M. ÇAĞATAY ÖZDEMİR: 20. YÜZYIL SONUNDA MİLLÎ DEVLET VE KİMLİKLER
20. YÜZYIL SONUNDA MİLLÎ DEVLET VE KİMLİKLER
MEHMET ÇAĞATAY ÖZDEMİR
Hacettepe Üni. Edebiyat Fak. Öğrt. üyesi
Toplumsal gerçekliğin önemli öğelerinden biri de hiç şüphesiz devlettir. Devlet kurumunu açıklayıp kavramak geçmişi, geleceği ve bugünü kapsayan bir zaman boyutu içinde yapılmalıdır. Bu bilindiği gibi toplumsal gerçekliğin tarihsel bir süreç içinde ele alınmasıyla mümkündür (Şayian 1995:15). Bu makalede devlet kurumu, sadece “millî devlet” kavramı çerçevesinde ele alınacaktır. Yaklaşık 10.000 yıllık bir geçmişe sahip olduğu varsayılan devlet olgusunu kapsamlı bir tarihsel süreç içinde ele almak, ayrı bir çalışmanın konusu olabilir.
Millî devletin tarihini, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşunu da doğrudan ilgilendirdiği için, Avrupa çerçevesinde ele almak ve zaman olarak da “modern” dediğimiz dünyanın kuruluşundan çok gerilere gitmeden kısa bir bilgi vermek gerekiyor. Millet, milliyetçilik ve millî devlet kavramlarının anlamları ve bunların ortaya çıkış tarihleri -üzerinde batılı araştırmacılarca tam bir anlaşma sağlanamamıştır. Üçü de birbirleriyle yakından ilişkili olan bu kavramlara verilen bu öncelik sırası tartışmanın odak noktasını teşkil etmektedir. Millet kavramına öncelik hakk verenler, önce milletin oluştuğunu, ardından da millî devletin kurulduğunu; millî devlet kavramına öncelik verenler, önce millî devletin kurulduğunu ardından da milletin oluşturulduğunu savunurlar. Birinci görüşün savunucularına göre yüzyıllarca öncelere uzanan millî unsurların belli şartlarda millet bilincinin oluşmasını kolaylaştırmıştır, diğer görüşe göre ise milletlerin varlığı yepyeni bir olgudur, politik ve ekonomik şartlar sonucu belli bir devlet ve ideoloji ortaya çıkmıştır (Millas 1994:62).
Milletleşme sürecine ilişkin hemen hemen tüm örnekleri erken sanayileşen Batı ülkelerinden derleyen araştırmacıların (Bkn. Gellner, Anderson 1993), Avrupa merkezci bir bakış açısına sahip oldukları, dolayısıyla modern millî devletin doğuşuna eş tuttukları milletleşme sürecinin bir anlamda Avrupa ülkelerinin tarihi gelişimlerinin özgül şartlarıyla kısıtlanmış olarak takdim edildikleri rahatlıkla söylenebilir. Milletleşme olgusunun evrensel olduğunu kabul etsek bile aşamalarının bir yörede ve bölgede ve ülkede aynen Avrupa örneklerinde olduğu gibi tekrarlanacağını, aynı dinamiklere tabi olacağını düşünmek doğru değildir.
Tarihte örneğin soylar, boylar, kabileler, imparatorluklar, dinî cemaatler, ümmetler, dil temeline dayalı topluluklar, bu çeşitli grupların bir araya gelişi ile oluşturulmuş federal devletler ve benzerleri görülmüştür. Bu devletlerin içinde belli bir grup kimliği taşıyan, bir dayanışma içinde bulunan ve bu açıdan bugünkü milletleri andıran topluluklar ve gruplar kuşkusuz vardır. (Millas 1994:63)
Son dörtyüzyıl boyunca dünyanın her yanında millî devletler kurulmaktadır. Bu konuda dünyadaki tüm milletleşme sürecine ilişkin tutarlı bir model vermek çok zor görünmektedir. Temelde aynı sonucu veren, yani devleti ve milleti ortaya çıkaran üç farklı gelişme modelinden söz edilebilir ve bu modellerin tutarlılığı tartışmaya açıktır:
Birinci modelde egemen devlet ve millet bir arada ve aynı hızla tarih sahnesinde ortaya çıkmışlardır. Örneğin Batı Avrupa’da İngiltere ve Fransa bu model çerçevesinde değerlendirilebilecek örneklerdendir. ikinci modelde egemen devlet milletin oluşmasından önce ortaya çıkmaktadır. Bu gelişmeyi Avrupa dışında görüyoruz. Ekonomik çıkarlardan kaynaklanan iç savaşlarla ortaya çıkan ABD bu gelişmenin örneklerinden biridir, üçüncü model de, milletin devletten önce oluşmasıdır. Bu türün örneklerini Balkanlarda ve Tuna boylarında görmek mümkündür. (Millas 1994:68)
Yabancı dillerdeki karşılığı nation olan millet([1]) kelimesinin içerdiği anlam kullanılmaya başlandığı günden bugüne farklılık arzetmiştir. İspanya Akademisi Sözlüğünün 1726’daki ilk basımındaki patria (vatan) ya da halkın daha çok kullandığı tierra, “memleket” sözcüğü; “bir insanın doğduğu yer, kasaba ya da toprak” veya “bir senyörlüğün ya da devletin bir bölge, eyalet ya da ilçesi” anlamını taşıyordu (Hobsbawn 1993:31). 1884’ten önce nacion sözcüğü, basitçe “bir eyalet, bir ülke ya da bir krallıkta oturanların toplamı” ve aynı zamanda “bir yabancı” anlamına geliyordu. Ortaçağın Aşağı Almancası’nda yalnızca soy ve köken grubu anlamına gelen natie sözcüğünden zamanla, İspanyolca’da olduğu gibi, bir kentte yaşayan ve belirli ayrıcalıklardan yararlanan yabancı toplulukları, özellikle de tüccar toplulukları vurgulamak için yabancı “tüccar millet”lerinden ya da “Lüksemburg milletinden bir alay” ibaresinde olduğu gibi yabancı bir topluluktan söz edilmeye başlanır. (Hobsbawn 1993:32)
Belli bir toplumsal kategoriyi ifade eden bir kavram olarak millet sözcüğünün l6. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlandığı söylenebilir. 15. yüzyıla kadar bir İngiliz milletinden ve İngiliz dilinden söz edilmemektedir. Sarayda Fransızcaya benzer bir dil konuşulurken, Galler’de keltçe, İskoçya’da Golce, Kuzeybatı Humbria’da bir İskandinav diyalekti konuşulmaktadır. Adanın Güney ve Güneydoğu kesimlerinde ise Anglo-saxon dili egemendir. Britanya adasında kapitalizmin gelişimi ve pazarın bütünleşmesi, modern devletin mutlakiyetçi monarşi biçiminde ortaya çıkışı, İngilizcenin gelişip Ada halkının egemen dili haline gelmesi ve bir İngiliz milletinden söz edilmeye başlanması eş zamanlı süreçlerdir. (Şayian 1995: 25)
Millî devletin doğuşu ile belli bir dilin (lehçenin) yazı dili haline gelmesi arasında bir ilişki olduğu söylenebilir. Nitekim İtalya’nın birleşme döneminde İtalyanların sadece %2’si İtalyanca, Fransız D evriminde ise Fransızların sadece %50’si Fransızca konuşuyordu (Hobsbawn 1993:80). Yazı dilinin matbaanın icadıyla daha geniş kitlelere ulaşması aynı zamanda yönetimin genişlemesi ve endüstrinin gelişmesini kolaylaştırmıştır.
Kapitalizmin ve millî devletin birden bir patlamayla değil de ağır ağır gelişen bir birikim sonucu ortaya çıktıklarını savunmak, tarihsel verilere daha uygun gelmektedir (Millas 1994:64). Avrupa’da ve özellikle Batı Avrupa’da gelişen kapitalizmin bu bölgede doğmuş olması tek bir nedene indirgenemez. Modern devletin doğuşunu anlayabilmek için kapitalizmin kökenleri ile ortaçağ sonrası Avrupa’da var olan toplumsal şartlar arasında bağlantı kurmak zorundayız. Kapitalizmin egemen üretim biçimine dönüşmesi, 9. yüzyıldan başlayarak bir dizi değişme ve gelişmelerin yarattığı dinamizme bağlıdır. Kapitalizm öncesinde kentler genellikle surlarla çevriliydi ve bu surlar kentlerin dışarıya kapalı olma ve kırsal alandan ayrılma özelliğini vurguluyor, aynı zamanda savunma amacına hizmet ediyordu. Merkezi yönetimin yokluğu sonucunda ortaya çıkmış olan kentlerde hayat ağır bir biçimde akıp gidiyor ve sonradan insanlar, genellikle köylerde yaşayan benzerleriyle ortak adet ve gelenekleri benimsiyorlardı (Giddens 1993:96). 14.yüzyıldan başlayarak tüccarların etkinliği ve monarkların oluşturdukları ordular, feodalizmin sonunun yaklaştığını gösteriyordu. Her iki gelişme de güçlü ve merkezi bir devletin desteğine gerek duyuyordu (Millas 1994:65).
15. ve 17. yüzyıl arasındaki dönemde çoğu Avrupa ülkesinde politik ve askeri otoritede merkezileşme yaşanmıştır. Bu merkezileşme kimi yerde kralın kimi yerlerde de yerel bir prensin ya da ticaret kesiminin etrafında olmuş ve merkezileşme ile birlikte devletin vergi toplama gücü artmış, otoritenin kullanımında bürokrasi devreye girmeye başlamıştır (Kennedy 1990:83). Modern devletin ilk biçimi olan mutlakiyetçi monarşi, kapitalizmin gelişme süreci içinde ortaya çıkmıştır. Mutlakiyetçi monarşinin temel belirleyici özelliklerinden biri, kural koyan ve bu kuralları uygulatacak güç olmasıdır. Modern devlet, mutlakiyetçi monarşi formu içinde önce şiddet kullanarak yerel soyluların ve grupların güçlerini kırmış ve imkânlarını merkezi yönetimce oluşturulan kurallara tabi kılmış, düzenin sağlanması için gerek duyulan profesyonelleşmiş bir ordu ve yargı mekanizmasına kamu finansmanı yaratmış, diğer devletlerden daha güçlü olmak amacıyla da dünya pazarlarına açılmıştır. 16. yüzyılın başından 19. yüzyılın ortalarına kadar devam eden süre içinde Avrupa merkantilizm çağı yaşamıştır. Modern devletler bu dönemde denizaşırı toprakları kolonileştirme, kendi limanlarına mal getirip götüren yabancı bayraklı gemilere vergi ve yasaklar getirme ve kendi tüccarlarına ayrıcalık tanıma gibi politikalara öncelik vermişlerdir (Şayian 1995:26). Zamanla mütecanis bir coğrafi alana yerleşen devlet, gümrük memuru, sınır polisi, muhaceret makamları gibi kamu görevlileri ile tanınabilir nitelikteki sınırlar üzerinde denetimini artırarak, kendi durumunda olan diğer devletlerle birlikte milletlerarası hukuk ve diplomaside egemen devlet olarak tanınmaya başlamıştır (Kennedy 1995:159).
16. yüzyıl Avrupası küçük devletlerden oluşuyordu. Bu durmadan değişen hizipleşmeler, ittifaklar ve çatışmalardan ibaret bir devlet sistemiydi. Bunlar henüz milli devlet olamamışlardı, lö.yüzyılda Avrupa’da 500 kadar az çok özerk devlet ve prenslik vardı. Bu sayı 20. yüzyıla girerken yirmibeşe düşmüştür (Giddens 1993:154). Parçalanmışlıktan bütünleşmeye doğru gidişte otoriteyi elinde toplayan devletlerin bireyleri kendine bağlamada takip ettiği yöntemin ne olduğunu anlamada Gellner’e başvurabiliriz. Gellner’e (1992) göre endüstri döneminde sınıflar arası bağlar değil, millî bağlar sağlamlaşır. Bu dönemde iş bölümü yaygınlaşır ve eğitim devletin en önemli işlevlerinden biri olur. Gittikçe derinleşen ve karmaşıklaşan işbölümüne dayanan toplumsal hayata katılmanın yolu eğitimden geçmektedir. Eğitim, iş bulmak, geçimi sağlamak ve toplum içinde saygın bir konum edinmek ve gelecekten emin olmak için gerekli olmaktadır. Bir insanın eğitimi artık onun en değerli yatırımı sayılmakta ve sonuçta kendisine bir kimlik kazandırmaktadır. Modern insan artık bir akrabalık grubuna bağlı değildir. Aksini iddia etse bile modern insan bir kral, ülke ve dine değil bir kültüre sadakat göstermektedir. Kültür, artık sadece toplumsal düzeni onaylayan ve ona meşruiyet sağlayan bir araç değildir, o aynı zamanda bireyler tarafından paylaşılan bir ortam, hayat için gerekli kan veya belki de toplumun üyelerinin sadece onunla soluk alabildiği, hayatını idame ettirdiği ve üretimi gerçekleştirdiği asgari ortak bir atmosferdir. Herhangi bir toplum için kültür herkesin nefes alabildiği, konuşabildiği ve üretebildiği bir ortam olduğuna göre, bu herkes için aynı kültür olmalıdır (Gellner 1992:76).
Sanayi toplumun un oldukça karmaşık ve parçalara bölünmüş birimleri arasındaki organizasyonu sağlama görevini devlet üstlenmiştir. Devlet dayandığı milletin bireylerini birbirine bağlamada kültürün önemini anlamıştır. Yalnız bu kültür üst bir kültür olmalıdır. Mahalli kültürlerle bireyleri ortak bir irade altında toplamanın güçlüğünü farkeden merkezi otorite, yalnızca ortak kültüre sahip olanların siyasî bir birlik olan devlet çatısı altında daha uzun ömürlü yaşabileceklerini varsayar. Mahallilikten arındırılmış bir üst kültür siyasal meşruiyetin barınağı görüldüğü içindir ki her devlet millî kimliği yücelten bilinci takviye etmek amacıyla sembollere (bayrak, milli marş, tarihi şahsiyetler ve olaylar, milli günler) başvurur. O ülkenin okullarındaki çocuklara matematik, fen, coğrafya gibi evrensel konular öğretilirken, müfredat programlarına bir arada yaşamayı pekiştirecek unsurlar ilave edilir (Kennedy 1995:159). Bütün halka malolan standartlaşmış, türdeş ve merkezin desteklediği üst kültürün, okuryazarlık ve iletişim sistemleriyle kitlesel hale gelmesinden sonradır ki, aynı kültürel değerleri paylaşan insanların müşterek bir kimlik taşıdığı kabul edilir olmuştur.
Tarihi bir toprağa, ortak mitleri ve tarihi belleği, kitlesel bir kamu kültürünü, ortak bir ekonomiyi, ortak yasal hak ve görevleri paylaşan bir insan topluluğu (Smith 1994:32) bize millet kavramının çağdaş tanımını verdiği kadar,’ milletin üyesi olan bireylerin millî kimlik özelliklerini de vermektedir. Smith’e (1994) göre millî bir kimlik temelde çok boyutludur; asla bir unsura indirgenemeyecek kadar karmaşık bir yapı arz eder. Hem millî kimlik hem de millet, birbirleriyle ilişkili etnik, kültürel, teritoryal, ekonomik ve yasal-siyasî pek çok unsurdan oluşan karmaşık yapılardır. Kendi devletlerinde ifadesini bulsun ya da bulmasın müştereken paylaşılan anılar, mitler ve geleneklerin bir araya getirdiği topluluk fertleri arasındaki dayanışma bağlarını gösteren bu kavramlar, devletin tamamen yasal ve bürokratik nitelikli bağlarından tümüyle farklıdır. Bugün insanoğlunun paylaştığı bütün kollektif kimlikler arasında millî kimlik belki de en temelli ve kapsamlı olanıdır. Çağdaş dünyada kim olduğumuzu müştereken paylaşılan eşsiz bir kültür aracılığıyla bilebiliriz. Millet ve millî kimlik, vatandaşlara temel bir siyasi bağlılık buyurarak, milletlerarası meşruiyetin, her bir bölge ve kıtada, nihayetinde bütün olarak dünyada, bir devletler sisteminin geçerliliğinin yegane kabul görmüş kaynağı haline gelmiştir. Devletler topluluğunda böyle bir düzenin kurulabilmesi, millet normunun siyasal sadakat ve eylemin biricik kaynağını oluşturması halinde mümkündür (Smith 1994:223).
İster liberal, ister sosyalist olsun millî devlet vasfını kazanmış devletler 20.yüzyılın sonuna kendilerine bağlamaya çalıştıkları millî kimlikli bireylerle geldiler. 19.yüzyılın başından günümüze dek liberaller ile sosyalistlere hakim olan görüş millet olma konumunun aşılacağı yönündeydi. Ailenin, mahalliliğin, dinin ve milletin aşılacağı inancının dayandığı temellere geçmeden önce, bizi içinde yaşadığımız çağa getiren gelişme ve değişimleri ele almak gerekiyor.
Dünya, 1980’li yıllarda, daha önce düşünülmesi bile mümkün olmayan başdöndürücü bir değişim sürecine girmiştir. Böyle bir sav değişimi putlaştıranların baş tacı da olsa, değişimin hissedilirliği konusunda büyük bir anlaşmazlık yoktur. Çok yakın zamanlara kadar, insanlık tarihinin geçirdiği en önemli değişim ve dönüşüm süreci sanayi devrimi ve ertesindeki yapısal değişim gündeme getirilirdi. Çünkü sanayi devrimi öncesi ve sonrasındaki hayat biçimindeki değişim, insanlığın yaşadığı en köklü değişim süreci idi. Sanayi devrimi ile ortaya çıkan yeni teknolojiler, yeni bir üretim ortamı ve hayat biçimi yaratmıştı (Erkan 1993:3). Daniel Belle (Bkn. Dura 1990) son ikiyüzyıllık dönem içinde birbirini izleyen üç büyük teknolojik devrim yaşanmıştır.
Birinci teknolojik devrim, buhar makinesinin üretime uygulanması biçiminde tanımlanabilir. Burada sözü edilen birinci teknolojik devrimin belirleyici öğesi kullanılan enerji türüdür. Buhar enerjisiyle çalıştırılan su pompalarının kömür ocaklarındaki suları boşaltıp kömür çıkarmayı kolaylaştırmasından sonradır ki, demir-çelik üretimi devreye girmiş, metalden inşa edilen gemiler ve demiryolları sanayi devriminin motoru işlevini görmüştür.
İkinci teknolojik devrim ise 19.yüzyılın sonlarında elektrik enerjisinin kullanılması ile gerçekleşmiştir. Elektrik enerjisi ile üretime uygulanan güç olağanüstü boyutlarda artmış ve enerjiyi kolaylıkla nakletmek sanayileşmeyi yaygınlaştırıp hızlandırmıştır. Konut ve işyerinin birbirinden ayrılması, evden işe ve işten eve insan trafiğinin doğmasına neden olmuştur. Fabrikalara dayalı kitlesel üretim kent yapısını değiştirmiş; İktisadî kalkınma, sanayileşme ve kentleşmeden ayrılamaz hale gelmiş, insanlar akın akın büyük sanayi merkezlerine göç etmiştir (Erkan 1993:4; Serin 1992:34). Kapitalizmin giderek sanayi kapitalizmine dönüşmesine paralel olarak, nüfusun kırsal ortamdan kentsel ortama topluca göç etmesini gerektirmiştir. Britanya’da Manchester kenti, kentsel yayılmanın en çarpıcı örneklerinden birini oluşturur. 1717’de yaklaşık 10.000’i geçmeyen bir kasaba iken, 1851’e varmadan geniş bir bölgenin imalat ve ticaret odağı olarak 300.000 nüfusu barındırır hale gelmiştir (Giddens 1993:97). Batı Avrupa’da kentler, Kari Marx’ın proletarya diye nitelendirdiği küçük zanaat hayatından gelen, ücretlerinden başka geçim kaynağı olmayan ve zor şartlar altında yaşayan insan kitleleriyle dolmaya başlamıştır.
Üçüncü teknolojik devrim 1940’lı yılların sonunda transistörün icadı ile başlamış, entegre devreleri ile yarı iletken maddelerin bulunuşu bilgisayar çağını açmıştır. Birinci ve ikinci teknolojik devrimlerin belirleyici öğesi, üretimde kullanılan enerji türü ve özellikleri iken, üçüncü teknoloji devriminin belirleyici öğesi bilgi ve bilgiyi iletmek olmuştur (Şayian 1995: 110).
Bilginin işe uygulanışı verimliliği patlama denecek bir biçimde yükseltmiştir. Taylor’un bilgiyi işe uygulamaya başlamasından birkaç yıl sonra, verim yılda %3.5-4 hızıyla yükselmeye başlamıştır. Taylor’un iş analizini kullanan Amerika, niteliksiz işçileri kısa sürede nitelikli işçiler haline getirilebileceğini öğrendi. Niteliksiz işçilerin çoğu eskiden köylerde yarıcılık usulüyle tarım yapan insanlardı. Ama ülke, onları 60 ya da 90 günlük sürelerde kaynakçı ve gemi yapımcısı haline dönüştürmüştü. Birinci Dünya Savaşında, ama özellikle İkinci Dünya Savaşında Taylor’un yönetimini uygulayan Amerika Birleşik devletleri, birkaç ay içinde nitelikli elemanlar yetiştirmeye yöneldi. ABD’nin sonunda hem Japonya’yı, hem de Almanya’yı yenen bir savaş teknolojisini nasıl gerçekleştirdiğinin arkasında Taylor tipi eğitim yatmaktadır (Drucker 1993:59). Marx’ın proleter diye isimlendirdiği işçilerin ilk defa varlıklı orta sınıf haline gelmesi işte bu verimlilik devrimi ile gerçekleşmiştir.
Günümüzde sanayileşme sürecini tamamlamış addedilen ülkelerin içinde bulundukları yeni süreci tanımlama konusunda farklı vurgular yapılmaktadır. Yapılan vurguların tamamı, belli bir dönemin başladığına göndermelerde bulunuyor. Örneğin Fritz Machlup “bilgi ekonomisi”, Brzezinski “teknotronik çağ”, Ralf Dahrendorf “post-kapitalizm”, Amitai Etzioni “postmodern”, Daniell Bell “post, endüstriyel” ve Peter Drucker “ticaret-ötesi toplum” kavramlarını kullanarak, bu toplumsal dönüşümü anlatmaya çalışmaktadırlar (Erkan 1993;47). Bu düşüncelerden Daniel Bell, dünyada ilk defa ABD’de başlayan büyük değişimi şöyle somutlaştırmaktadır: XX. yüzyıla girerken ülkede on işçiden yedisi mal üretiminde; buna karşılık sadece üçü hizmetlerde istihdam ediliyordu. 1950’de bu oranlar, karşılıklı olarak, hemen hemen birbirine eşit duruma gelmişti. 1968’de ise, her on iş görenden altısı hizmetlerde çalışıyordu (Bkn. Duma 1990: 64).
Hizmet faaliyetlerinin ticaret, maliye, eğitim-öğretim, sağlık ve hükümet işleri başta olmak üzere, alabildiğine gelişmesi Amerika Birleşik Devletlerine “beyaz yakalı toplum” görünümü kazandırmıştır. Aktif nüfusun çoğunluğunu hizmet sektörüne kaydıran sanayi-sonrası toplu- munun tipik işgöreni, el işlerinden yani “mavi yakalı çalışanlar”dan ziyade, “beyaz yakalı çalışanlar” yani mühendisler, teknisyenler, araştırmacılar, idarecilerdir (Dura 1990:71). Artık toplumdaki ağırlık merkezi yeni değerleri ve beklentileri olan yeni bir gruba -bilgi işçisine- doğru kaymaktadır. Düne kadar bir süs olarak telakki edilen bilgi, bugün bir zorunluluk haline gelmiştir. Bilgiye dayalı işler giderek çoğalmaktadır. Bu yüzyılın sonundan önce bu yeni sınıf ABD’deki işgücünün üçte birini oluşturacaktır. Bu oran, imalat işçisinin en kalabalık olduğu dönemle mukayese edilebilir bir orandadır. Drucker’e (1994) göre bilgi işçilerinin egemen olduğu bir toplum, yeni bir sınıf çatışması tehlikesi içindedir. Bu çatışma güçlü bilgi işçilerinden oluşan azınlık ile toplumun hizmet sektöründe veya el emeğiyle çalışan çoğunluk arasında olacaktır. Bu durumda benzer bir çatışmanın ülkeler ve toplumlar arasında olması da kaçınılmaz görünmektedir. Artık fakir ülkelerden değil cahil ülkelerden bahsedilecektir. Aslında Drucker’in cahil olarak nitelendirdiği ülkeler, gelişmemiş veya kalkınmakta olan ülkelerden başkası değildir.
Başta sanayileşmelerini tamamlamış ülkelerin ve bu ülkelere yetişmeye çalışan diğer ülkelerin toplumsal bir dönüşümden geçtikleri savı. Marksizm’in bir ideoloji, komünizmin de bir sistem olarak çöküşünden sonra daha belirgin hale gelmiştir. Gerçekten 1848’den beri tarihe yön veren parametrelerden biri ortadan kalkmış gözükmektedir. Bu çerçevede batı ülkelerinde uygulanan liberal demokrasi ve kapitalizm insanın değişmez gerçeği olarak takdim edilmeye başlanmıştır. Liberalizmin evrensellik ve mutlaklık iddiası, Tarihin Sonuna (liberal demokrasi ve kapitalizme) ulaşmış olan toplumlara diğerleri üzerinde tasarruf hakkı vermektedir. Fukuyama’ya([2]) göre, Amerikan dış politikası batılı olmayan toplumlarda liberal demokrasileri yerleştirmeli ve sürece hizmet eden güçlere destek vermelidir. Türkiye’de pek yankı bulmayan, buna karşılık batılı ülkelerin akademik ve entellektüel çevrelerinde tartışma konusu olan bu yaklaşım devleti sadece düzeni koruyucu bir mekanizmaya indirgemekte, uygulama alanında devletin tüm ekonomik işlevlerini ve buna bağlı olarak kaçınılmaz bir biçimde, toplumsal işlevlerini de sıfırlamayı öngörmektedir. Yapılan tartışmalar sadece liberalizmin zaferi ve onun oluşturmaya çalıştığı yeni dünya düzeniyle ilgili değildir. Devlet ile ilgili paradigmanın temel öğelerinde de yepyeni tartışmalar gündeme gelmiş bulunmaktadır. Bunu kısaca devletin içerik tartışması olarak tanımlamak mümkündür (Şayian 1995:14). Bu tartışmalar aynı zamanda egemenlik tasarrufunu tamamen olmasa da elinde bulunduran millî devletleri yakından ilgilendirmektedir.
Millî devletlerin geleceği ile ilgili tartışmaların odak noktasında küreselleşme kavramı bulunur. Küreselleşme teorilerinin çıkış noktası dünyanın ekonomik, politik ve kültürel yönlerden tek bir toplum yapısına doğru gitmekte olduğu ve bu süreçte toplumların birbirlerine daha çok yakınlaştığı ve karşılıklı etkileşim içerisine girdiğidir (Sugur 1995:63). En yalın tanımıyla küreselleşme, sermayenin dolaşım döngüsünün artık tek tek ülkeler düzeyinde değil de, küresel düzeyde gerçekleşmesi anlamına gelir. Milletlerüstü bir nitelik kazanan sermaye, yer seçimi ve yatırım kararlarını verirken tüm dünya ölçeğinde düşünmeye, dünyayı tek bir mekan, tek bir yer olarak algılamaya başlamıştır (Işık 1995:99). Diğer bir deyişle küreselleşme sermayenin akışkanlığının ve milletlerarası sermayenin egemenliğinin artmasıdır. Akışkanlığı bir güç kaynağı olarak algılarsak, küreselleşme, milletlerarası sermaye fraksiyonun, daha az akışkan yerel sermaye ve daha da az akışkan emek ile millî düzeyde kalan devlet karşısında artan gücüdür (Çınar 1993:83). Milletlerarası şirketler, dünyanın her yanında, önceki dönemlerde faaliyet gösteren şirketlerinkinden çok daha geniş ekonomik etkinlikler içindedirler. Bunların gelirleri, bazı sanayileşmiş ülkelerin gayri- safı millî hasılası ile boy ölçüşecek hatta onu aşacak düzeydedir (Giddens 1993:148). Küresel iş dünyasında görülen diğer bir eğilim stratejik ittifaklardır. Mühendislikten üretime kadar her şeyi kapsayan ittifakların klasik bir örneği otomotiv sanayinde görülmektedir. Örneğin Chrysler Mitsubishi Motorsun yüzde yirmidördüne sahiptir. Mitsubishi ise Güney koreli Hyundai şirketinin ortaklarından biridir. Ford Mazda’nın yüzde yirmibeşine sahiptir ve Mazda Amerika’da Ford’a araba, Ford da Mazda’ya kamyon üretmektedir (Writson 1993:74). Milletlerarası ticaret deyimi artık yetersiz kalmaktadır. Geçmişte şirketler genellikle ürün ihraç ve ithal ederlerdi. Günümüzde artık bu kural değişmiştir. Dünya ticaretindeki büyük patlama sadece evrensel bir pazar yaratmakla kalmamış, dünya çapındaki bilgi ağı da emek bölünmesini tüm üretim ve pazarlama sürecinin her aşamasına yaymış, değişik ülkelerde katma değer elde edilmesini sağlamıştır. Bugün herhangi bir ürüne çeşitli ülkelerde katma değer eklenebilmektedir. Ne w York’ta lüks bir mağazada alınan bir elbise Kore’de dokunmuş, apresi Tayvan’da yapılmış, Hindistan’da biçilip dikilmiş bir kumaştan üretilmiş olabilir (Wriston 1993:15).
Görüldüğü gibi sermaye dünyayı tek bir pazar olarak bütünleştirme çabası içindedir. Küreselleşmenin ödünsüz ideolojisi pazarın özgürlüğüdür. Bütünleşmiş bir dünya pazarının oluşumu ve bu pazarın özgürce işlemesini önleyen engellerin kaldırılmasıyla dünyada yaşayan bütün insanlar için olumlu ve eşit sonuçlar sağlanacaktır tezi, en azından geçmişteki ikiyüzyıllık uygulama bunun böyle olmadığını, pazar yatay olarak genişleyip bütünleşirken hem bireyler ve ondan çok daha belirgin olarak toplumlar arasında dikey bir hiyerarşinin oluştuğunu göstermiş bulunmaktadır (Şayian 1995:139). Gelişmiş ülkelerle az gelişmiş ülkeler arasındaki çok büyük orandaki ekonomik eşitsizlik dünya haritası üzerindeki zengin Kuzey ile oldukça fakirleştirilmiş Güney’in karşılaştırılmasıyla kolayca görülebilir. Sanayileşmiş ülkelerin çoğu ekvatorun kuzeyinde yer alırken az gelişmiş ülkeler ekvator bölgesinde ya da güneyde dağılmışlardır (Giddens 1993:146). Birleşmiş Milletlerin 1992 “İnsanlık Gelişim Raporu”na göre 1960’h yıllarda zengin ülkeler yoksul ülkelerden 30 kat zenginken, 1990’larda 150 kata çıkmıştır. Dünyanın yoksul bölgelerinde var olma savaşı veren insanlar, kitle iletişim araçlarının gelişmesi nedeni ile dünya çapındaki bu eşitsizliğin giderek daha fazla farkına varmaktadırlar. Küresel jeopolitiğin dinamiği, politik olarak yeni uyanmış halkların kendi geleceği ve evrensel olarak kabul edilmiş adalet hakkındaki kuşkuları ve giderek belirginleşen özlemleri ile etkileşim halindedir. Bu gündem yalnızca yıldırıcı değildir, aynı zamanda günümüzün küresel düzensizliğinden kaynaklanan sorunlarının gelecek yüzyılın belirleyici çelişkileri olacağını da göstermektedir (Brzezinski 1994:224).
Dünya, 20. yüzyılın sonunda millî devletlerin varoluşu yönünden bir paradoks mu yaşıyor? Bu soruya evet cevabı vermek gerekiyor. Millî devletler, bir yandan sahip oldukları otoriteleri aşağı ve dışa doğru aktarıp tek güç olma mevkiini kaybederken, diğer yandan ortaya yeni yeni millî devletler çıkmaktadır. Otoritenin dışa doğru devredilmesi, milletlerarası kurum, kuruluş ve antlaşmaların sayısının ve rolünün artması anlamına gelmektedir. Hükümetlerin katılımıyla milletlerarası çapta kurulan örgütlerin sayısı 1951’de 123’den 1972’de 280’e ve 1984’te 365’e çıkarken, hükümetler dışı milletlerarası örgütlerin sayısı 1951’de 832’den 1972’de 2.173’e çıkmış ve son oniki yılda da iki kattan fazla artarak 4.165’e yükselmiştir (Hobsbawn 1993:213).
Millî devletlerin rızasına dayalı olarak özellikle ticari maksatlara yönelik bölgesel nitelikli devletlerüstü teşkilatlar da ortaya çıkmaktadır. Bölgeciliğe doğru gidişin, en bariz örneğini Avrupa Topluluğu teşkil eder. 1950 tarihli Avrupa Kömür ve Çelik Birliğinden sonra ilk olarak 1956 yılında 6 Batı Avrupalı devletin imzaladığı Roma Antlaşması’na dayalı olarak ortaya çıkan Avrupa Topluluğu başlangıçta tümüyle ekonomik bir örgüt olarak tasarlanmıştır; fakat zamanla daha çok siyasal işlevler üstlenmeye başlamıştır. Bir kere daha dünya ölçeğinde bir savaşı yaşamak istemeyen Avrupalı devlet adamları ve düşünürler, savaşın vurucu gücü olan demir ve çeliği kontrol altında bulundurmayı böyle bir örgütle sağlamayı planlamışlardı. Kendi içindeki sürtüşmelere son vermeyi amaçlayan bu teşkilatlanma aynı zamanda ekonomik bir güç mevkiine gelerek Amerika karşısında bir kutup oluşturma isteğini de taşıyordu. Şu anda Avrupa Topluluğu bir “süper devlet” konumunda değildir ama küresel liderlik için mücadele eden politika izlemektedir. Avrupa tıpkı Japonya gibi ekonomik ve mali alanda Amerika’yı geçecek potansiyele sahiptir. Avrupalıların tasarruf oranları tıpkı Japonlar gibi, Amerika’ya oranla hayli yüksektir. Avrupa’nın teknolojisi de kesinlikle Amerika ile rekabet edebilir bir düzeydedir. Avrupa milletleri, birleşik bir Avrupa’nın yalnız tahrip edici ve millî çelişkileri yok etmekle kalmayıp aynı zamanda dünya çapında bir süper güç de yaratacaklarının farkındadırlar. Avrupa’nın birleştirilmesi projesi yakın bir zamanda gerçekleşmeyecek ya da dağılmayacak gibi görünüyorsa da genel eğilim bu birleşmenin zaman zaman gerileyeceği ve oldukça güç gerçekleşeceğidir. Böyle iddialı bir teşhiste bulunmak için birçok neden vardır. İlk neden, samimi bir birleşmeye engel olan iç ve dış engellerin varlığıdır. İkincisi, güvenlik açısından Avrupa’nın kültürel ve siyasal sınırlarının nerede son bulduğudur. Üçüncüsü ise, Avrupa’nın önemli bazı ülkelerindeki birleşmeye karşı düşünsel muhalefettir (Brzezinski 1994:151). Avrupa Topluluğunu oluşturan devletlerin bireylerinde yeni bir aidiyet duygusunun mevcut olmayışı bir iç engel olarak telakki edilmektedir.
Büyük bir kıta üzerinde millî devlete ve millete bağlılık sağlayan duyguların yerine geçebilecek bir topluluk ruhunun, yeni tür bir Avrupalılık bilincinin eksikliğini hissedenler, bu konuda önlem alınmasını istiyorlar (Faber 1994:35). Topluluk ruhunun ya da Avrupalılık bilincinin Ortodoks ve İslam dünyasını dışlayabilme ihtimalini de gözden uzak tutmamak gerekiyor. Gerçekten Batı’nın yerleşik politikasında ve medyasında, Batılılık/Avrupalılık ekseninde bir biz-onlar ayrımını gözlemek mümkündür. Gittikçe netleşen bu ayrım Avrupalı değerlere dayandırılmak isteniyor. Avrupalı değerlerden yoksunluk veya uzaklık, “Avrupalı olmayan”ın tanımını oluşturuyor. Bu kültürel kodlar ve bu ayrım, bir netleşmenin ötesinde, “bütünsel Avrupa millî devleti”nden, “Avrupa milleti”nin milliyetçiliğinden söz edebileceğimiz bir bağlam içinde anlam kazanıyor (Bora 1992:20). Böyle bir eğilimi Smith’de de görmek mümkündür. Smith’e (1994:267) göre Avrupa milleti özlemi, çeşitli zamanlarda ve kıtanın çeşitli yerlerinde ortaya çıkmış Roma Hukuku mirası, Yahu- di-Hıristiyan etiği, Rönesans ve bireycilik, Aydınlanma rasyonalizmi ve bilim, sanatsal klasizm ve romantizm gibi örüntülerin oluşturduğu ortak bir Avrupa kültür mirası temelinde, bu ortak mirastan Avrupalı ortak mitler, semboller, değerler ve anılar oluşturmaya yetenekli bir pan-Avrupa milliyetçi hareketi tarafından kurulacaktır.
Küreselleşme adını verdiğimiz ilişkiler sadece sermaye dolaşımının yeniden yapılanması ile kısıtlı değildir. Küreselleşme, öncelikle zaman ve uzaklık kavramlarının yeniden düzenlenmesi ve bu kavramlara yeni içerik kazandırılması anlamına gelir. “Zaman-mekan boyutlarının küçülmesi” kavramını anlayabilmek için, mesela 1780’de Edinburg ile Londra arasında atlı araba ile yapılan normal bir seyahatin süresi ile 1980’de uçakla yapılan aynı seyahatin süresini karşılaştırmak yeterlidir. Böyle bir hesap iki kentin yüzde 2000’lik bir oranla birbirine yaklaşmış olduğunu gösteriyor. Zaman ve mekanın iç içe girmesi 18.yüzyılın ortalarından daha geriye gitmez. Gündelik hayatımızdaki belirli yer ve zamana bağlı davranışlar ile kilometrelerce ötede meydana gelen olaylar arasında mevcut bağlantılardan başka hiçbir çağımızı daha iyi nitelendiremez (Giddens 1993:136-137).
Zaman ve mekân insan varlığı için temel kategorilerdir. Mekânın önemi tüm sosyal hayatın yaşandığı alan olmasından kaynaklanmaktadır. Demiryolu ağının genişlemesi, telgraf ve buhar makinesinin icadı, radyo iletişimi, bisiklet ve otomobilin yaygınlaşması zaman ve mekan kavramını radikal bir biçimde değiştirmiştir. Örneğin Eyfel Kulesi’nden gönderilen radyo sinyali tüm dünyayı aynı zamansal düzlemde imişçesine sararak küçültmüştür (Aslanoğlu 1995:92).
Özellikle elektronik teknolojisinde ortaya çıkan büyük yenilikler hem kişilerarası haberleşme araçlarını hem de toplumlararası haberleşmeyi sağlayan kitle iletişim araçlarını son derece geliştirmiştir. Kitle iletişim araçlarının 20.yüzyılda nitelik ve niceliğinde meydana gelen değişmelere göz attığımızda, küreselleşmenin boyutlarını daha açık görebilmekteyiz. 1950’li yıllarda Brezilya’daki Citibank merkezinden New York’taki dünya merkezine telefon bağlantısı yapmak birkaç gün sürmekteydi. Bugün dünyada saatte 100 milyon telefon konuşması yapılmaktadır. 2000 yılında bu sayının üç katına çıkması beklenmektedir (Writson 1994:40).
Bilgi devriminin “bilgi teknolojileri” tarafından meydana getirilen değişimler dizisi olduğu düşüncesi genelde doğrudur. . Bunların birincisi bilgiyi iletmede kullanılan modern iletişim teknolojisi, diğeri bilgiyi işleyecek olan modern bilgisayar sistemleridir. Bu iki teknolojinin evliliği şimdi artık tamamlanmıştır (Writson 1994:9).
1946’da elektronik bilgisayarın hemen icadından sonra, hesaplama ve iletişim teknolojilerinde hızlı bir ilerleme kaydedilmiştir. Merkezi bilgisayarlardan, masa ve dizüstü bilgisayarların ardından belki cüzdanlarımıza ve ceplerimize sığabilecek küçüklükteki bilgisayarlarla günün 24 saatinde ses, veri, görüntülü mesaj alıp verebilecek bir noktaya doğru hızla ilerlemekteyiz (Naisbitt 1994:38). Bilgisayar çevrimlerini birbirine bağlayan internet aracılığıyla bugün milyonlarca insan üniversite arşivlerine, kütüphane kitap listelerine, istatistiklere, gazete ve dergi arşivlerine ve milletlerarası forumlara ulaşabilmektedir.
Yeni evrensel iletişim radikal bir yeniliktir. Bu yeni iletişim sistemi para ve hisse senedi ve mühendislik tasarımı gibi kolayca sayısal hale getirilebilen olgularda evrensel bir pazarı daha şimdiden oluşturmuştur. Ancak, yeni evrensel iletişim sisteminin iletişim ortamındaki diğer ilerlemelerle birleştirilmesi, sadece ekonomik ürünler ve hizmetlerde değil, kültür ve eğlence, moda hatta devlet yönetimi alanlarında da bir dünya pazarı oluşturmaktadır (Writson 1994:41). Artık dünyanın hiçbir yeri başka bir yere uzak ve yabancı değildir. Son derece gelişmiş ve önemli ölçekte merkezileşmiş iletişim ağları her yere, her topluma ve her insana ulaşmaktadır. Böylece etkin ve merkezileşmiş iletişim ağları ile en azından ortak tüketim ve eğlence normları oluşmaya başlamıştır (Şayian 1995:101).
Batının siyasal, ideolojik ve ekonomik seçkin sınıfları, denetiminde tuttukları iletişim sektörünü, kendilerini dorukta tutan ürünlerin, değerlerin, davranışların ve kültürlerin dünya çapında yaygınlaştırılması için kullanmaktadır (Dura 1994:5). Dünya ölçeğinde ve sosyolojik olarak bakıldığında denebilir ki bilgi sektörü kültür ticareti yapar. Bu ticaretin konusu; haberler, basılı yayınlar, çizgi romanlar, radyo programları, müzik yayınları, filmler, televizyon dizileri ve programları, oyunlar bilgisayar programları, uydu yayıncılığı… olabilir. Milletlerarası kültür ticareti tek yönlüdür. Kronolojik zaman bakımından aynı zaman dilimi içinde yaşayan toplumlar, sosyolojik zaman bakımından aynı zaman diliminde yaşamazlar. Kronolojik ve sosyolojik zamanın aynı olduğu Batı ülkeleri; sosyolojik zamanın kronolojik zamandan geri kaldığı diğer ülkelere kendi düşüncelerini, zevklerini, tercihlerini, inançlarını, davranış biçimlerini, kısacası kültürlerini satarlar (Dura 1994:6). Bu kültür büyük bir çoğunlukla Amerikan kültürüdür. Amerika artık beğenilerin, kızgınlıkların, taklit edilmenin -ve hepsinden dramatik olarak- diğer toplumların kültürleri üzerinde ciddi etkiler yaratan bir güç merkezi olmuştur. Günümüzde dünyada seyredilen filmlerin yüzde ellisi Amerikan kaynaklıdır. Dünyaya ihraç edilen televizyon programları konusunda hiçbir ülke Amerika ile rekabet bile edememektedir. Bu nedenle dünyadaki bütün kıtalar, Amerikan televizyon yapımlarının ortaya çıkardığı görüntü ve değerlerden etkilenmektedir (Brzezinski 1994:104). Bilgi sektörünün egemen dili İngilizce giderek evrenselleşmededir. Günümüzde bir milyardan fazla insan İngilizce konuşmaktadır. Dünyadaki tüm radyo yayınlarının yüzde 60’ı, tüm milletlerarası görüşmelerin yüzde 85’i İngilizce yapılmakta, mektupların yüzde 70’i İngilizce yazılmaktadır. Küresel güçler evrenselleştirilen İngilizceyle dünyaya hem bilgi hem de kültür satmaktadırlar (Naisbitt 1994:15).
Küresel güçlerin bilgi sektörü aracılığıyla aktardıkları bilgi, haber, film ve yayınlar bir hayat biçimi anlamına gelse de, aslında iletişimin içeriğini dolduran mesajın alıcı tarafından nasıl algılandığı önem taşımaktadır. Göndericinin mesajına uygun bir algılama gerçekleşiyorsa, alıcının düşünce yapısı bundan etkilenecektir. Eğer bir ülkede halk- devlet-bilim bütünleşmesi varsa, alıcılar bu mesajların olumlu yönlerini kabullenir, olumsuz yönlerini tasfiye eder. Demek ki küresel güçlerin kültür egemenliğinin asıl suçlusu sadece bu güçler değil, zihin ve çalışma gevşekliği nedeniyle işin kolayına giden, bu etkiyi bütünüyle hemen kabullenen diğer insanlar ve milletlerdir (Dura 1994:5). Bilgi sektörünün bu yönü özellikle televizyon haberciliğinde bir diplomasi silahı haline gelmiştir, ülkelerin millî ve milletlerarası gündemleri giderek hükümetlerin icra planına göre değil, medya tarafından belirlenmektedir. Bireysel ve toplumsal bilinçler medya tarafından adeta bombardımana tabi tutulmaktadır. Bilginin yönlendirilmesinin -kimin neyi, ne zaman, ne kadar öğreneceğinin- kontrolünü elinde bulunduran güçlerin ülkelerin iç ve dış politikalarını manipule etme imkanını kullanabildikleri rahatlıkla söylenebilir (üsluata 1994:72).
Halen yaşanmakta olan çağın topluca millî devletlerin tasfiye çağı olup olmadığı tartışmaya açıktır. Siyasal ve ekonomik yaptırım gücünü elinde bulunduran küresel güç Amerika’nın egemenliği millî devletlerin temelini aşındırmaktadır. Buna karşılık dünyada milletin ve milliyetçiliğin aşıldığını ve bunların yerine yeni oluşumların tamamiyle ikame edildiğini kanıtlamak şu anda mümkün görünmemektedir. Gerçi zengin ve gelişmiş ülkelerde millî devletin aşılmaya çalışıldığını gösteren kapsamlı bütünleşme deneyleri, bizim elimize millî devletlerin tamamen yok olacağı kanıtını vermemelidir, üzün vadede siyasi bir birliğe gitme isteği gösteren Avrupa Topluluğunun düşünce adamları, Avrupa kıtasında yaşayan insanların Avrupalılık kimliğiyle bütünleştirilmeleri gereğini savunmaktadırlar. Pan-milliyetçilik olarak nitelendirebileceğimiz bu isteğin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini zaman bize gönderecektir. Bu istek gerçekleştiği taktirde, doğu bloku ülkelerinin de katılacağını varsayarsak, 450 milyona yaklaşan nüfusuyla, Avrupalılık bilincine dayalı iktisaden güçlü bir Avrupa Birleşik Devletinin karşımıza süper nasyonal bir devlet biçimiyle çıkma ihtimali mevcuttur.
Millî devletlerin yok olacağı savını, dünyanın değişik bölge ve yörelerindeki ideolojik temelli milliyetçilik hareketlerinin yaygınlığı ve etkinliği tekzip etmektedir. Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra milliyetçilik hareketlerinde gözlenen bu yükselişin küresel güçlerin tahrikleri ölçüsünde devamlılık göstereceği söylenebilir. Dünyada 4000 ile 5000 arasında dilin konuşulduğunu ve dünyanın 1000 ülkeye göre düzenlenmesini savunan Amerikalı yazar Naisbitt’in (1994:24) şu önerisi küresel bir güç olan Amerika’nın dünyadaki ayrılıkçı milliyetçi hareketleri desteklemekten kolayca vazgeçmeyeceğini göstermektedir:
“Yapay olarak bir araya getirilmiş ülkelerin millî veya kabilesel varlıklara bölünmesi, şirketlerin bölünmesi kadar yararlı(dır). Bu mükerrerliği ve savurganlığı önlüyor, bürokrasiyi azaltıyor, motivasyonu teşvik ediyor… Eğer dünyayı tek pazarlı bir dünya haline getireceksek, parçaları küçük olmalı(dır).”
Küreselleşmenin tüm avantajlarını en geniş bir biçimde kullanabilen Amerika Birleşik devletlerinin millî devlet olma vasfını bırakmaya hiç niyetli olmadığı söylenebilir. ABD, İkinci Dünya Savaşından sonra milletlerarası ilişkilerdeki gerginliklerin yakından takip edilebilmesi, için millî güvenlik etüdlerine olağanüstü önem vermişti. ABD günümüzde de bu duyarlılığından vazgeçmiş değildir. Körfez Savaşı bu tür edütlerin değerlendirilmesi sonucunda gerçekleştirilmiştir. Kıtalar arasında askeri gücünü hareket ettirebilme imkanlarına sahip olan ABD’nin, bir kere daha böyle bir girişimi dünyanın hangi bölgesinde yapıp yapmayacağını kestirmek zor görünse de, artık savaşın ticaret aracılığıyla yürütülmesinin daha akıllıca bir yöntem olduğu birçok yazar ve araştırmacı tarafından kabul görmektedir. Soğuk Harbin sona ermesinden sonra birçok yazar, askeri rekabet ve silah yarışlarının yerini şimdi ekonomik rekabet, teknoloji yarışları ve çeşitli şekillerde tezahür eden ticari savaşın aldığını öne sürmüştür. Bu savaşın adı, neomerkantilist bir dünya düzenini egemen kılmadır (Kennedy 1995:164).
Millî devletlerin aşındığını ve giderek yok olacağını savunan görüşün, şu andaki dünya gerçekleriyle tutarlı olmadığı da söylenebilir. Düşüncelerinde küreselleşmeyi temel hareket noktası olarak alanlar, dünyanın küresel sermaye ve ideoloji doğrultusunda tek kutuplu ya da ku- tupsuz bir dünyaya doğru gittiğini iddia etmektedirler. Bir kere Çin, Vietnam, Hindistan gibi milletlerarası bütünleşme sürecinin henüz başlangıç aşamalarında bulunan ülkeler vardır ve bunlar ayrı birer kutup oluştururlar. Bu ülkeler içinde Çin’in -günümüzde dünya standartlarına göre yoksul bir ülke sayılsa bile- 1980’li yıllarda gayrisafı millî hasılası yüzde on civarında büyümüştür. Bu, daha önce, Japonya ve Tayvan’ın eriştiği hıza eşittir. Belirtiler 2010 yılında Çin’in ABD, Avrupa ve Japonya’dan sonra dünyanın dördüncü ekonomik gücü olacağını gösteriyor. Ekonomik anlamda güçlü ve politik anlamda kendine yeterli bir Çin’in oluşumu, millî devletler çağının sona erdiği savını tekzip etmeye yeterli görünmektedir.
Devletin bağımsızlığı ve işlevleri milletlerarası gelişmelerin etkisiyle aşınmaya uğrasa bile, küreselleşme ideolojisinin bizatihi kendisi parçalara bölünmüş bir dünyayı arzulamakta ve zayıf halkalardan oluşan millî devletlerin kuruluşunu teşvik etmektedir. Küreselleşmenin ağır baskısı altında aşınmaya razı olacaklar veya Avrupa Topluluğunun yaptığı gibi bölgesel güç olma avantajlarını sonuna kadar kullanmanın yollarını arayacaklar.
______________________
[1] Osmanlı Türkçesinde millet sözcüğü günümüzdeki anlamının dışında kullanılırdı. Kâmûs-ı Türkı’ye göre millet bir dine bağlı çeşitli ırk ue dile mensup toplulukların ortak adıdır: İslâm milleti gibi. Osmanlı devletinde müslümanlar “egemen milleti (millet-i hâkime), diğerleri ise, egemenlik altındaki toplulukları (millet-i mahkûme) meydana getirir (Eryılmaz 1992:12). Ziya Gökalp ile birlikte millet sözcüğüne verilen anlam Batı dillerindeki kullanıma yaklaşmıştır: “Millet, dilce, dince, ahlâkça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir topluluktur (Gökalp 1972:22).
[2] Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu ve Son İnsan” adlı eseri, Zülfü Dicleli tarafından (tarihsiz) çevrilmiştir.
KAYNAKÇA
Anderson Benedict, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, İstanbul 1993.
Aslanoğlu A. Rana, “Kaos Teorisi, Postmodern Durum ve Kent”, Birikim, 68-69, Aralık 1994 Ocak 1995.
Bora Tanıl, “Milliyetçilik: Mikro mu, Makro mu?” Birikim, 45-46, Ocak— Şubat 1992.
Brzezinski Zbigniew, Kontrolden Çıkmış Dünya, Türkiye İş Bankası Yayınlan, Ankara 1994.
Çınar Menderes, “Küresel Devlet ve ülus-devlet üzerine Etkileri”, Toplum ve Bilim, 62, İstanbul, 1993.
Drucker F. Peter, Kapitalist Ötesi Toplum, İstanbul 1993.
Drucker F. Peter, “Toplumsal Dönüşüm Çağı”, Yeni Yüzyıl Gazetesi, 18 Aralık 1994.
Dura Cihan, Bilgi Toplumu, Kültür Bakanlığı, Ankara 1990.
Dura Cihan, “Medya ve İnsan”, Türk Yurdu Dergisi, 82, 1994.
Erkan Hüsnü, Bilgi Toplumu ve Ekonomik Gelişme, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1993.
Eryılmaz Bilal, Osmanlı Devletinde Millet Sistemi, İstanbul 1992.
Faber Jan Mient, Milliyetçilik ve Avrupa Bütünleşmesi, “Sivil Toplum, Avrupa Kurumlan ve Avrupa Bütünleşmesi, İstanbul 1994.
Fukuyama Francis, Tarihin Sonu ve Son İnsan, Simavi Yayınları, İstanbul tarihsiz.
Gellner Ernst, Clluslar ve Ulusçuluk, İstanbul 1992.
Giddens Anthony, Sosyoloji, İstanbul 1993.
Gökalp Ziya, Türkçülüğün Esasları, İstanbul 1972.
Hobsbawn E.J., 1780’den Günümüzde Milletler ve Milliyetçilik, İstanbul, 1993.
Işık Oğuz, “Mekanın Politikleşmesi, Politikanın Mekansallaşması”, Toplum ve Bilim, 63 1994.
Işık Oğuz, “Globalleşme Süreci ve Kentin/Kentliliğin Değişen Anlamları”, Birikim, 68-69, Aralık 1994 Ocak 1995.
Kennedy Paul, Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ank. 1990.
Kennedy Paul, Yirmibirinci Yüzyıla Hazırlanırken, Türkiye İş Bankası Yayınları, ank. 1995.
Millas H., “Cliusçuluk ve Yunanistan Örneği”, Marksizm ve Gelecek, 2, 1994.
Naisbitt John, Global Paradoks, İstanbul 1994.
Serin Vildan, “Bilgi Toplumuyla Kalkınmada İnsan Unsurunun Değişen ve Artan Önemi”, Kubbealtı, 2, 1992.
Smith Anthony, Millî Kimlik, İstanbul 1994.
Sugur Nadir, “Küreselleşme Üzerine”, Birikim, 73, 1995.
Şayian Gencay, Değişim Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, Ankara, 1995.
Usluata Ayşe, İletişim, İstanbul 1994.
Wriston B. Walter, Ulusal Egemenliğin Sonu, İstanbul 1994.
KAYNAK: Milliyetçilik ve Milliyetçilik Tarihî Araştırmaları V. İlmî Kongresi
Tarih Boyunca Anadolu’da Türk Nüfus ve Kültür Yapısı (TEBLİĞLER)
Yayına Hazırlayan YÜCEL HACALOĞLU
26-27 Mayıs 1995 Başkent Öğretmenevi – ANKARA
Türk Yurdu Yayınları Nu: 29
ISBN: 975-7841-17-X ANKARA – Ekim 1995 Birinci Baskı