Yusuf ÇETİNDAĞ: Ali Şîr Nevâî ve Türk Şiir Dili
XV. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran büyük Türk şâiri Ali Şîr Nevâî (1441-1501), Türk dili ve şiirinin gelişiminde çok önemli bir yere sahiptir. Türkçe’nin yeni bir “şiir dili” oluşturmak yolunda, doğum sancıları çektiği bir dönemde o, kaleme aldığı manzum ve mensur eserleriyle edebî dile büyük katkılar sağlar. Zira Nevâî’ye kadar Orta Asya’da henüz bir şiir dili teşekkül etmemiş ve büyük denecek çapta şâir yetişmemişti. Bu anlamda Nevâî, İslâm ve İran kültürü tesirinde gelişen Klasik şiir geleneğini, Türkçe ile ifade etmek suretiyle, Türk dili ve şiirinin oluşumunda ve olgunlaşmasında büyük bir rol oynamıştır. Nevâî gibi her yönden takdir toplayan bir şâirin, henüz işlenmemiş bir dili kullanarak, çok kısa bir sürede, İran şâirleriyle boy ölçüşecek derecede mükemmel şiirler söylemesi, Türkçe’nin gündeme gelmesine ve özellikle de Farsça şiir söyleyen Türk gençlerinin kendi dillerini fark etmesine sebep olmuştur.
Ali Nihat Tarlan, Nevâî’nin Çağatay Türkçesi’ni tercih etmesinin büyük bir cesaret işi olduğunu ve bu tercihin ne anlama geldiğini şu ifadelerle anlatır: “Nevâî Türkçe şiir yazmayı Farsça’dan daha güç addediyor. Çünkü Türkçe’nin incelikleri daha çok, çünkü İran edebiyatı büyük tekâmülünü geçirip, klasik devrini Nevâî’nin dostu ve mürşidi Câmî ile kapamak üzere. Yani İran dili işlenmiş. Devir, edebiyatın pek büyük bir rağbete mazhar olduğu devir. Her mecliste şiirler okunuyor, nükteler sarf ediliyor, muammâlar söyleniyor. Rağbette olan şekil de gazel ve mesnevi şekilleri. Türkçe şiir işlenmemiş. O zamana kadar Türkçe yazan şâirler az. Binaenaleyh bu saha bâkir. Nevâî’nin tabiatı ise orijinaliteye düşkün ve kendi kuvvetine emin. Türk dilinde vücûda gelecek şiiri düşündükçe heyecan içinde kalıyor. Bu vecd, onun gözünün önünde on sekiz bin âlemden daha geniş bir âlem açıyor. Lâkin o âleme kimse ayak basmamış. Çünkü bu hazinenin ejderleri pek yırtıcı, gülleri sayısız dikenle örtülü. Başkalarını korkutup kaçıran bu vahşet onu ürkütmüyor. Uğraşıyor, çalışıyor ve dört büyük divanını vücûda getiriyor. Nevâî’nin eserlerinde İran edebiyatından gelme mazmunlar, ekseriyetle bulunduğu gibi Türk dilinin hususiyetleri ve kendi ruhunun orijinalitesi yer yer göze çarpar.” Denilebilir ki Nevâî’nin bir şâir olarak en büyük hedefi, o zamanki Türk şâirlerinin de hayran olduğu İran edebiyatını benimseyip, Türk ruhuna uygun bir şekle sokarak, Türkçe’yi yüksek bir sanat dili haline getirmek ve bu dilde seviyeli sanat eserlerini kaleme almaktır.
Bu hareket zamanın Türk şâirlerini de cesaretlendirmiş ve yavaş yavaş Türkler arasında, Farsça yerine, Türkçe kullanılmaya başlanmıştır. Kendisinin de birçok yerde yakındığı gibi, zamanın gençleri şiir dili olarak Farsça’yı tercih ediyorlardı. Nevâî, Türk gençlerinin bu tutumundan rahatsızlığını ifade etmekle yetinmemiş, aynı zamanda, çok iyi Farsça şiir yazabilmesine ve bu dilde bir de divan oluşturmasına rağmen, Türkçe ile dört cilt dolusu şiir yazarak gençleri cesaretlendirmişti. Başta Câmî (ö.1496) ve Devletşâh (ö.1490) olmak üzere, birçok eleştirmen onun bu yönünü özellikle vurgulamış ve her fırsatta Türkçe şiirlerinin mükemmelliğine dikkat çekmişlerdir.
Ali Şîr Nevâî, gerçekleştirdiği bu büyük atılımla, sadece Çağatay edebiyatının değil, bütün Türk edebiyatının önde gelen şâiri haline geldi. “Onun eserleri Türk dünyasının her tarafında, Anadolu ve Rumeli’de İran’da, Irak’da, Kırım’da, Volga boylarında, Türkmenler arasında, hatta Hindistan’daki Türk saraylarında okunmaya başlandı.” Nevâî bütün bu ülkelerde okunup beğenildiğini hayattayken görme mutluluğuna eren ender şahsiyetlerdendir.
Fuat Köprülü, Nevâî’nin Türkçe’ye yaptığı katkıyı: “O, galiba Türk ruhunun ve Türk dilinin Fars ruhuna ve Fars diline karşı âdeta bir inkılap yapmak istediği bir devirde yetiştiği için bu müphem temayülü şuurlaştırarak, Türk dilinin Farsça’ya fâik olduğunu iddia etmek cesaretinde bulundu.” ifadeleriyle dile getirir.
İşte Nevâî’nin gerçekleştirmiş olduğu bu “inkılap” sayesinde Çağatayca, “Nevâî Dili” olarak da anılmaya başlanır. “Eserleri, Türkistan’dan başka zerî ve Anadolu sahasında da okunan Ali Şîr Nevâî’yi Osmanlı şâirleri üstat tanımışlar, şiirlerine XV. Yüzyıldan bu yana çeşitli nazireler yazmışlardır. Ali Şîr, divan şiirine Türk hayatından gelen millî ve mahallî unsurlar da kazandırmıştır.”
Çok iyi bilineceği üzere bir edebiyat dili ortaya koymak için büyük bir sanatkâr olmak gerekir. Ali Şîr Nevâî, işte böyle yaratılışta bir kişiydi. Çok iyi ve muntazam bir tahsil gören, Fars edebiyatını mükemmel bilen şâirin en büyük gayesi, Farsça ve Fars edebiyatı ile boy ölçüşebilecek bir yazı dili ve edebiyat meydana getirmekti. Bütün hayatını bu güzel maksada hasretmiş ve başarıya ulaşmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Nevâî’ye gelinceye kadar Doğu Türkçesi’nin büyük bir edebiyatı yoktu. Bu yokluğun sebebi, kudretli sanatkârların bulunmayışından ziyade, Türklerin kendi dillerine ehemmiyet vermeyişleri, Türkçe ile gerçek bir edebiyat oluşturmak hevesinin ve cesaretinin doğmamış olmasıdır.”
Nevâî’nin bu noktada başarısını daha iyi anlayabilmek için İran Dili ve Edebiyatının geldiği seviyeyi iyi tetkik etmek gerekecektir. “Yüzyıllar boyunca gelişmiş ve söz sanatında şöhretli adlar yaratmış bulunan, münakaşa götürmez bir otoriteye sahip ve taklit bakımından erişilmez bir numune teşkil eden İran edebiyatının hâkim olduğu devirde büyük şâir ve hakîm üstat Nevâî, kendi millî edebiyatının temelini esaslı bir şekilde kurmayı ömrünün başlıca hizmeti telakkî etmiş; bu muvaffakiyeti çağdaşları tarafından da tasdik edilmiştir.”
Nevâî’nin belki de en büyük hususiyeti, bilhassa dil bakımından, milliyetçiliğidir. İslâm ve İran fikriyatı Nevâî’nin ruhunda büyük bir yer tutmuş olmakla beraber, o kendi milletini ve dilini aşk mesabesinde sevmiş, bütün varlığıyla kendini Türk şiirine vermiş ve bu itibarla tarihte oynadığı müstesna rolün şuuruna ermiştir. O, Lisanu’t-Tayr’da: “Cihanda Türk edebiyatı bayrağını kaldırmakla Türkleri tek bir millet, tek bir câmia haline sokmuş olduğunu” söyleyerek iftihar eder. Ferhad u Şirin’de ise “Hiçbir ordusu olmadığı halde ve her tarafa yalnız divanının nüshalarını göndermek ile Çin hududundan Tebriz’e kadar, bütün Türk, hatta Türkmen illerini fethedebildiğini” kaydeder. Sedd-i İskender’de gaybdan bir sesin ona “Sen kılıçsız, yalnız kalemin ile Türk ülkelerini, Türk milletinin kalbini fethedeceksin; onları bir tek millet yapacaksın, Türk iklimleri sana aittir, sen bu milletin sâhib-kıranısın” dediğini hatırlatır.
“Nevâî’nin bu gayretleri sonunda Doğu Türkçesi, mükemmel bir edebiyat dili haline gelmiştir. Klasik Çağatay edebî Türkçesini tesis etmek şerefi Nevâî’ye aittir. Nevâî bu edebî dili meydana getirirken yaşayan halk lehçelerini işlemiş, bilhassa Endican ağzından faydalanmıştır. Daha önceki yazı dilini, Harezm ve Karahanlı Türkçesi ile Uygurca’yı da göz önünde tuttuğu muhakkaktır. Çağatayca böylece Nevâî’den önceki an’anevi yazı dili ile yaşayan halk dilinin birleşmesinden doğmuştur.”
“Türk dilini, Orta Asya fikir yaşantısı ilkesine kadar yükselten Mir Ali Şîr Nevâî’nin Nizamî, Husrev-i Dihlevî ve Câmî’nin Fars dilli saç ayağına, öz Türk dilli “Hamse”sini oturtuşu, şüphesiz, Nevâî için büyük bir millî edebiyat yatırımı olmuştur. İki yılı aşkın kısa bir zaman diliminde “cevap” olarak Nevâî tarafından kaleme alınmış olan “Hamse”, işlenmiş olan Türk dili için yeni bir dönem başlatmıştır.”
Nevâî’nin Türk Dili ve Şiirine Bakışı:
Nevâî, kaleme aldığı eserlerinde, samimî bir edayla, kendi şiir serüveni hakkında önemli bilgiler verir. Bu eserlere dikkatlice bakıldığında bir taraftan onun şiire olan merakı, şiire başlaması, değişik nazım şekilleri hakkındaki düşünceleri, şiirde söz-mânâ ilişkisi gibi kişisel ve poetik bilgilere ulaşılırken; diğer taraftan onun şiir yazarken hedeflediği yüce idealini, diğer şairler hakkındaki görüşlerini bulmak mümkündür. Şimdi eserlerinden hareketle bu konulara kısaca değinelim:
Nevâî, “Lisânu’t-Tayr” isimli eserinde Türk memleketlerini yazdığı dört divan, beş mesnevi ve düzyazılarla fethettiğini dile getirir. Bu bölümden anlaşıldığı kadarıyla Nevâî, daha hayattayken çevresi tarafından başarıları takdir edilen bir şairdir. O, Türkçe’yi Şiir dili haline getirdiğini ve bütün Türk illerini bir kalem altına topladığını söylemek suretiyle idealini de ortaya koymuştur:
Türk nazmıda çü min tartıp â’lem
Eyledim ol memleketni yek-kalem
(Türk şiirinde ben bayrak açıp, o memleketleri tek kalem eyledim.)
Tört dîvân birle nazm-ı Penç Genc
Dest birdi çikmeyin endûh u renc
(Dört divan ile Beş mesnevi el verdi, bundan sonra sıkıntı ve eziyet çekmeyin.)
Nazm nesrim kâtib-i tahmîn-şinâs
Yazsa yüz ming beyt iter irdi kıyâs
(Düzyazı ve nesrimi bilenlerin tahminine göre, hepsi yazılsa yüz bin beyit ederdi.)
(3550-3557)
Sedd-i İskenderî isimli mesnevisinde ise Nevâî, eserleriyle elde ettiği başarıyı anlatırken, hakan ve asker benzetmesini yapar. Nevâî’nin kurgulamasına göre kendisi İskender gibi büyük bir Hakan, eserleri de askerleridir. Bu büyük hakanla askerler İskender’in bile fethedemediği ülkeleri fethetmeyi başarır:
Bilig tahtı üzre çıkıp olturay
Hayâl ilçisin her taraf çapturay
(Bilgi tahtı üzerine çıkıp oturdum, hayal elçisini her tarafa gönderdim.)
Nümûdâr-ı resmi riyâset kılıp
İbâ eylegenge siyâset kılıp
(Hakanlığımı herkese ilan ettim, razı olmayanlara cezasını verdim.)
Me’ânî sipâhını cân mülkidin
Ni cân mülkidin lâ-mekân mülkidin
(Maânî askerlerini can ülkesinden, ne cân ülkesi belki mekânsızlık ülkesinden;)
Yasak birle yitkürmeyin fevc fevc
Ki tutsun çirigni hazîz velî evc
(Hazırlayarak kafile kafile gönderdim ki askerini yer, belki gök tutsun.)
…
Memâlik ki tab’ eylemiş irdi feth
Ol iklîm kim bolmamış irdi feth
(Ülkeler ki şâirlik tabiatı feth etmişti, onlar daha önce feth edilmemişti.)
Ni iklîm bel kim cihân kişveri
Ki tapmış idi feth-i İskenderî
(Ne ülke belki cihân ülkesi, İskender’in fethi ile bulunmuştu.)
…
Niçük kim Sikender kizip huşk u ter
Musahhar kılay nazm ile bahr u ber
(Nasıl ki İskender yaş kuru gezmişti, ben de şiirle karayı ve denizi emir altına aldım.)
Ki ya’nî çikip hâme-i hoş-hırâm
Sikender işige kılay ihtimâm
(Ki yâni hoş salınan kalemi çektim, İskender’in işine özen gösterdim.)
(399-411)
Seb’a-i Seyyâre‘de ise Nevâî, hayal âleminde, Behrâm ve onun haremindekilerle görüşür. Behrâm’a göre Nevâî şiir ülkesinin padişâhıdır. Nevâî, bu beyitlerde Behrâm’ı konuştururken çok önemli hususlara da dikkat çeker. Bunlardan birincisi tarihî ve efsanevî mesnevi yazan şÂ§âirlerin, eserlerini yazmadan önce iyi araştırma yapmalarıdır. Nevâî’ye göre bu tür mesneviler yazılmadan önce eski kaynakları çok iyi araştırmalı, belgelere dayalı bilgi verilmelidir. Yani doğruyu yanlıştan ayırmalıdır. İkinci önemli husus ise Türk şâirlerin Türk Dili ile eser vermeleridir. Ona göre “Dünyada padişahlar Türk’dür ve Türk Dili yaygındır.” Buna rağmen kaleme alınan eserler Farsça’dır. Nevâî’nin eserlerinde Türk Dilini kullanması Türk milletini de çok sevindirmiştir.
K’ey bilig mülkin eylegen teshîr
Nîze-i kilk birle â’lem-gîr
(Ey bilgi ülkesini büyüleyen, kalem mızrağıyla alemi fetheden;)
Çün çikip til salâ-yi nazm salıp
Dehr mülkin bu tîğ birle alıp
(Dil çekip şiir salasını salarak dünyayı bu kılıçla alan;)
Nazm kişver-sitânı hem sinsin
Belki sahib-kırânı hem sinsin
(Şiir ülkesi sensin, belki padişahı sensin.)
…
Yana bu kim alar kılurda rakam
Fârsîni meger ki irdi kalem
(Yine hikâye ederken, eserlerini Farsça yazdılar.)
Ki ni kim kilk savtı saldı sadâ
Fârsî lafz birle taptı edâ
(Ne zaman kalem sesi yükseldiyse, Fars diliyle eda verdiler.)
Fârsî bilgen eyledi idrâk
Lîk mahrûm kaldılar Etrâk
(Farsça bilenler anladı, fakat Türkler mahrum kaldı.)
Sin çü nazmıngnı Türktâz itting
Fârsî tildin ihtirâz itting
(Sen şiirini Türkçe ile yazdın, Fars dilinden sakındın.)
…
Dehr ara Şeh çü Türk vâkı’dur
İl ara Türk lafzı şâyi’dür
(Dünyada Padişahlar Türk’tür, ülkelerde Türk Dili yaygındır.)
Çün bu ma’nîni eyleding melhûz
Türk ulus dağı boldılar mahzûz
(Bu mânâyı düşünebildiğin için, Türk Ulusı da memnun oldular.)
(s.397-399)
Ayrıca Nevâî, Sedd-i İskenderî’de “Tali-i Sa’d” ile “Baht-ı Bülend”ine seslenir. O, talihine seslenirken; söz ikliminde elde ettiği başarılar ve bu yolda çektiği sıkıntılarla ilgili bazı ip uçlarına da yer verir. Onun bu iklime girmesi çok küçük yaşlarda gerçekleşir ve henüz işlenmemiş bir dili, yani Türk Dilini kullanması işini çok zorlaştırır. O, yürüdüğü yolu; “taşı sert, yolu bozuk bir dağ yolu” şeklinde tarif eder. Bu kadar kıvrımlı ve sıkıntılı yoldan yürümek, yeryüzünde ancak birkaç kişiye nasip olmuştur. Nevâî, bu yolu çok çalışarak aştığını, çok çalıştığı için böylesine sert olan bir yolun ipek gibi yumuşadığını söyler:
Kerem eylep ikki kolum koldangız
Söz iklimi sarı mini yoldangız
(İyilik edip iki elimden tuttunuz, söz ülkesine doğru beni götürdünüz;)
Bu vâdî ara hızr-ı râhım bolung
Kayan yüz kitürsem penâhım bolung
(Bu yolda yolumun Hızır’ı olun, ne zaman gelsem sığınağım olun;)
Burundın çü kördüngüz yârlık
Besî yitti sizdin meded-kâlık
(Önceden dostluk gördünüz, sadece sizden yardım geldi;)
Kiçik irkenimdin bolup kaşıma
Uluğ müdde’â saldıngız başıma
(Ben daha küçük yaşlarda iken karşıma çıktınız, başıma büyük davalar açtınız;)
Çü allımğa kilgen biyik tağ idi
Taşı itik ü yolı bortağ idi
(Zira önüme gelen büyük bir dağ idi, taşı sert, yolu bozuk idi)
Bu bortağlığ birle yüz pîç anga
Çıka almağu dik kişi hîç anga
(Bu bozuklukla beraber yüz kıvrımdan dolayı, ona, hiçbir kişinin çıkması mümkün değil.)
…
Çıkarğa çü kıldım â’zîmet dürüst
Kadem urdum ol â’kbe yolığa cüst
(O yola çıkarken dürüstlüğü şiar edindim, o çirkin yola çalışarak ayak bastım.)
Kılay dip makâm ol felekveş serîr
İtik taş ayağımğa irdi harîr
(Felek gibi taht kurayım dedim, sert taş ayağıma ipek gibi yumuşadı.)
Kadem urmağım bî-müdârâ bolup
Kim ol hâre yolumda hârâ bolup
(O yola ayak bastığımda dost görünmeyen ve sert taş gibi görününeler yolumda yumuşak ipek oldu.) (345-357)
Nevâî, Leylî vü Mecnûn‘da gayesinin bir aşkı anlatmak olduğunu ve yeryüzünde Türklerin çok olması, onların da şiirden ve şiir zevkinden nasibini alması için Türkçe’yi tercih ettiğini dile getirir:
Min haste ki bu rakamnı çiktim
Tahrîri üçün kalemni çiktim
(Ben hastayken bu yazıyı yazdım, yazabilmek için kalemi ele aldım.)
Yazmakka bu ‘ışk-ı câvidâne
Maksûdum imes idi fesâne
(Maksadım bu taze aşkı yazmaktı, hikâye yazmak değildi.)
…
Çün Farsî irdi nükte şevki
Azrak idi anda Türk şevki
(Çünkü şiir zevki Farsça idi, onda Türkçe daha azdı.)
Ol til bile nazm boldı melfûz
Kim Farsî anglar oldı mahzûz
(Şiir o dille yazılmaya başlandı, Farsça anlayanlar hoşlandılar.)
Min Türkçe başlaban rivâyet
Kıldım bu fesâneni hikâyet
(Ben yazdıklarım için Türkçe’yi kullandım, bu mesneviyi de hikâye ettim.)
Kim şöhreti çün cihânğa tolğay
Türk ilige dağı behre bolğay
(Şöhreti tüm cihana doldu, Türk illeri de kısmetini aldı.)
Niçün ki bu kün cihânda etrâk
Köptür hoş-tab’ u sâfî-idrâk
(Madem ki bugün cihanda Türkler çoktur, hoş tabiatlı ve temiz anlayışlıdır.)
(3587-3611)
Nevâî, “Sedd-i İskenderî” adlı eserini yazmadan önce çok yorgun ve ümitsiz bir halde iken gaibten bir ses duyar. Bu ses kutlu bir meleğe aittir, melek söze: “Ey şarkı söyleyerek inleyen bülbül, söz bahçesinin destâncısı olan bülbül” şeklinde girer. Birkaç övgü beytinden sonra, yaptığı işin büyüklüğünü, Türk Şiirini yaygınlaştırdığını, Türk memleketlerinde, ezelde kalem birliği sağladığını, bir kahraman ve sahib-kıran olduğunu dile getirir. Nevâî, kurguladığı bu hayali senaryo ile kendisini Türk iklimlerinde söz padişahı ilan eder.
Özümdin işim ye’s-i câvid olup
İşimdin köngül dağı nevmîd olup
(Kendimden işim ümitsizlikte yenilendi, işimden gönül dahi ümitsizlendi.)
Kulağım bu hâlet ara pür-hurûş
İşitti ki dir irdi ferruh-sürûş
(Kulağım bu halde çoşarak kutlu meleğin dediğini işitti
Ki ay bülbül-i zâr-ı elhân-serâ
Velî söz riyâzıda destân-serâ
(Ey şarkı söyleyerek inleyen bülbül, söz bahçesinin destâncısı olan bülbül;)
Nevâ içre ming lahn sâzıng kanı
Desâtîn-i hâtır-nevâzıng kanı
(Bu nağme içinde bin ezgili sazın hani, gönülleri okşayan destanların hani;)
Sanga ança hak lutfı vâki’ durur
Ki tâ Türk elfâzı şâyi’ durur
(Sana o kadar Allâh’ın lutfı verilmiştir, Tâ ki Türk Şiirini yaygınlaştırasın;)
Bu til birle tâ nazm irür halk işi
Yakîn kılmamış halk sin dik kişi
(Tâ ki halkın işi bu dil ile şiir ola, halk içinde buna senin kadar vakıf olan yoktur.)
Sanga Türk ekâlimin eylep rakam
Ezelde nasîb eylemiş yek-kalem
(Allâh sana Türk memleketlerinde yazmayı, ezelde kalem birliği sağlamayı nasip etmiş;)
Nasîb itti sini merz-bân
Sinân-ı kalem birle tîğ-ı zebân
(Allâh, sana kalem hançeri ve dil kılıcıyla sınır çizmeyi nasip etti;)
Ki bu mülk ara kahramân bolğa sin
Ulus içre sâhib-kırân bolğa sin
(Bu ülkelerde kahraman olursun, bu ulus içinde sahib-kıran olursun;) (637-638)