Roman Tadında Bir Belgesel: Gulag / Adnan ŞENEL
Gulag
Adnan ŞENEL
2003’de yayınlanan ve yazarına 2004 Pulitzer Ödülü’nü kazandıran “Gulag: A History”, üç yıl önce “Gulag” adıyla dilimize çevrilmişti. Gözlerimdeki rahatsızlık sebebiyle okuma eylemine ara verdiğim dönemde yayınlanan bu kitabı almış fakat okuyamamıştım. Nihayet geçtiğimiz hafta, bu “tuğla” kalınlığındaki kitabı üç güne sığdırarak bitirdim. Toplam 720 sayfa (ki, son bölümdeki indeks, kaynakça ve notları saymazsanız kemiksiz 600 sayfa) civarındaki kitabı (üstelik belgeseldir) üç gün gibi kısa süre içinde bitirmemin basit ama çok önemli bir sebebi var: Kitap inanılmaz sürükleyici ve etkileyici…
Evet, Gulag bir belgesel ama bir belgesele özgü sıkıcılıktan ve monotonluktan uzak; evet, Gulag bir roman değil ama bir romanda olabilecek akıcılığa ve adrenaline sahip… Kısacası Gulag insanı alıp götüren bir dil, üslup ve kurguyla kaleme alınmış…
Yazarı Anne Applebaum, İngiltere ve ABD’nin ünlü gazetelerinde yazarlık ve editörlük yapmış bir gazeteci… 1964 doğumlu bayan Applebaum yüzlerce kitap, dergi, gazete, anı, röportajdan oluşan kaynakçanın yanı sıra bizzat kampların bulunduğu bölgelere yaptığı ziyaret ve gözlemlerden yola çıkarak hazırladığı bu kitapla, 20. yüzyılın önemli bir bölümüne ışık tutmuş. Işığın tutulduğu kesim, Sovyetler Birliği… 1917 devrimiyle başlayan ve 1991’de çöken Sovyetler Birliği’nin ana hatlarıyla tarihi eşliğinde, o rejimin belki de en önemli ayaklarından birini oluşturan çalışma-toplama kamplarının içyüzü bütün çıplaklığıyla ve dehşetiyle gözler önüne seriliyor… Lenin’le başlayan, Stalin’de doruk noktasına ulaşan, Beria ile biraz hafifleyen, Kruşçev, Brejnev ve ardından Andropov’la tekrar güçlendirilmeye çalışılan, Gorbaçov ile de tarihe gömülen Gulag (Ana Kamp İdaresi- Çalışma Kamplarından Sorumlu Gizli Polis Birimi) sistemi, sadece çalışma kamplarının mekanizmasını değil, aynı zamanda komünist sistem ve onun yöneticilerinin de tarihi seyir içinde nasıl bir oluşum ve pozisyon içinde yer aldığını da -kronolojik olarak- bize sunuyor…
Sovyet ekonomik sisteminin vazgeçilmez ve en randımanlı bir parçası olması planlanan ve bilhassa Stalin döneminde büyük coğrafyanın her köşesine yayılan çalışma-toplama kamplarında akla gelebilecek her alanda “üretim” yapılmış. Altın çıkarmadan tutun da kerestecilik, demiryolu yapımına, oyuncak üretiminden uçak, tank, silah üretimine, “Sovyet sanayi”ne katkıda bulunabilecek bütün sektörlerde bu çalışma kampları birer fabrika olarak kullanılmış. “Sovyet-sosyalist sisteme” yeniden eğitilerek katılmaları düşünülen ve bu amaçla kendilerinden “sorumlu-bilinçli vatandaşlar” olmaları beklenilen milyonlarca “suçlu”, bu kamplara tıkılmış ve aklın sınırlarını zorlayan zorluk ve baskılar altında kendilerinden “üretim” beklenmişti…
Evet, ekonominin güçlenmesi, kalkınmanın ilerlemesi için bu kamplara ihtiyaç duymuştu Sovyet liderleri… Peki ama bu kamplarda çalışacak suçlular nasıl bulunacaktı ve mevcut suçlular yeterli miydi? Hayır, değildi…
Çalışacak ve emeği sömürülecek “suçlu”lara ihtiyaç vardı ki, çark dönsün, sistem yerine otursun… Çare bulunmuştu: Devrim-karşıtı unsurlar vardı; muhalif güçler vardı, rejim düşmanları vardı; karşı-devrimciler vardı; hainler vardı… Gerçekten böyle olup olmadıklarına bakılmaksızın, bin bir bahaneler üretilerek milyonlarca kişi tutuklandı ve uyduruk mahkemeler ve yargılamalar sonrasında bu kamplara yollandı… Sadece siyasi suçlular yetmezdi tabii; adli suçlular da bu konvoya dahil edilmeliydi. Bu minvalde, mesela hasat sonrası tarlada kalmış iki patatesi alıp götüren bir kadın beş yıl ceza alıyor ve kampa gönderiliyordu. Bir yerden aldığı sigarayı bir başka yerde satan bir genç, “spekülatör” suçlamasıyla yedi yıl ceza alabiliyordu. Komşularının asılsız ihbarları ile hayatları kararan insanlar da yıllarca bu kamplarda eziyetin onlarca türlüsüne maruz kalabiliyordu…
Bu çalışma-toplama kamplarının ne menem bir şey olduğunu ilk kez Sojenitsin’in Gulag Takımadaları, Kanser Koğuşu, Ivan Denisoviç’in Bir Günü, İlk Çember gibi kitaplarından okumuş, öğrenmiştik. Kendisi de bir muhalif olarak bu kamplara gönderilen (Gulag sisteminin ilk uygulamaları olan ve kuzeyde, Beyaz Deniz’de bulunan Solovets takım adalarındaki kamplarda kalan) Soljenitsin’in anlattıkları tüyler ürpertici idi ama sonuçta o bir edebiyatçıydı ve muhalifti; sübjektif olabilirdi… Ki, nitekim, Soljenitsin’in yazdıkları ve söyledikleri uzunca süre Sovyet rejimi tarafından inkar edildi; bir muhalifin hezeyanları olarak yansıtıldı…
Ama şimdi Soljenitsin’in yazdıklarının hiç de hezeyan olmadığı ve abartılmadığı, binlerce belgenin ışığında kaleme alınmış Gulag adlı kitapta bir kez daha ortaya çıkıyor…
Toptancı, bütüncü ve otoriter sistemlerin, insanları-fertleri nasıl birer köle, çarkın bir dişlisi, sadece etten oluşan bir unsur haline getirdiğinin anatomisini öğrenmek için çok sayıda kaynak var şüphesiz; ama Gulag teori ile pratiğin sentezi eşliğinde totaliter bir rejimin insanları nasıl insanlıktan çıkardığının adeta destansı bir örneği niteliğinde… Okudukça ve gördükçe kanınızın çekildiğini ve bir insanın bir başka insana bu türlü zulüm yapmasının nasıl bir mantığa büründüğünü anlamaya çalışmanın sıkıntısını hissediyorsunuz.
Yıllarca Hitler’in zulmü ve Nazi Toplama Kampları’yla ilgili filmler, belgeseller seyrettik; kitaplar, makaleler okuduk; gaz odalarında milyonca kişinin öldürüldüğünü, fırınlarda yakıldığını öğrendik, dehşete düştük. Totaliter-otoriter bir rejimin -sistemin bekası adına- insanları birer böcekmiş gibi nasıl ezdiğini, yok ettiğini görmenin dehşetini yaşadık… Gulag, işte bu dehşet ve korku tarihinin –diğer bir- yüzünü gösteren muhteşem bir eser…
(Gulag, Arkadaş Yayınları, 2008, 720 s.)