaki muhtelif görüşleri tedkik edelim:
1) Irkî Türkçüler’e göre millet, ırk demektir. Irk kelimesi, esas itibariyle, zoolojiye âıt bir terimdir. Her hayvan nev’i anatomik vasıfları bakımından, birtakım tiplere ayrılır. Bu tiplere ırk adı verilir. Meselâ, at nev’inin Arap ırkı , İngiliz ırkı , Macar ırkı adlarını alan birtakım anatomik tipleri vardır.
İnsanlar arasında da, eskiden beri, «beyaz ırk, siyah ırk, sarı ırk, kırmızı ırk» denilen dört ırk mevcuttur. Bu tasnif, kaba bir tasnif olmakla beraber, hâlâ kıymetini muhafaza etmektedir.
Antropoloji ilmi, Avrupa’daki insanları, kafalarının şekli ve saçlarıyle ve gözlerinin rengi itibariyle üç ırka ayırmıştır: Uzun kafalı kumral, uzun kafalı esmer, yassı kafalı.
Bununla beraber, Avrupa’da hiç bir millet, bu tiplerden yalnız birini, içine almaz. Her millette, muhtelif nisbetlerde olmak üzere, bu üç ırka mensup fertler vardır. Hattâ, aynı ailenin içinde, bir kardeş uzun kafalı kumral, diğerleri uzun kafalı esmer ve yassı kafalı olabilirler.
Gerçi bir zamanlar, bâzı antropologlar bu anatomik tiplerle sosyal davranışlar arasında bir münasebet bulunduğunu iddia ederlerdi. Fakat birçok ilmî tenkitlerin ve bilhassa bizzat antropologlar arasında en yüksek bir mevkide bulunan Manouvrier adındaki âlimin, anatomik vasıfların sosyal karakterler üzerinde hiç bir tesiri olmadığını ispat etmesi, bu eski iddiayı tamamiyle çürüttü. Irkın, bu suretle, sosyal vasıflarla hiç bir münasebeti kalmayınca, sosyal seciyelerin mecmuu olan milliyetle de hiç bir münasebeti kalmaması lâzım gelir. O halde, milleti başka bir sahada aramak gerekir.
2) Kavmî Türkçüler de, milleti kavim zümresiyle karıştırırlar.
Kavim, aynı anadan, aynı babadan üremiş, içine hiç yabancı karışmamış kandaş bir zümre demektir.
Eski cemiyetler, umumiyetle saf ve yabancılarla karışmamış birer kavim olduklarını iddia ederlerdi. Halbuki, cemiyetler tarih öncesi zamanlarda bile, kavmiyetçe hâlis değildiler. Savaşlarda esir alma, kız kaçırma, suç işleyenlerin kendi cemiyetlerinden kaçarak başka bir cemiyete girmesi, evlenmeler, göçler, yabancıları kendine benzetme ve başka bir topluluk içinde emme gibi hadiseler milletleri dâima birbirine karıştırmıştı. Fransız âlimlerinden Camille Julian ile Meillet, en eski zamanlarda bile saf bir kavmin bulunmadığını iddia etmektedirler. Tarih öncesi zamanlarda bile saf bir kavim bulunmazsa, tarihî devirlerdeki kavmî karışmalardan sonra, artık saf bir kavmiyet abes olmaz mı? Bundan başka, sosyoloji ilmine göre, fertler dünyaya gelirken sosyal bir vasıf taşımazlar. Yâni sosyal duygu ve düşüncelerden hiç birini beraberlerinde getirmezler. Meselâ dil, dîn, ahlâk, estetik, siyaset, hukuk, iktisat sahasına ait hiç bir duygu ve düşünceyi beraber getirmezler. Bunların hepsini sonraları, terbiye yoluyle cemiyetten alırlar. Demek ki, sosyal özellikler uzvî verasetle geçmez, yalnız terbiye yoluyle geçer. O halde, kavmiyetin millî karakter bakımından da hiç bir rolü yok demektir.
Kavmî saflık, hiç bir cemiyette bulunmamakla beraber, eski cemiyetler, kavmiyet mefkuresini takip ederlerdi. Bunun sebebi dinî idi. Çünkü o cemiyetlerde, mâbûd cemiyetin ilk atasından ibaretti. Bu mâbûd, yalnız kendi dölünden olanlara mâbûdluk etmek isterdi. Yabancıların kendi mâbedine girmesini, kendisine yapılacak ibâdetlere iştirak etmesini, kendi mahkemelerinde kendi kanunlarına göre muhakeme olunmasını arzu etmezdi. Bundan dolayı, cemiyetin içine çeşitli şekilde evlâd edinme yoluyle girmiş birçok fert bulunmakla beraber, bütün cemiyet yalnız mâbûdun dölünden gelmiş addolunurdu. Eski Yunan sitelerinde, İslâmdan önceki Araplarda, eski Türkler’de, hülâsa henüz il devrinde bulunan bütün cemiyetlerde şu yalancı kavmiyeti görürüz.
Şurası da var ki, sosyal tekâmülün o merhalesinde yaşayan milletler için kavmiyet mefkûresini takip etmek normal bir hareket olduğu halde, bugün içinde bulunduğumuz merhaleye nisbetle anormaldir. Çünkü, o merhalede bulunan cemiyetlerde, sosyal dayanışma yalnız dindaşlık bağından ibaretti.
Dindaşlık kandaşlığa dayanınca, tabiîdir ki, sosyal dayanışmanın temeli de kandaşlık olur.
Bugünkü sosyal durumda ise, sosyal dayanışma, kültür birliğine dayanıyor. Kültürün nesilden nesile aktarılması terbiye vâsıtasıyle olduğu için, kandaşlıkla hiç bir ilgisi yoktur.
3) Coğrafî Türkçüler’e göre, millet, aynı ülkede oturan halkların bütünü demektir. Meselâ, onlara göre bir İran milleti, bir İsviçre milleti, bir Belçika milleti, bir Britanya milleti vardır. Halbuki İran’da Fars, Kürt ve Türk’den ibaret olmak üzere üç millet; İsviçre’de Alman, Fransız, İtalyan’dan ibaret olmak üzere yine üç millet; Belçika’da aslen Fransız olan Valon’larla, aslen Cermen olan Fılâman’lar mevcuttur. Büyük Britanya adalarında ise Anglo – Sakson, İskoçyalı, Galli, İrlandalı adlarıyle dört millet vardır. Bu muhtelif toplulukların dilleri ve kültürleri birbirinden ayrı olduğu için, hepsine birden millet adını vermek doğru değildir.
Bâzen bir ülkede birçok sayıda millet olduğu gibi, bâzen de bir millet birçok ülkeye dağılmış bulunur. Meselâ Oğuz Türklerine bugün Türkiye’de, Azerbaycan’da, İran’da, Harzem ülkesinde tesadüf ederiz.
Bu toplulukların dilleri ve kültürleri ortak olduğu halde, bunları ayrı milletler saymak doğru olabilir mi?
4) Osmanlıcılar’a göre, millet, Osmanlı İmparatorluğunda bulunan vatandaşları içine alır. Halbuki, bir imparatorluğun bütün vatandaşlarını bir tek millet telâkki etmek büyük bir hatâdan ibaretti.
Çünkü, bu karma topluluğun içinde, ayrı kültürlere sahip birçok millet vardı.
5) İslâm Birliği taraftarlarına göre, millet, bütün müslümanların mecmuu demektir. Aynı dinde bulunan insanların bütününe ümmet adı verilir. O halde, müslümanların bütünü de bir ümmettir. Yalnız dilde ve kültürde müşterek olan millet zümresi ise, bundan ayrı bir şeydir.
6) Fertçiler’e göre, millet, bir adamın kendisini mensup addettiği herhangi bir cemiyettir. Gerçi, bir fert, kendisini görünüşte şu yahut bu cemiyete bağlı saymakta hür zanneder. Halbuki, fertlerde böyle bir hürriyet ve istiklâl yoktur. Çünkü insandaki ruh, duygularla fikirlerden mürekkeptir. Yeni psikologlara göre, duygu hayatımız asildir, fikir hayatımız ona aşılanmıştır. Ruhumuzun normal bir halde bulunabilmesi için, fikirlerimizin duygularımıza tamamıyle uygun olması lâzımdır. Fikirleri duygularına uymayan ve dayanmayan bir adam, ruh bakımından hastadır. Böyle bir adam, hayatta mes’ut olamaz. Meselâ duygusu bakımından dindar olan bir genç, kendisini fikir bakımından dinsiz telâkki ederse, psikolojik bir dengeye sahip olabilir mi? Şüp-hesiz^ hayır! Bunun gibi, her fert,duygulan vâsıtasıyle muayyen bir millete mensuptur. Bu millet, o ferdin, içinde yaşadığı ve terbiyesini aldığı cemiyetten ibarettir. Çünkü, bu fert, içinde yaşadığı cemiyetin bütün duygularını terbiye vâsıtasıyle almış, tamamiyle ona benzemiştir. O halde bu fert, ancak bu cemiyetin içinde yaşarsa, mes’ut olabilir. Başka bir cemiyetin içine giderse, sıla hastalığına uğrar, duygu bakımından bağlı olduğu cemiyetin içine gitmek için hasret çeker. O halde, bir ferdin, istediği zaman milletini değiştirebilmesi kendi elinde değildir. Çünkü, milliyet de, dışarıda var olan bir gerçektir. İnsan milliyetini câhiliikle tanıyamamışken, sonradan araştırmak ve soruşturmak suretiyle keşfedebilir. Fakat, bir partiye girer gibi, sırf irâdesiyle şu yahut bu millete intisap edemez.
O halde, millet nedir? Irkî, kavmî, coğrafî, siyasî, irâdî kuvvetlere üstün gelecek ve onlara hükm edebilecek başka ne gibi bir bağımız var?
Sosyoloji ilmi ispat ediyor ki, bu bağ terbiyede, kültürde, yani duygularda iştirâktir. İnsan en samimî, en derûnî duygularını ilk terbiye zamanlarında alır. Tâ beşikte iken, işittiği ninnilerle ana dilinin tesiri altında kalır. Bundan dolayıdır ki, en çok sevdiğimiz dil, ana dilimizdir. Ruhumuza vücut veren bütün din, ahlâk ve güzellik duygularımızı bu dil vâsıtasıyle almışız. Zâten ruhumuzun sosyal duyguları, bu din, ahlâk ve güzellik duygularından ibâret değil midir? Bunları çocukluğumuzda hangi cemiyetten almışsak, dâima o cemiyette yaşamak isteriz. Başka bir cemiyetin içinde daha büyük bir refahla yaşamamız mümkün iken, cemiyetimiz içindeki fakirliği ona tercih ederiz. Çünkü dostlar için-deki bu fakirlik, yabancılar arasındaki o refahtan ziyâde bizi mesut kılar. Zevkimiz, vicdanımız, özleyişlerimiz, hep içinde yaşadığımız, terbiyesini aldığımız cemiyetindir. Bunların yankısını ancak o cemiyet içinde işitebiliriz.
Ondan ayrılıp da başka bir cemiyete intisap edebilmemiz için, büyük bir engel vardır. Bu engel, çocukluğumuzda o cemiyetten almış olduğumuz terbiyeyi ruhumuzdan çıkarıp atmanın mümkün olmamasıdır. Bu mümkün olmadığı için, eski cemiyet içinde kalmağa mecburuz.
Bu ifâdelerden anlaşıldı ki, millet, ne ırkı, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî, ne de iradî bir zümre değildir. Millet, dilce, dince, ahlâkça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir topluluktur. Türk köylüsü onu (dili dilime uyan, dini dînime uyan) diyerek tarif eder. Gerçekten de bir adam, kanca müşterek olduğu insanlardan ziyâde, dilde ve dînde müşterek olduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü, insanî şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddî meziyetlerimiz ırkımızdan geliyor, mânevî meziyetlerimiz de terbiyesini aldığımız cemiyetten geliyor. Büyük İskender diyordu ki; “Benim hakîkî babam Filip değil, Aristo’dur. Çünkü, birincisi maddî varlığımın, ikincisi mânevi varlığımın meydana gelmesine sebep olmuştur”. İnsan için, mânevi varlık, maddî varlıktan önce gelir. Bu bakımdan, milliyette geçere (soy kütüğü) aranmaz. Yalnız, terbiyenin ve mefkurenin millî olması aranır. Normal bir insan, hangi milletin terbiyesini almışsa, ancak onun mefkuresine çalışabilir. Çünkü mefkûre, bir vecid kaynağı olduğu içindir ki aranır. Halbuki, terbiyesiyle büyümüş bulunmadığımız bir cemiyetin mefkûresi, ruhumuza asla vecid veremez. Bilâkis, terbiyesini almış olduğumuz cemiyetin mefkûresi, ruhumuzu vecidlere boğarak mes’ut yaşamamıza sebep olur. Bundan dolayıdır ki, insan, terbiyesiyle büyüdüğü cemiyetin mefkûresi uğruna hayatını feda edebilir. Halbuki, zihnen kendisini bağlı zannettiği bir cemiyet uğrana ufak bir menfaatini bile feda edemez. Hülâsa insan, terbiyece müşterek bulunmadığı bir cemiyet içinde yaşarsa, bedbaht olur. Bu düşüncelerden çıkaracağımız pratik netice şudur: Memleketimizde, vaktiyle dedeleri Arnavutluk’tan yahut Arabistan’dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyat etmiş görürsek, diğer milletdaşlarımızdan hiç ayırmamalıyız. Yalnız saadet zamanında değil, felâket zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizin dışında sayabiliriz? Husûsiyle, bunlar arasında milletimize karşı büyük fedakârlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler ifâ etmiş olanlar varsa, nasıl olur da, bu fedakâr insanlara (siz Türk değilsiniz) diyebiliriz. Gerçi, atlarda şecere aramak lâzımdır; çünkü, bütün meziyetleri içgüdüye dayandığı ve bunlar irsî olduğu için, hayvanlarda ırkın büyük bir ehemmiyeti vardır. İnsanlarda ise, ırkın sosyal vasıflara hiç bir tesiri olmadığı için, şecere aramak doğru değildir. Bunun aksi bir yol tutacak olursak, memleketimizdeki aydınların ve fikir savaşçılarının birçoğunu fedâ etmek gerekecektir. Bu hâl doğru olmadığından, (Türküm) diyen her ferdî Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa cezalandırmaktan başka çâre yoktur.
TÜRKÇÜLÜK VE TURANCILIK
Türkçülükle Turancılığın farklarını anlamak için, Türk ve Turan zümrelerinin hudutlarını tâyin etmek lâzımdır. Türk, bir milletin adıdır. Millet, kendisine mahsus bir kültüre mâlik olan zümre demektir. O halde, Türk’ün yalnız bir dili, bir tek kültürü olabilir.
Halbuki, Türkün bâzı kolları Anadolu Türklerinden ayn bir dil, ayrı bir kültür yapmağa çalışıyorlar. Meselâ, Kuzey Türklerinden bir kısım gençler bir Tatar dili, bir Tatar kültürü vücuda getirmekle meşguldürler. Bu hareket, Türklerin başka bir millet, Tatarların da başka bir millet olması neticesini verecektir. Uzakta bulunduğumuz için, Kırgızların ve Özbeklerin nasıl bir yol takip edeceklerini bilmiyoruz. Bunlar da birer ayrı dil ve edebiyat, birer ayn kültür vücuda getirmeğe çalışırlarsa, Türk milletinin hududu daha daralmış olur. Yakutlarla Altay Türkleri daha uzakta bulundukları için, bunları Türkiye Türlderinin kültürü dâiresine almak daha güç görünüyor.
Bugün kültürce birleşmesi kolay olan Türkler, bilhassa Oğuz Türkleri yani Türkmenler’dir. Türkiye Türkleri gibi, Azerbaycan, İran, Harzem ülkelerinin Türkmenleri de Oğuz uruğuna mensupturlar. Bundan dolayı, Türkçülükteki yakın mefkûremiz (Oğuz Birliği) yahut (Türkmen Birliği) olmalıdır. Bu birlikten maksat nedir? Siyasî bir birlik mi?’ Şimdilik, hayır! Gelecek hakkında bugünden bir hüküm veremeyiz. Fakat bugünkü mefkûremiz Oğuzların yalnız kültürce birleşmesidir.
Oğuz Türkleri, bugün dört ülkede yayılmış olmakla beraber, hepsi birbirine yakın akrabadırlar. Dört ülkedeki Türkmen illerinin adlarını karşılaştırırsak, görürüz ki birinde bulunan bir ilin yahut boyun diğerlerinde de dalları vardır.
Meselâ, Harzem’de Tekeler’le Sarılar’ı ve Kara-kalpaklar’ı görüyoruz. Memleketimizde Tekeler, bir sancak teşkil edecek kadar çoktur; hattâ, bir kısmı vaktiyle Rumeli’ye nakledilmiştir. Türkiye’deki Sarılar, bilhassa Rumkale’de otururlar. Karakalpaklar ise, Karapapak ve Terekeme adlarını alarak Sivas, Kars ve Azerbaycan dolaylarında yerleşmişlerdir. Harzem’de Oğuz’un Salur ve İmralı boylarıyle Çavda ve Göklen (Karluklardan Kealin) illeri vardır. Bu adlara Anadolu’nun muhtelif noktalarında tesadüf edilir. Göklen, kendi adını Van’da bir köye Gök oğlan şeklinde vermiştir.
Oğuz’un Bayat ve Afşar boyları da gerek Türkiye’de, gerek İran’da ve Azerbaycan’da mevcutturlar. Akkoyunlular ile Karakoyunlular da bu üç ülkede yayılmışlardır. O halde Harzem, İran, Azerbaycan ve Türkiye ülkeleri, Türk etnografyası itibariyle aynı uruğun yurtlarıdır. Bu dört ülkenin bütününe Oğuzistan (Oğuz ili) adını verebiliriz. Türkçülüğün yakın hedefi, bu büyük ülkede yalnız bir tek kültürün hâkim olmasıdır. .
Oğuz Türkleri, umumiyetle, Oğuz Han’ın torunlarıdır. Oğuz Türkleri, birkaç yüzyıl öncesine gelinceye kadar, birbiriyle yakından alâkalı bir aile hâlinde yaşarlardı. Meselâ Fuzulî, bütün Oğuz boyları içinde okunan bir Oğuz şâiri idi. Korkut Ata Kitabı Oğuzlar’m resmî Oğuznâmesi olduğu gibi, Şah İsmail, Âşık Kerem, Köroğlu kitapları gibi halk eserleri bütün Oğuz iline yayılmıştır.
Türkçülüğün uzak mefkuresi ise, Tûran’dır. Tûran, bazılarının zannettiği gibi, Türklerden başka, Moğolları, Tunguzları, Finuvaları, Macarları da içine alan bir kavimler halitası değildir. Bu zümreye, ilim dilinde Uralo – Altay zümresi denilir. Bununla beraber, bu sonuncu zümreye mensup kavimlerin dilleri arasında bir akrabalık bulunduğu da henüz ispat edilememiştir. Hattâ bâzı müellifler, Ural kavimleriyle Altay kavimlerinin birbirinden ayn iki zümre teşkil ettiğini ve Türklerin Moğollar ve Tunguzlarla beraber Altay zümresini, Finuvalarla Macarların da Ural zümresine mensup olduklarını iddia ediyorlar. Türklerin Moğollarla ve Tunguzlarla dil akrabalığı olduğu da henüz ispat edilmemiştir. Bugün ilim bakımından sabit olan bir hakikat varsa, o da türkçe konuşan Yakut, Kırgız, Özbek, Kıpçak, Tatar, Oğuz gibi Türk boylarının dilce ve gelenekçe kavmî bir birliğe mâlik bulunduğudur. Tûran kelimesi, Tûrlar yani Türkler demek olduğu için, sâdece Türkleri içine alan bir birliğin adıdır. O halde, Tûran kelimesini bütün Türk boylarını ihtiva ölen Büyük Türkistan’a hasretmemiz lâzım gelir. Çünkü Türk kelimesi, bugün, yalnız Türkiye Türkleri’ne verilen bir ünvan hükmüne geçmiştir. Türkiye’deki Türk kültürüne dâhil olanlar, tabiî, yine bu adı alacaklardır. Benim itikadımca, bütün Oğuzlar, yakın bir zamanda bu isimde birleşeceklerdir. Fakat, Tatarlar, Özbekler, Kırgızlar ayrı kültürler vücuda getirdikleri takdirde, ayrı milletler hâlini alacaklarından, yalnız kendi isimleriyle anılacaklardır. O zaman, bütün bu eski akrabaları kavmî bir topluluk hâlinde birleştiren müşterek bir ünvana lüzum hissedilecek. İşte bu müşterek ünvan, Tûran kelimesidir.
Türkçülerin uzak mefkûresi, Turan nâmı altında birleşen Oğuzlan, Tatarları, Kırgızları, Özbekleri, Yâkutlan dilde, edebiyatta, kültürde birleştirmektir. Bu mefkûrenin bir gerçek hâline geçmesi mümkün mü, yoksa değil mi? Yakın mefkûreler için bu cihet aranırsa da, uzak mefkûreler için aranmaz. Çünkü uzak mefkûre, ruhlardaki vecdi sonsuz bir dereceye yükseltmek için, ulaşılmak istenilen, çok cazibeli bir hayâldir. Meselâ, Lenin, Bolşeviklik için, yakm mefkûre olarak “kollektivizmi”, uzak mefkûre suretinde de “Komünizmi” ileri sürmüştür. Komünizmin ne zaman husûle geleceğini soranlara şu cevabı veriyor: “Komünizmin ne zaman uygulanacağını şimdiden kestirmek mümkün değildir. Bu, Hazret-i Muhammed’in cenneti gibi, ne zaman ve nerede görüneceği bilinmeyen bir şeydir”.
İşte, Tûran mefkûresi bunun gibidir. Yüz milyon Türkün bir millet hâlinde birleşmesi, Türkçüler için en kuvvetli bir vecid kaynağıdır. Turan mefkûresi olmasaydı, Türkçülük bu kadar süratle yayılmayacaktı. Bununla beraber, kim bilir? Belki, gelecekte Tûran mefkûresinin gerçekleşmesi de mümkün olacaktır. Mefkure, geleceğin yaratıcısıdır. Dün Türkler için hayalî bir mefkûre halinde bulunan millî devlet, bugün Türkiye’de bir gerçek hâlini almıştır.
O halde Türkçülüğü, mefkûresinin büyüklüğü noktasından, üç dereceye ayırabiliriz:
1) Türkiyecilik,
2) Oğuzculuk yahut Türkmencilik,
3) Tûrancılık.
Bugün, gerçeklik sahasında, yalnız .«Türkiyecilik» vardır. Fakat, ruhların büyük bir özleyişle aradığı Kızıl Elma, gerçeklik sahasında değil, hayâl sahasındadır. Türk köylüsü Kızıl Elma’yı tahayyül ederken, gözünün önüne eski Türk ilhanlıkları gelir. Gerçekten, Turan mefkuresi mâzide bir hayâl değil, bir gerçekti. Milâttan 210 sene önce Kun hükümdarı Mete Kunlar (Huıüar) adı altında bütün Türkleri birleştirdiği zaman Tûran mefkûresi bir gerçek haline girmişti. Hanlardan sonra Avarlar, Avarlardan sonra Gök Türkler, Gök Türklerden sonra Oğuzlar, bunlardan sonra Kırgız – Kazaklar, daha sonra Kür Han, Cengiz Han ve sonuncu olmak üzere Timurlenk Tûran mefkuresini gerçekleştirmediler mi?
Tûran kelimesinin mânası şu suretle sınırlandırıldıktan sonra, artık Macarların, Finuvalann, Moğolların, Tunguzların Tûran ile bir alâkaları kalmamak icap eder. Tûran, Türklerin geçmişte ve belki de gelecekte bir gerçek olan büyük vatanıdır.
Tûranlılar, yalnız Türkçe konuşan milletlerdir. Eğer Ural ve Altay ailesi gerçekten varsa, bunun kendisine mahsus bir ismi olduğundan, “Tûran” adına ihtiyacı yoktur.
Bir de bâzı Avrupalı yazarlar, Batı Asya’da aslen Sâmîlere yahut Ârîlere mensup olmayan bütün kavimlere “Tûranî” adını veriyorlar. Bunların maksadı, bu kavimlerin Türklerle akraba olduğunu belirtmek değildir.Yalnız Sâmîlerle Âlîlerden başka kavimler olduğunu anlatmak içindir.
Bundan başka, bâzı yazarlar da, Şehnâme’ye göre “Tur” ile “İrec”in kardeş olduğuna bakarak, Tûran’ı eski İran’ın bir kısmı saymaktadırlar. Halbuki, Şehnâme’ye göre, Tur ile İrec’in üçüncü bir kardeşleri daha vardır ki adı “Selem”dir. “Selem” ise, İranlı bir boyun dedesi değil, bütün Sâmîlerin müşterek atasıdır. O halde Feridun’un oğulları olan bu üç kardeş, Nuh’un oğulları gibi, eski etnografik ayırımların adlarından doğmuştur. Bundan anlaşılıyor ki “Tûran”, İran’ın bir parçası değil, bütün Türk illerinin hepsini içine alan Türk topluluğundan ibarettir.
KAYNAK: Ziya GÖKALP, Türkçülüğün Esasları, (Yay. Haz. Mehmet KAPLAN), MEB Yayınları.