Ülkücü Gençlik / Dündar TAŞER
Yeni Kavga Devrinin Ümidi Yine Ülkücü Gençliktir
Dündar TAŞER
“Türkiye’de yeni bir çağ açılmıştır. Bu, Türkiye’nin kaderini tayin edecektir. Ya milliyetçi bir sistem, milliyetçi bir görüş, milliyetçi bir politika, milliyetçi bir uygulama olacak veya Türk Milleti’nin bütün büyük tarihine rağmen istikbali komünist boyunduruğuna geçecektir. Fakat Allah Türk Milleti’nin istikbalinin hükmünü vermemiştir. Ülkücü gençlik gösteriyor ki Allah bu Milletin fena bulmasını dilememiştir. O halde Türk Milleti yaşayacaktır.”
Türkiye, uzun zamandan beri derin bir buhran içindedir. Bu buhran, bilhassa 1968’de çok bariz, çok görünür, elle tutulur hale geldi. Komünist tahrikat 1919’dan beri yaptığı çabaları 1968’de aksiyon haline, onların deyimi ile eyleme soktu. Bu eylem safha safha gelişti. 1919’daki plânları şu idi: Halk Partisini ele geçirmek. Bunun teşkilâtına hâkim olmak ve bunun perdesi arkasında Türkiye’de komünist rejimi tatbik etmekti. Şevket Süreyya ve arkadaşlarının 1931’lere kadar devam eden “kadro hareketi” dedikleri plân bu idi. Diyorlardı ki: Halk partisi mücadeleci, komiteci, kurtuluş savaşını sırtlamış insanlardan kurulu bir teşekküldür. Bu parti ele alınırsa güçlü bir manivela kazanılmış olur. Bu manivela ile Türkiye’nin altına girilir ve temelleri sökülür. Bu hareketi Atatürk bastırdı, ezdi. Bir kısım adamlarını şuraya buraya sürdü, bir kısmını hapislere soktu ve temizledi. Fakat bilâhare kimi hapisten çıktı, kimisinin zamanı geçti unutuldu ve 1950 ertesinde bu çaba yeniden-başladı. Yine Şevket Süreyya’yı ortada gördük, ihtida etmiş günahlarından arınmış bir adam gibi (Suyu Arayan Adam) isimli kitabını yazdı (Suyu Arayan Adam) kitabı okudukça hislere hitap eden güzel, içinde kötü niyet görünmiyen bir kitaptı. Bununla yeni yetişen münevverlerin dikkatini çekti. Arkasından (Tek adam) kitabını yazdı. Atatürk’e görünürde bir methiye idi. Fakat ilk 50-60 sayfasında Atatürk için söylenmiş iftiraların en ağırını taşıyordu. Adam bunu o kadar iyi serpiştirmişti ki çoğunun dikkatini çekmedi. Sonra makalelere başladı. Arkasından hücrelerden yetişmiş taze komünistler devrimciliği ele aldılar: “Biz devrimciyiz onlar gerici; biz devrimciyiz onlar faşist, biz Atatürkçüyüz.” Atatürk’ü seven kurumlar vardı. Bazı kurumlar vardır ki, Atatürk’ün meziyetlerini, liyakatlerini herkesten iyi bilir. O’nun büyük kumandanlık meziyetini, vatanı kurtarıştaki büyük rolünü iyi bilir. Onun için de Atatürk’e hayrandır. Onların dikkatini kazanmaya uğraştılar. Sevgisini kazandılar, alâkasını çektiler. Sonra devrimciliği kademe kademe götürdüler. Birgün solculuktan bahsettiler “İyi şeyler soldur” “Sosyal adalet soldur”, “Sosyal güvenlik soldur”“, “Sol inkılâp demektir”…
Bunlar çok üstü örtük hafif sözlerdi. Hergün de söylenmiyordu. Arasıra söylenerek alıştırılıyordu. Birgün İsmet Paşa’ya bir lâf söylettiler: “Ortanın solu.” Solun üzerindeki ayıp perdesi kalktı.
Millî Mücadelenin kahramanı, ikinci reisicumhurumuz; ortanın solunda olduktan sonra, eh herkes de biraz solcu olabilir. Buna da komünist denmez ki… Bu perdenin altında herkes bir miktar solcu oldu. Neydi solculuk? Herkes o tarihte en iyi neyi biliyorsa onu solculuk zannediyordu. Ve solun karşısı “ayıptır, çirkindir ve çok geri kalmışlıktır, sersemliktir, dangalaklıktır” la başladılar ve “onun karşısı da sağdır” dediler. Kötü olan birşey vardı. Solun aşırısı ya da sağın aşırısı. Sonra sonra, solun aşırısı da güzel olmaya başladı ve Türk milletinin bir kısmına bunu da yutturdular, kabul ettirdiler, Türk aydını zaten şartlanmıştı, hazırdı ve 5-6 senelik bir gayretten sonra solun en aşın ölçüleri Türk cemiyetinde savunulabilir oldu.
Bizim geri kalmışlığımızın bütün sebebi de solcu olmamakta bulundu. Bu o derece içeri işledi ki, 12 Marttan sonra kurulan ilk hükümetin adamları “Solcu olmayan insan, insanı bile sevmez” dedi. Bunu diyen solcu değildi, solun felsefesinden filân haberi yoktu. Takat ezberlediği buydu. Dil öğrenmiş gibi bunu belledi. Hani çocuklar öğrenirken ilk dillenmede küfür müdür, dua mıdır bilmeden bazı lâflar söylerler ya, bizim Türk cemiyeti de siyasi dillenmesinde, ideolojik dillenmesinde hiç de kendisine ait olmayan kelimeler öğrendi ve bunları tekrarladı. Bu tabir hakiki solculara, bilen solculara büyük kuvvet kazandırdı. Bu kuvvetler hareketlerini arttırdılar ve 12 Mart’a tekaddüm eden günlerde (ki bu 1968 — 1971 arasında üç senedir) bu üç sene içerisinde üniversiteyi ellerine alıp üs yapmak istediler: Mutlak surette oraya hakim olmak, o muhtariyeti sanki ayrı bir devletmiş gibi kullanmak ve buradan hareket ederek Türk cemiyetini tedirgin etmek, sonra üniversitenin duvarları içine girip takibattan kurtulmak… Oyunları bu oldu. Bu oyunlarını Milliyetçi gençler bozdu, ülkücü gençler bu oyunu bozdular. Üniversitede tatbikatı şöyle yürüttüler: Hocanın birini alıyorlar, Hocam falanca derneğe -ki bu başlangıçta F.K.F (fikir kulüpleri federasyonu) idi; sonra Dev-Genç oldu- 100 lira ver. Hoca yok diyor, iyice bir dövüyorlar. Hoca şikâyet ediyor, merci yok. İspat el öyleyse diyorlar; şahit yok. Şahitler döven adamlardan ibaret. Mahkemeye gidiyor, mahkeme de boş; hükümete gidiyor, hükümet te boş; şuraya gidiyor oradan boş dönüyor ve açıkta kalıyor. Meselâ birgün, İnşaat Mühendisleri Odası’nın seçimi varmış. Seçimden evvel Gün Sazak arkadaşımız gitmiş Dahiliye Vekiline, Menteşeoğlu’na, demişler ki: Mülkiyede seçim yapılacak orada da solcular hakim, hır çıkarıp elimizden alırlar. Vekil “Bütün emniyet teşkilâtı tertiplerini almıştır” demiş. Seçim yerine gitmişler. Yüksek mühendisler, içinde 60 yaşında umum müdürler var, 65 yaşındaki eski müsteşarlar var. Bin küsur üye, 350 tanesi solcu, 700 tanesi de solcu değil. Mülkiye salonunda toplanılmış eller kalkmış, 350 solculara rey veren var, 700 tane de vermeyen var. Divan da solcu, ilân etmiş: “700 reyle biz kazandık.” “Yok” demişler, “biz size rey vermedik”. “Hayır, verdiniz”, “yok vermedik.” Divandakiler, çıkın öyleyse dışarı sayıyoruz demişler ve bunlar çıkmışlar koridorlarda sayılmak üzere. Dev-Gençliler, ellerinde değneklerle gelmişler “Biz” demişler “size salonu verdik, koridoru da mı verdik, mektebi basmaya mı geldiniz namussuzlar?” demişler; yüzlerine de tükürmüşler, haydi bakalım sokağa deyip bunları atmışlar. Tekrar salona girmek istemişler, salon kapısında iki tane Dev -genç’H “siz dışarı çıktınız, içeri giremezsiniz” deyip, sokmamışlar, sokakta kalmışlar. Soğuk da bir gün, araba da bulamamışlar. 700 tane yaşlı başlı adam gitmişler D.S.İ. Umum Müdürlüğü’nün salonunda toplanmışlar, “ne yapalım” diye. “Dahiliye vekili bize garanti verdi, biz burada dayağı yedik, bir tek polis neferi çıkmadı karşımıza.” Gidip şikâyet etmişler, “tahkikat yaparız” demişler. Adamlar 350 rey aldı 700 ilân ettiler. Bunu tespit edecek ANKARA’da bir noter bulmuşlar.
Böylece bir tedhiş, bir terör, bir dehşet kurdular ve bu dehşetin üzerine hükmettiler. Bazı Hocaları da böyle dövüyorlar. Hoca şikâyet edecek yer bulamıyor, derdini anlatamıyor. Ne yapsın? Geri geliyor üniversiteye. Dev-gençliler hocaya geliyor, 100 lira ver diyorlar. Hoca çıkarıp veriyor, “Aferin hoca ne güzel verdin.” Arkasından bir makale getiriyorlar, bunun altını imzala diye. Hoca imzalamazsa dayak yiyeceğini biliyor. Şikâyet edecek yer de yok. İmzalıyor. Gayet komünist bir makale,.. Bunu götürüyorlar bir dergide hocanın imzası ile neşrediyorlar. Şimdi hoca artık bu yazıyı benden zorla aldılar diyebilir mi? Yaşlı başlı bir adam ilim adamı diye adı duyulmuş. Korkudan imzalamış ama inkâr edemez. Utandığından ben korktum da diyemez. Sonra hoca diyorlar yürüyüş var gel. Sık yumruklarını. Sıkıvor. Düş önümüze. Düşüyor, bağıra bağıra gidiyor. İki defa da yürüdü mü artık hoca utancından ben böyle düşünüyorum demeğe başlıyor. Artık hocanın mekanizması kurulmuştur. Aynı kurgulu bebek gibi kendi kendine yürüyor.
Bu usûl ile bütün üniversiteye hükmettiler. Kim kaldı? Ülkücü profesörler, ülkücü doçentler ve ülkücü talebeler. Onlar kendilerine hayır dediler. Üniversiteye mutlak hakim olamayışlarının tek sebebi ülkücü gençliktir. Çünkü ülkücü gençlik bunlardan korkmuyordu. Üniversitede çok talebe var Dev-gençlilerin de yekûnu bilemediniz 15-20 bin. O kadar da az değiller ama. Üniversitede binlerce çocuk var. Büyük kısmı bunlara haraç verdi. Ya haraç verdi, ya karşıdakilere faşist dedi. Onların faşistliği bildiği yok. Aman kendilerine faşist demesinler diye korktu. Mahkemelerde de durum böyle. Böyle böyle Türkiye’deki bütün kurumları sindirdi, susturdular ve hükümlerine aldılar. Büyük harekete geçmek için bekliyorlardı. 11 Mart’ta büyük hareketi tespit etmişlerdi. 10 Mart günü ezildiler, 12 MART günü de bu ezilmenin ilânı yapıldı. Aslında 10 Mart günü ezildiler, dayanakları söküldü. Fakat uzak şehirlerde bulunanlar, çok fazla yapılan işi bilemeyenler bunu kendi hareketleri zannettiler O günleri hatırlayın. Akşam gazetesinde İlhami Soysal: “12 Mart oldu, İsmet Paşa sen şimdiye kadar yalnız ortanın solu derdin de başka bir şey yapmazdın, hesap soracağız. ALPARSLAN TÜRKEŞ! Senden de hesap soracağız. Feyzioğlu senden de hesap soracağız.” gibi yazılar yazdı. Kendi hareketlerini bekliyorlardı. Bunu zannettiler. İlhan Selçuk, Çetin Altan hakeza Bütün ne kadar kalemşörleri varsa Mart’ın 12’sine kadar sevindiler ve sevinç nârâlarıyla dünyayı tehdit ettiler. 17 Martta öğrendiler ki, 12 Mart kendilerini ezmek için yapılmış bir harekettir. Ecevit de o gün ters düştü, solun lehine yapılmış bir hareket olmadığını anladı. Bu ters düşme, Halk Partisini ele geçirme çabasıyla 1919’dan beri yöneltilen hareketin neticesi idi. Bunun kavgasını da verdiler, bu meseleyi de bitirdiler. Tarihî şanına şöhretine, partinin kurulduğu günden beri fiilen genel başkanı, (Atatürk genel başkan iken genel başkan vekili idi, reisicumhurluk ettiği için de fiilen başkanlığı yapıyordu) kurulduğu günden beri partiyi yöneten kişiyi hacaletle, hakareti tezyifle kovdular. Bu şunu da gösterdi: Sosvalistlere taviz verilemez. Sosyalistlerle iş birliği yapılamaz ve kim ki “ben sosyalistlerle beraber çalışırım, yüz metre giderim, ondan sonra ayrılırım, kendim giderim”, dese de seni bırakmaz ve tepene biner, seni istediği yere götürür, Çünkü dışarda devleti var. Bir milliyetçinin dışarda devleti olur mu? Milliyetçinin devleti kendi devletidir. Bütün dünyası kendi devletinden ibarettir. Fransız milliyetçisi, İngiliz milliyetçisinin; İngiliz milliyetçisi, Türk milliyetçisinin dostu değil hasmıdır. Çünkü milliyetçilik kutsal bir bencilliktir, bir egoizmdir. Benim milletim en iyi benim milletim en yüksek benim milletim en lâyik her şey benim milletim için diye düşünen adamdır milliyetçi. Benim milletim iyidir derseniz, öbür millete azıcık yukardan bakıyorsunuz demektir. Halbuki komünistlik bu değildir. Milletleri hüküm altına almak, onları esir ve köle haline getirmek mekanizmasıdır. Bu mekanizmanın hepsi de en büyük mekanizmaya tabidir. O halde en büyük mekanizma ötekileri tek tek destekler, Nasıl ki bir mezbaha müdüründen çobana kadar hepsi kuzuyu kesmek için düşündüğünden birbirini desteklerse, milleti böyle kesilecek ezilecek bir sürü sayan komünist teşkilâtı da, çobanından mezbaha müdürüne kadar bir sıralamaya girmiş, birbirini destekleyen bir teşkilâttır.
“Milliyetçilik bu değildir. Milliyetçilik her millet için kendine özgü bir harekettir. Komünistlerin onun için de dışarda devleti vardır. Oradan akıl alır, para alır, destek alır. Radyosu var, onların namına çalışır. Dahilde de bir sürü basın onların lehine çalışır. Siz düşünebiliyor musunuz şu konsolos kaçırma, fidye alma, İngiliz öldürme, general vurma fiili Türkiye’de solculardan gayri herhangi bir adam tarafından yapılsa idi ona benzer ne kadar mahlûk varsa ezilirdi. Halbuki Milliyet gazetesinde Abdi İpekçi ve İsmail Cem “inşallah bunlar son çılgınlık olur, bunlar çocukların çılgınlığıdır, solculuk kötü değildir.” diyebiliyor. Ecevit kalkıp solculuk iyidir diyebiliyor. Halbuki meselâ Menemen de gericilik vakası olduğu zaman Erzincan’daki şeyhi de astılar. Hatta bu işi seyreden yahudiyi de astılar. Amma sola karşı aynı şiddet gösterilmiyor. Herkes de kafasına koymalıdır ki benim sol anlayışım şöyledir ben gelirsem şöyle yapacağım gibi birşey yoktur. Yeryüzünde bir tane sol vardır, o da marksist soldur ve dışarının emrindedir. O, halka nasıl canı istiyorsa öyle yapar. Sizin dediğinizi yapmaz. Sizin dediğiniz onunkine ters düşüyorsa sizi kesiverir. İkisinin ortası da yoktur. Birçok Rus bundan kesilmiş, öldürülmüştür. Bunlar da solcu idi, komünistti ve Lenin’le beraber komünist ihtilali başarıya götürmüşlerdi. Sol materyalisttir. Vefa, dostluk sadakat, sevgi, merhamet, insaf, doğruluk gibi mefhumlar bunlar için üst yapı kurumudur, burjuva yutturmasıdır. Başkasına yutturmak için kullanılır, kendisi yoktur. Bu kafadaki adamlara güvenilir mi? Solcular bunlara sahiden inansa.
İnönü’nün sayesinde onun kolunun altında, onun desteğinde yetişmiş ECEVİT ona bu kadar hakaret yapabilir miydi. Ve attıktan sonra sevinebilir miydi? Bir Türk bunu nasıl yapabilir. Yaşta büyük diye sayar, yolda büyük diye sayar, işte büyük diye sayar milliyetçi için bir sürü saygı sebebi vardır. Ama bir solcu için sayma sebebi yoktur. Solcuya göre saygı bir üst yapı kurumudur, uydurmadır. Onun için Türkiye solun dalga dalga gelen tazyikinde devam etmektedir. Mesele henüz bitmemiştir. 100 küsur hücre var idi. Şimdi de bir yüze yakın adam EL-FETİH te talim görmüş gelmiş. Daha da bir 3-4 yüz kişisi varmış orada solcuların.
DEMOKRASİ Mİ? DEVLET Mİ?
Şu halde önümüzdeki aylarda bunların yeni fecaatlerine yeni şenaatlerine şahid olacağız. Hiç bir şey bitmemiştir. Ordu 12 Martta çok ağır bir yükün altına girmiştir, ama çaresizdi. Size sorarım; demokrasi mi devlet mi? Ana mı çocuk mu diye sorarlar güç ameliyatta? Demokrasi mi devlet mi? Devlet olmazsa demokrasiyi neyin üstüne yaparsınız. Hani tarla mı buğday mı suali bu. Ordu bu suale maruz kaldı. Yine de demokrasiyi zedelemek istemiyordu. İstemediği de bir seneden beri gösterdiği dev sabrından anlaşılıyor. Hata yapmıyor mu? Hem de nasıl, solu adam olmak sayan bir ekipten hükümet olur mu? Solu tasfiye için solculardan hükümet kurulur mu? Yanlışlıkla kurdular, bir ay sonra anladılar amma iş işten geçti. 8 ay oturmaya mecbur ettiler. Elleriyle getirmişlerdi ağızlarıyla kovalayamadılar. Mecburen bile bile onları tuttular. Onlar da hergün yeni bir bela çıkardı. Profesör Muammer Aksoy’u komisyon başkanı yaptılar, Ertesi gün sıkıyönetim aldı hapis etti. Bir hafta sonra Sıkıyönetim bıraktı. Tekrar başka bir komisyona getirdiler. 3 gün sonra tekrar Sıkıyönetim içeri aldı. Hükümetle ordu aynı adam üzerinde tamamen ters düşüncede idi. Bir Mukbil Özyörük ve başkası için de aynı şey oldu. Nihat beyin kurduğu hükümet ordunun felsefesine tersti. Bu terslik devam etmedi tabii. Asıl mesuliyeti, tarihi mesuliyeti, milli mesuliyeti 12 Mart muhtırası ile sırtlamış, olan ordu en nihayet bunlardan vazgeçti. Yerine onlar derecesinde solcu olmamakla beraber ihtiyar zavallı, hasta, perişan bütün hüsnüniyetine rağmen omuzlarında yük taşımak için takat kalmamış bir zatı geçirdiler. Onun da ilk sözü şu oldu: “Benim suçum yok.” Nihat Bey de “benim suçum yok” demişti. Hatırlarsınız Süleyman bey de yedi sene “benim suçum yok” dedi. Efendim anarşi mi var? Polise gidin, eşkıya mı var, jandarmaya söyleyin, hırsız varsa bekçinin haberi var. Üniversitede kıyamet kopuyor rektörün suçu var da ya senin, onun suçu vok mu? Türkiye’de yetki mahalline oturan adamların sorumluluk taşımak akıllarından geçmiyor. Orayı Saltanat yeri sanıyorlar. Nihat bey de Ürgüplü de “benim suçum yok” dedi, halbuki Türkiye’de bir suç var, buna bir sahip gerek. Yüz suç varsa, yüzüne de sahip çıkacak 99’unu halledecek fakat edemediği tekinin suçlusuyum diyebilecek bir adam lâzım. Korkak, mütereddit, ürkek adamlardan devlet yöneticisi olmaz. Amma tatbikatta böyle değil. Şimdi yeni bir başvekil tayin edildi. Nasıl bir bünye ve vasıfta olacak bilmiyorum. Fakat Melen’in “solculuk adam olmaktır” felsefesinde olmadığından eminim. Ümit ediyoruz ki bu felsefede bir kabine kursun. Bu kabine büyük işler mi yapar? Hayır. Bir iş mi yapar? O da hayır. Belki kötülük yapmamaya muktedirdir. Biz buna bile razı olacak hale geldik. Ben cerrahım diye yaramızı sağıltmaya çalışan herkes iltihabı derine soktu. Nereye karşı olursa olsun, şimdi bu şartların içerisinde Türkiye’de hareketler hızlanacak, şiddet kazanacak, tedhiş artacak. Tarih boyunca üç suikast görmüştür Türkive. Birisi Sokullu Mehmet Paşa’yı hançerlemişler, biri Mahmut Şevket Paşa’ya suikast tertiplemişler, bir de Kemaleddin Eken paşaya suikast yaptılar. Türkler isyan ederler, ihtilâl yaparlar, adamı devirirler, keserler, asarlar, Türkiye’de vezirbaşı kadar ucuz şey yoktur. 600 vezirden 300 ünün başını kesmişler. Çünkü mührü alan adam su sualle alır: “Lala, bak mukayyet olasın, senin başını keserim.” O da “boynum kıldan incedir” der. Boynu böyle dut gövdesinden kalın adama da devlet verilmez. Türkiye’de vezir başı ucuzdur ama vezir suikastı yoktur. Tarihimiz Suikast yapmaz. Bu üç suikastın üçüncüsü birkaç gün evvel oldu. Hem de orgenerallerin en az mesul olanı idi. Jandarma genel kumandanı idi.
Güvenlik kurulunda üye değil, Sıkıyönetim kumandanı değil. Yani solcularla karşı karşıya bir meselesi yok. İbret-i alem için ortaya çıkmıştır ki bu solcular kendi adamlarının intikamım kime rasgelirse ondan alacak. Bunu bilen, tedbirini buna göre alan ve yumruğunu vurmak için gözünü kırpmayan iktidar lâzım. Ferit Bey’in hükümeti de bu olmayacak ama ordunun her yumruk kaldırışında altına bir iğne de sokmayacaktır inşallah. Çünkü bundan evvelki hükümet ordunun yumruk vuracağı yere iğne soktu.
Muhterem arkadaşlarım, bu yeni kavga, çetin kavga devrinin gene ümidi milliyetçi kitle ve ülkücü gençliktir. Ülkücü gençliğin hareketlerinden şeref hissesi alıyorum. Ama ülkücü gençlik bizim imalimiz, icadımız falan değil, sizin evlâtlarınız. Çoğunun ismini bile bilmem. O kadar çok ki!.. Bu, Türk Milleti’nin yaşama gücünün, azminin, iradesinin ifadesidir ve Türk Milliyetçiliğinin, Türk Milleti’nin tarihi köklerine yapışık, onun tabii meyvası olduğunu göstermektedir. Bütün şenaatimi rağmen komünistler çalı nebatıdırlar ve onların mevvaları da acıdır. Türk Milleti’nin asil ağacının tatlı meyvası, güçlü elması ülkücü gençliktir. Türkiye’de siyasi partilerin oluş sebebi tükenmiştir. Kitle partilerinin varlık sebebi tükenmiştir. Niçin varız sualinin cevabı yoktur. Demokrasi için varız filan diyorlar. Demokrasi teskere alıyor. Demokrasiyi yaşatan azim vok bunlarda. Süleyman Bey’e yalandan dur dedikleri zaman, durmam lâzım gelir” diye inançla dursa iki gün evvel kendi yapar. Beni Millet seçti diye inansa, hayır gitmiyorum der. İkisini de demedi. Hem gitti kenarda durdu, hem bir sene mırmır etti. Peki bu millet bunu bir daha mı seçer? Niçin seçer? Halk partisinin akıbetini gördünüz, İsmet Paşa’ya saygı duymayan bir heyet kime saygı duyar, niçin duysun? İsmet Paşa’nın işbirliği yapıp allında kaldığı sosyalizmle ben de iş yaparım da sonra üstüne çıkarım demek ahmaklığını kim gösterir? O halde Halk Partisinin de Adalet Partisinin de meselesi bitmiştir. Türkiye’de yeni bir çağ açılmıştır. Bu, Türkiye’nin kaderini tayin edecektir. Ya milliyetçi bir sistem, milliyetçi bir görüş, milliyetçi bir politika, milliyetçi bir uygulama olacak veya Türk Milleti’nin bütün büyük tarihine rağmen istikbali komünist boyunduruğuna geçecektir. Fakat Allah Türk Milleti’nin istikbalinin hükmünü vermemiştir. Ülkücü gençlik gösterivor ki Allah bu Millet’in fena bulmasını dilememiştir. O halde Türk Milleti yaşayacaktır. Çünkü Ülkücü gençlik hatır ve hayale gelmeyecek güçte ve sayıda çoğalmaktadır. Hepinizi tekrar tekrar saygı ve sevgiyle selâmlarım.
Bu yazı merhum Dündar Taşer’in 20 Mayıs 1972 günü M. H. P. Mersin merkez ilçe kongresinde yaptığı konuşmadır.
KAYNAK: Devlet Dergisi, Sayı:148, 26 Haziran 1972, s.8-9.
***
İnternetten Devlet Dergisi’nin 148. Sayısını Okumak İçin: http://ulkunet.com/UcuncuSayfa/devlet_148_yeni_3651.pdf