TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI Hakkında…
TÜRKÇÜLÜĞÜN ESASLARI
-İNCELEME-
1-Kitabı ilk kez okudum.
2-Kitap kendi içimde yaşadığım duyguları ve arayışları Türklüğün tabiatından gelen bir yaradılış olduğunu somut örneklerle anlamamı ve bu duyguları aklımla sağlamlaştırmamı sağladı . Bununla birlikte kitabı okumadan önce kullandığım kavramların kitapla birlikte farklı bir anlam kazandığını dile getirebilirim. Ve tabi ki yakın tarihe bakış açımdaki filtremi daha hassas hale getirdi.
3-‘…Osmanlı her zaman Türk’e, “Eşek Türk” derdi…’
-Etkilemekten çok en çok şaşırtan cümlelerden biri bu oldu sanırım. Dönem göstermeden kitap boyunca Osmanlı’ya karşı çok sert bir tutum göstermesi ayrıca şaşırttı. Bu konuda yorum yapacak kadar kendimi yeterli görmüyorum.
‘…Türklerin feminist olmasının başka bir nedeni de, eski Türklerce “Şamancılık”ın [79] kadındaki kutsal güce dayanmasıydı. Türk şamanları, büyü gücüyle olağanüstülükler gösterebilmek için kendilerini kadınlara benzetmek zorundaydılar…’
-En çok etkileyen, daha doğrusu derin bir “ohh” çektiren kısım burası oldu sanırım. Her ne kadar kadının toplumsal konumunun Emevi toplumundan kalma olduğunu biliyor olsam da Türkler için yapılan tanımlar arasında feministlik tabirine ilk kez burada rastlıyorum.
4-“Türkçülüğün Esasları” kitabı daha çok teoriler üzerine yazılmış ve kendi içinde anlamsal tezatlıklar oluşturduğunu düşündüğüm yerler de olmuştur. Özellikle medeniyet kavramını açıklarken anlatmak istediğini uygulama olarak tam anlayabilmiş değilim. Anlatımın sadece teorikte kaldığını günlük hayattaki örneklerin yetersiz geldiğini düşünüyorum. Başlıca yapılması gereken şeylerden birinin kavramları daha keskin ve somutsal ayrımlarla okuyucuya sunmak olduğu kanaatindeyim.
Bir diğer husus da kitabın yayım tarihinden (1923) bu yana nerdeyse bir asır geçmiş olmasıdır. Bu süre zarfında teoriler üzerine yazılan kitabın büyük bir kısmı pratiğe dökülmüş olduğu için kitap ele alınırken her yaptırımın sonucunu da objektifliği koruyarak yazmak lazım gelir. Buna ek olarak bilgi ve birikimlerimiz de değişmiştir. Bu nedenle kitabı tekrar ele alıp değerlendirerek güncellemek şart olmuştur. Ziya Gökalp kitabında yer verdiği paragraf ile bize bunun ne kadar gerekli olduğunu anlatmaktadır.
‘…Fizik deneylerinde bileşik kaplardan birine konulan suyun hemen ötekilere bölündüğünü ve hepsinde (de) su yüzeyinin hemen aynı yüksekliğe çıktığını görmüyor muyuz? Aynı ümmetten olan bir ulusun yarattığı gelişmelerin ya da uğradığı çöküntülerin hemen ötekilere (de) geçmesi, tıpkı bunun gibidir; çünkü dindeki birlik, onları bileşik kaplar durumuna getirmiştir…’
Bugünkü bilgilerimizle Ziya Gökalp’in yaptığı benzetmenin yanlış bir benzetme olduğunu hepimiz görebiliyoruz. Nitekim inanç birliği hars/dil birliği anlamına gelmeyeceğini daha önceki bölümlerde kendisi dile getirmiştir. Bu bakış açısıyla müslüman uluslar farklı sıvıları temsil eder ve bu farklı sıvıları bir kaba koyduğunuz vakit hepsi öz kütlesine göre biri birine karışmayacak halde konumlarını alırlar. Aynı bilgiler ışığında kabın içine koyduğunuz katı bir madde yine öz kütlesine göre sıvılardaki konumunu alacak veyahut o sıvıya hiç yaklaşmayacaktır.
‘…Aynı ümmetten olan bir ulusun yarattığı gelişmelerin ya da uğradığı çöküntülerin hemen ötekilere (de) geçmesi, tıpkı bunun gibidir…’
Cümlesi bu bilgi ile paralellik göstermez. Nitekim bugünkü Müslüman toplumların durumu da biri biri ile aynı doğrultuda değildir. Suriye, Filistin gibi Müslüman ülkelerin uğradığı çöküntüleri Türkiye için bir tutamayız. Bosna-Hersek savaşı da bize her müslüman toplumun aynı çöküşü yaşamadığının bir göstergesidir. Müslüman ülkeler üzerinde oynanan politika ise hep aynıdır. Farklılık gösteren uluslardır.
Buradan yola çıkarak kitabın hem dilbilimciler hem de tarihçiler tarafından tekrar ele alınması gerekmektedir. Ben kendimce kafama takılan/dikkatimi çeken hususlara değinmek istiyorum. Eksik/yetersiz bilgi birikimim ve bugünkü bakış açımla yazacağım bu bilgilerin gelecekteki benle ve başka şahıslarca değişim göstermesi pek tabiidir. Düşüncelerimi kitaptan alıntılar yaparak aktarmak isterim:
‘…İngiliz Parlamentosu, yalnızca Anglo Saksonlardan oluşmuş olarak görüşmeler yaptı. İçlerinde ulusal siyasete engel olacak hiç bir yabancı öğe, ulusal olmayan (düşünce) akımlar(ın)a sürükleyecek hiç bir yabancı kimse yoktu…’
‘…Görülüyor ki, bir kavim ancak kendi kendisini ulusal bir parlamento ile yöneten gerçek bir ulus durumuna geldikten sonra, yüksek ve içtenlikli bir toplum hayatı yaşayabilir…’
‘…Çağdaş devletlerde, önce gerek yasa yapmak ve gerek ülkeyi yönetmek yetkileri, doğrudan doğruya ulusundur. Ulusun bu yetkisini sınırlayıp kısıtlayacak hiç bir makam, hiç bir gelenek ve hiç bir halk yoktur…’
-Günümüz meclisine ve yakın tarihimize baktığımız zaman ne yazıktır ki biz kendi ulusumuzu cumhuriyet ile de söz sahibi kılamadık. Meclisin içine vatan hainleri kısa sürede girmeyi başarmıştır. Böylece dış devletlerin eli her zaman siyasetimizde olmaya devam edecektir.
‘…Ulusal kültürümüzün bu saydığımız örgütleri, yalnızca ulusal kültürü arayıp bulmaya yarayanlardır. Ulusal kültürün başka bir takım örgütleri de vardır. Bunların görevi de, ulusal kültür aranıp bulunduktan sonra, Avrupa uygarlığının, onun türlü bölümlerine aşılanmasıdır. Bu görevi yapacak örgütler de Türk tiyatrosu, Türk konservatuvarı, Türk üniversitesi, Türklükbilim akademisidir…’
-Bu görevi öncelikli olarak günümüz tiyatrosuna/üniversitesine emanet etmek doğru bir başlangıç olmayacaktır. Nitekim kitapta da bahsettiği gibi tarihi arşivlerimiz korunamadığı gibi aynı zaman dilimini anlatan birçok farklı tarihçiler mevcuttur. Paragrafta sayılan örgütlerin pek çoğu günümüzde yeterli değildir. Vaktiyle bize Türk Müslümanlığını aşılayan Maturidi gibi günümüzün Maturidisine büyük bir ihtiyaç vardır. Görevi kültürümüzü oluşturan örgütlerin akılcı ulusçuluk mefkuresini taşıyan bilginlerinin oluşturduğu bir kurul üstlenmelidir.
‘…Avrupa uygarlığına girdiğimiz zaman, yalnız uluslararası bir uygarlığa girmekle kalmayacağız; aynı zamanda, aynı uygarlığa girmiş olan bütün ulusların özel kültürlerinden de tat almak olanağına sahip olabileceğiz…’
-Burada da gördüğümüz gibi kitabın pek çok bölümünde Avrupa Birliği’ne girmenin önemi vurgulanmaktadır. Bugün yine biliyoruz ki Avrupa Birliği hiçbir zaman medeni olmadığı gibi bunu Srebrenitsa Katliamı’ndaki tutumu ile de kanıtlamıştır. AB’nin Türkiye’ye sunduğu şartlar tamamen siyasi çıkarlarını içermiş, zamanın haçlı zihniyetinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir.
‘…Avrupa’nın bütün uluslarında gördüğümüz olağan örneğe göre, her ulusun asıl ve sürekli olan zevki, ulusal zevkidir; dışsal zevk, ancak ikincil derecede kaldığı zaman, kabul edilebilir. Eski Osmanlı hayatında ise iş böyle değildi. Seçkinler sınıfında dışsal zevk, ulusal ve sürekli zevk durumunu almıştı. Ulusal zevke gelince; ikincil derece kadar bir değerden bile yoksun bırakılmıştı…’
-Günümüzde de şahit olduğumuz gibi aydın/metropol kesim batıya hayranlığını devam ettirmiş, ulusal zevklerimizi hor görmüştür. Ulusal zevklerin en çok yaşatıldığı yer ise milli mücadelenin başladığı Anadolu’dur. Ne yazık ki Anadolu’da da gelişmiş bir toplumdan söz etmek mümkün değildir. Dolayısıyla kitapta anlatılan uygarlığın geliştiği yerde kültür bozulur, kültürün geliştiği yerde uygarlık zayıf kalır sonucuna ulaşıyoruz. Buna ek olarak ne yazık ki, el üstünde tutulan kültüründe gerçek kültür olmadığını, Emevi Müslümanlığının her zerresine nakşedildiği bir toplumla karşı karşıya olduğumuzu hepimiz gözlemlemeye devam ediyoruz.
‘…Siyasal kapitülasyonlar, siyasal bağımsızlık ve egemenliğe aykırı olduğu gibi, dildeki kapitülasyonlar da, dilin bağımsızlık ve egemenliğine aykırıdır…’
-Maalesef günümüzde ingilizcenin karışmadığı bir ağız kalmamıştır. Bunu özellikle batı , aydın kesimlerinde ve yeni nesilde fazlasıyla görüyoruz. Ancak toplumun büyük bir kesiminde baş gösteren her şeyde olduğu gibi burada da hatanın şahıslar dışında aranması gerektiğine inanıyorum. (Öz eleştiri yapmam gerekirse ‘okey’, ‘yes’ gibi yabancı kelimeleri fark etmeden kullanıyor olmam da şahsıma ait bir ayıptır.)
‘…nasıl bir hayvanın ya da bitkinin organizmasına dışardan yeni bir organ sokmamız olanaksızsa, dile yeniden bir kurallı ek ya da yeni bir tamlama yolu sokmamız da öylece olanaksızdır. Bundan dolayıdır ki, “günaydın” , “tünaydın” gibi bileşik sözcükler yeni Türkçe ’de yaşamadığı gibi, kurala bağlı olmayan eklerle yapılmış olan sözcükler de yaşayamadılar…’
–‘Günaydın’ ve ‘Tünaydın’ kelimeleri günümüzde hepimizin kullandığı canlı kelimelerdir. Buradan yola çıkarak aslında Türkçe’nin dinamik bir dil olduğuna şahit olabiliriz. Nitekim “Türkçülüğün Esasları” kitabını ilk basımından okuyamayıp günümüz Türkçesine uyarlanmış halini okuyor ve alıntılarımı da oradan yapıyorum. Bu bağlamda Türkçe’nin yeni kelimeleri yaşatmasına oranla büyük bir kısırlaşmaya da gittiğini görmemek ve bu duruma üzülmemek mümkün değil. Kendi değerlerimizi bile ne yazıktır ki uyarlanmış halinden okuyoruz. Bu duruma neden olan etmenleri kendimizce düşünebiliriz. Ancak ben, buraya yazacak kadar somut bilgilere sahip değilim. Bu konunun üstüne araştırmaları yetkili kişilerin üstlenmesi oldukça mühimdir.
‘…Kuma, Çin prenseslerinden ise, “konçuy” adını alırdı. Konçuy, başka kumalardan önce gelirdi; ama konçuyların üstünde de, hatun vardı…’
-Kitaptaki bu bilgi de aklıma Hüseyin Nihal Atsız’ın ‘Ay Yüzlü Güzel Konçuy’ şiirini getirdi ve bu şiirin Çinli bir prensese yazılmış olma ihtimali beni fazlasıyla şaşırttı. Bu anlamda kullanmayıp sevgili anlamın kullandı ise kavramsal olarak anlam kargaşasını da gözler önüne sermiş olur.
‘…Gelecekte Milletler Cemiyeti, şimdiki gibi yalandan değil de gerçekten kurulursa, bunun en yürekten üyesi hiç kuşkusuz Türkiye devleti ve Türk ulusu olacaktır…’
-Ne yazık ki o zaman ve gelecekte de olacağı gibi bugün de hepimizin bildiği yalandan bir birliktir.
‘…Dolayısıyla da, dinî hayatımıza daha büyük bir coşum ve ferahlık vermek için, tilâvetler [98] dışında, gerek Kur’an-ı Kerîm’in ve gerek tapınılarla dinsel törenlerden sonra okunan bütün dualarla münâcatların [99] ve hutbelerin Türkçe okunması gerekir…’
-Yine yaşayarak tecrübe edindiğimiz bir gerçeklik de söz konusudur. Burada durum kitabın daha önceki kısımlarında bahsettiği “dinde ortaklık” , “ümmetini tanı” başlıklarına aykırı bir gereklilik öne sürülmektedir. Bu yaklaşımla ile uygulanan ezanın Türkçe okutulmasına da yine bu çerçeveden bakılmadır. Dini simgelerin dünyanın her yerinde ortaklık sağlamadan ne ümmetimizi tanıyabileceğimizi ne de dinde bir ortaklık bulundurabileceğimizi dile getirebiliriz. Nitekim dilin kıymeti kitapta büyük bir yer edinmiştir. Ancak bir dini temsil eden dilin önemi unutulmuştur. Bugün kendi dil dinamiğimizde yer edinmiş bu kitap gibi pek çok Türkçe eseri dahi anlayamaz iken, Allah’ın kelamını kısır bir çeviri ile anlamak mümkün değildir. Tabii ki Türkçe meali/tefsiri okunmalı bunun üzerine tefekkür edilmelidir. Mü’minlere de emredilen böylesidir. Ancak hepimizin bildiği gibi Kur’an’ın insanı büyüleyen edebi bir eser olduğu bugünkü sosyal deneylerle dahi kanıtlanmıştır. Burada bir asır öncesinde doğru olduğuna inanılarak yapılan yeniliğin bugün doğru olmadığını yaşanmış acı hatıralardan okuyor/dinliyor ve kendimiz de bunun tahlilini yapabiliyoruz. Bu konuda Kur’an dili ile arapça arasındaki sınırın ve farklılığın belirlenmesi esas ve yeterli olacaktır diye düşünüyorum.
Üzerinde durmakta fayda gördüğüm bir husus daha var:
Dilimizdeki sözcüklerde yaşadığımız kısırlaşmaya ek olarak, kavramların anlamlarında da kısırlaşma söz konusudur. Yeterince açıklanamayan kavramlar dönemsel kısırlaşmalarla günümüzde kargaşaya mahal vermektedir. Bu durum ulusumuz için hayati derecede önemlidir. Toplumda yaşanan birçok ayrışmalar bundan ötürüdür. Ne okuduğumuzu tam olarak anlayabiliyor ne de neye hizmet ettiğimizin farkına varabiliyoruz. En basitinden bugün dernek üyelerine ‘ülkücülük ne demektir?’ sorusu yöneltilse; bir kesim alışılagelmiş kelimeler ile yanıtlarken bir kesimin de tanım arayışına gireceği aşikardır. Böylelikle pek tabii fikir ayrılıkları da ortaya serilmiş olacak ve ülkümüzün bugünkü saçılmışlığının altında kavramsal boşluğun yattığı tescillenecektir.
Ülküde birliğin çok önemli olduğuna inancım ve hasretim aşikardır. Bu birlik sağlanamadığı müddetçe ulaşılamayacak bir ülkünün cengaverleri olarak yaşamımızı yitireceğimiz de inkar edilemeyecek bir gerçektir.
Başta da belirttiğim gibi yazdıklarım zamana ve kişiye göre değişkenlik gösterebilir. Eksiklerim ve yahut yanlışlarım olduysa affola. Faydalı olabilmek ümidi ile.
Hazırlayan: Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Dönem 5 Öğrencisi B. N. C.