# Etiket
##GENEL

“Tarih Şuuru” / H. Nihal ATSIZ

TARİH ŞUURU

“Tarih Şuuru”, milletlerin hâfızasıdır. Hâfıza nasıl, fert olarak insanların en küçükleriyle ihtiyarlarında  bulunmazsa, milletlerin de henüz çocuk sayılabilecek kadar genç yani “kurulmamış” olanlarıyla  ihtiyarlarında yani inkıraza mahkûm olacak kadar çürüyenlerinde bulunmaz.    Millet haline gelmemiş olan insan topluluğu fertlerin bebeklik haline benzer. Yaşamak kabiliyeti varsa,  bir takım buhranlar geçirmekle beraber büyüyüp gelişecek, “millet” olacaktır. Bebekte bir hâfıza ve  şuur olmadığı gibi henüz millet haline gelmemiş toplulukta da bir tarih şuuru bulunmaz. Bir bebek,  annesinden çalınabilir. Kendisine süt ve yiyecek verildikçe bebek için bunun ehemmiyeti yoktur.  Henüz millet haline gelmemiş bir topluluğun başına da yabancı ve düşman bir kuvvet geçebilir. Eski  hayatı devam edip yiyecek buldukça o topluluk için de bunun değeri ve manası olamaz.

Fakat yedi yaşına gelmiş bir çocuğu annesinden ayırmak kolay değildir. Kendisine daha iyi şartlar  hazırlansa bile o çocuk, öz annesini arar. Onu geçici bir zaman için avundurmak belki kabildir. Hattâ  kendisine iyi oyuncaklar verildiği müddetçe bu çalınmış çocuk, asıl annesini hakikaten de unutmuş  olabilir. Fakat, annesini ilk gördüğü, bulduğu anda bütün oyuncakları ve nimetleri teperek annesine  döneceği tabiîdir.    Millet haline geldikten sonra da milletlerin başına yabancı kuvvetlerin geçmesi güçleşir. Vaatlere veya  cebirle buna razı olan milletler bile ilk fırsatta, tıpkı anasına dönen çocuk gibi, istiklâline, millî  benliğine dönecektir. Çünkü onda artık millî hâfıza, yani tarih şuuru teşekkül etmiştir.    Tarih şuuru, milletlerin hareket hatlarını tâyine yarayan bir millî savunma silahıdır. Hangi milletten  düşmanlık gelmiştir? Hangi rejim faydalı veya tehlikelidir? Ne türlü şahıslar iyilik ve kötülük edebilir?  İşte bütün bunların cevabını tarih şuuru verir.    Olgun bir insana bir takım zehirlerle muvakkaten hafızası kaybettirildiği gibi, milletlere de, milletlerin  zehiri olan propaganda, telkin ve iftira ile tarih şuurunu bir müddet kaybettirmek kabildir. Fakat olgun  millet kendisini çabuk toplar. Yalan propagandanın tesiri giderilir. Hakikat meydana çıkar.    Türk milleti, aşağı yukarı 3.000 yıllık mazisine rağmen çok denecek kadar genç milletlerdendir. Büyük  medeniyetler kurmuş olmasına rağmen genç millet olmanın iki mühim vasfını taşımaktadır:    1‐ Dili henüz kesin şeklini almış değildir.    2‐ Birinci sınıf insanlar yetiştirmiş olmasına rağmen halkının bir kısmı henüz göçebedir.    Çok genç olan, bu yüzden tarih şuuru olgunlaşamayan Türk milletine, bu şuuru tamimiyle  kaybettirmek için düşmanları tarafından yapılan telkinler, yani zehir sunmalar pek çoktur. Millî  şuurunu tam mânası ile hâkim bir Türk milletinin, kendi varlığı içinde o varlığı, düşman ve yabancı  unsurları asla yaşatmayacağını bilen “yabancı zümreler”, millî şuuruna afyon içirmek için ellerinden  gelen her şeyi yapmaktadırlar. Ecdadı ve kanı ile bu toprağa bağlı olan normal bir insan, şahsî  düşünceleri ne olursa olsun, topluluktan ne derece ayrı düşünürse düşünsün nihayet fedakârlık  edemeyeceği bazı sınırlara, mukaddes bildiği değerlere maliktir. Böyle bir insan yurt topraklarından  en küçük parçayı bile yabancılara bırakmayı düşünmez. Bir takım dolambaçlı yollarda, harpsiz milletin  mukaddes tanıdığı şeylerin aleyhinde bulunamaz. Tarihi düşmanımız olan milletlerle, hele o  milletlerin aleyhimizdeki ihtirasları malûmken, dost olmaktan bahsedemez. Her ne sebeple olursa  olsun, milletimiz üzerinde yabancı bir devletin hâkimiyetini aklına bile getirmez. Getirirse ta anormal  bir çılgındır, ya satılmış bir haindir veya bizden olmayan bir yabancıdır. Bunların üçü de bir kapıya  çıkar.    İstanbul’da “Vatan” gibi mukaddes bir ad taşıyan gündelik bir gazete çıkmakta ve bu gazetenin baş  yazılarını “Ahmet Emin Yalman” diye Türk ve Müslüman ismi taşıyan bir adam yazmaktadır. Bir çok saf  Türk okuyucular bu adamı Türk sanmakta ve bazen makûl ve doğru yazılar yazdığı için ona  inanmaktadır.    Esefle söyleyelim ki Ahmet Emin Yalman, Türk ve Müslüman değildir. Bu vatan ve milletle ilgisi yalnız  Türk pasaportu taşımaktan ve Türk tebaası olmaktan ibarettir. Ahmet Emin Yalman “Yahudi Dönmesi”  yahut “Selanik Dönmesi” denilen ve on yedinci asrın sonlarına doğru Sabetay Sevi adında  maceraperest ve serseri bir Yahudi tarafından kurulan gizli bir ırkî‐dinî cemaate mensuptur. Mesihlik  iddia eden ve mucize göstermek davasında bulunan bu çılgın Yahudi, Türk Padişahı Dördüncü Avcı  Sultan Mehmet tarafından huzuruna çağrılmış ve: “Seni kurşuna dizdireceğim. Ölmemek mucizesini  göster de hepimiz birden sana inanalım” hitabını alınca bütün Yahudilere has korkaklıkla padişahın  ayaklarına kapanarak Müslüman olmuştur.

Canını kurtarmak için yalandan Müslüman olup Mehmet adını alan bu münafık Yahudi, güya bütün  Yahudileri de Müslüman etmek gibi yüksek ve dini bir vazifeyi üzerine alarak Türkiye’nin türlü  bölgelerinde dolaşmış ve son yüzyılların bütün sahte peygamberleri gibi Rasputinizm ahlâksızlığına da  saplanarak bugün kısaca “Dönme” dediğimiz cemaatin temellerini atmıştır.    Sabetay Sevi öldüğü zaman Selânik’te 200 Yahudi ailesi onun bu gizli dinine girmiş bulunuyordu.  Dışarıya karşı gayet kapalı olan bu cemaat sıkı bir dayanışma ile günümüze kadar gelmiştir.    Bunlar yalnız kendi aralarında evlenirler. Zahirî Müslüman isimlerinden başka gizli Yahudi adları  taşırlar. Müslümanlarınkinden farklı olarak Yahudiler tarzında sünnet edilirler. Ölülerini ayrı mezarlara  gömer ve mezar başında gizli Yahudi âyini yaparlar.      Dönmeler kendi aralarında “Hâdibeyler”, “Karakaşlar”, “Kapancılar” adında üç kola ve âdeta üç  oymağa ayrılırlar ki bu, onların hiyerarşisidir. Kendilerine mahsus bayramları vardır. Bu bayramlardan  22 Martta yapılan “Kuzu Bayramı” yahut (Dört Gönül Bayramı) en korkuncudur.

Dönmeliğin iç yüzünü  anlatan ve İbrahim Alâettin tarafından yazılan “Sabetay Sevi” adlı kitapta (s. 64‐65) bu bayram şöyle  anlatılıyor:    Bu kuzu bayramı hakkında Sabetay zümresi mensuplarından Karakaşzade Rüştü, 1924 tarihinde  “Vakit” gazetesi muharririne şu izahatı vermişti:    Kuzu bayramı 22 adar (Mart)da yapılır. Bu bayram geceye mahsustur. Ve her sene kuzu eti ilk defa bu  bayram münasebetiyle ve hususi merasimle yenir. Bu merasimde en aşağı ikisi erkek, ikisi kadın  olmak şartıyla evli dört kişinin bulunması lazımdır. Kuzu ziyafetinde bulunacakların sayısı iki cinse  mensup evli çiftlerin arttırılması şartı ile istenildiği kadar çoğaltılabilir. Kadınlar iyi giyinmiş ve  elmaslarıyla süslenmiş oldukları halde sofra hizmetinde bulunurlar. Yemekten sonra biraz eğlenilir ve  muayyen zamanda ışıklar söndürülerek karanlıkta kalınır… Bu bayram vesilesiyle doğacak çocuklar bir  nevi kutsiyeti haiz tanınırlar. Ona “Dört Gönül Bayramı” adı verilir.

İşte bugün Türk basının kodamanlarından olan ve bütün millî meseleler hakkında fikirler beyan eden,  Türklük‐Müslümanlık dâvasının her safhasına karışan, Başbakan Adnan Menderes gibi aşağı yukarı  müttefikten sevilen bir devlet adamını, irticai korumakla suçlandıran adam bu cemaate mensuptur.    Deniz Binbaşısı İstanbullu merhum Mehmet Nail Bey’in oğlu, Deniz Kolağası (Ön yüzbaşısı) Dorul’lu  Merhum Hüseyin Efendinin torunu olan beni ve kardeşim Nejdet Sançarı, yani bu toprağa ve ırka  atalar, dedeler kanı ve hâtırasıyla bağlı insanları, “millî varlığımızın temellerini kundaklamakla  suçlandıran adam budur: Selânikli Ahmet Emin Yalman!

Millî menfaati o yolda gördükleri için “devletin başında halis Türkler bulunmalıdır” diyen milliyetçileri  “ırkçılar, nazistler” diye gözden düşürmeğe, onları âdeta vatan haini gibi göstermeğe yeltenen adam  bu gizli Yahudi ırkçısı Ahmet Emin’dir.

Millî meseleleri konuşuyormuş gibi gözükerek memlekette tahrikat yapan ve nihayet bu yüzden  aleyhinde takibata başlanan, başbakana: “Allah onunla dost olmaktan beni korusun” dedirten bu  Ahmet Emin’i, Yahudiliğine bağışlayarak mazur görebilirdik.    Fakat biz onun mazisini de biliyoruz. Bir zamanlar Türkiye’nin Amerikan mandasına girmesini  istediğini, doğu illerimizden bazılarını Ermeniler’e vermek teklifinde bulunduğunu, Türkiye’deki  azınlıkları gücendirir diye “Türk” adını taşımayıp “Osmanlı” kelimesini kullanmamız gerektiğini,  Ruslar’a teminat vererek onlarla anlaşmamızın büyük bir siyasi şart olduğunu hiç sıkılmadan,   utanmadan yazdığını da biliyoruz. Daha dün denecek kadar yakın bir geçmişte komünist Nâzım  Hikmet’in büyük bir vatanperver olduğunu yazması gibi vicdan hâilelerini bir tarafa bırakarak eski  yazılarından parçalar alalım:    “Umumi surette istiklâl istemekten ibaret bir kanaati, biz, canlı ve müspet addetmeyeceğiz”  (27.Ağustos.1919)

“Bir çokları bizimle insanî nokta‐i nazardan iştigal edecek ve sonra kendi kendine çekilecek bir devlet  bulunamaz, bu bir hayaldir diyorlar. Biz iddia ediyoruz ki böyle bir devlet vardır ve Amerika’dır. Bir  kısmımız istiklâl diyerek natıkaperdazlık ve avamperestlik ediyoruz”. (15.Eylül.1919)

“Bizim de, Ermeni meselesi hakkında bütün alâkadarlar için şayanı kabul ve devamlı bir tarzı tesviye  aramaya başlamamız muvafık olur… Arazi meselesindeki ifrat kârlıklar bize şimdiye kadar pek  pahalıya mal olmuştur. Unutmamalıyız ki Girit adasının bir noktasına bir Osmanlı bayrağı  rekzedilmesinde ısrar etmemiz yüzünden Balkan İttifakı ve Balkan Harbi vücuda geldi. Ermeni  meselesinde iki tarafın nokta‐i nazarını telif ederek devamlı bir tarz‐ı tesviye aramalıyız. Bulduğumuz  tarz‐ı tesviye parlak mahiyetini haiz olmamalıdır. Pazarlık şeklinde işe girişerek azdan başlayacak ve  adım adım geri çekilecek olursak mutlaka biz ziyan ederiz. Evvelâ şurasını itiraf etmek lâzımdır ki,  Ermeni Cumhuriyeti bizim memleketimizdeki Ermenileri istiap edemez. Ermenileri millî bir yurt sahibi  etmek ve Ermeni meselesiyle buna merbut entrika ve gürültülerden ilelebet kurtulmak için mutlaka  Ermeni Cumhuriyetine biraz arazi ilâve etmek lâzımdır”. (4.Ağustos.1919)    “Tâbiiyet ifade için “Osmanlı” yerine “Türk” kelimesini kullanmanın pek çok mahzurları vardır. Bu gibi  kelimelerin ezhân‐ı umumiye de teessüs etmiş olan mânâlar, birden bire değiştirilemez. “Türk”  kelimesine biz şu mânâyı veriyoruz demek maksadı temin etmez. Türk kelimesinin manası ne kadar  tevsi edilse bunun için “Türkçe” söyleyen Müslüman mefhumundan başka bir şey sıkıştırılamaz.  Devlet, bir Türk devleti olursa milyonlarca kürdün her tarafta ayrı bir uzviyet teşkil etmesi lâzım gelir  ki, buna gerek Türkler’in ve gerek kürtlerin ekseriyeti muarızdır. Bundan başka harpten sonra vâsî  miktarda muhaceret vuku bulacak. İktisadi sebepler muhtelif Avrupa memleketlerinden milyonlarca  insanın harice muhaceretini intaç edecektir. Bundan başka bir takım siyasî buhranların da önüne  geçmek mümkün olamayacak, siyasî esbap tesiriyle kendi kendilerine ikinci bir vatan aramaya mecbur  kalanlar pek çok olacaktır. Anadolu gibi nüfusu az, zengin bir memleketin bunlardan mühim bir  kısmını cezp etmesine ihtimal yoktur. Bu ecnebileri Amerika’da yapıldığı gibi, Osmanlılık kapısından  siyasî hayatımıza sokmaktan ve sonra harsî Türk tesirlerine mâruz bırakmaktan başka, bizim için hiçbir  çare‐i necat yoktur. Hariçten geleceği muhakkak olan büyük miktarda ecnebileri temsile imkân tehiye  edilmemesi Türklerin Anadolu’daki mevcudiyetine halel verebilir”. (29.Ekim.1919)    “Ruslar kimseyi tehdit etmek istemiyorlar. Fakat kendi emniyetleri hakkında son derece hassas, âdeta  vehham bulunuyorlar. Memleketlerini yeniden tamir etmeğe, teçhiz etmeğe ve henüz gelişmemiş  kaynakları işletmeğe koyulmazdan evvel kendi muhitlerinde emniyet ve asayiş hüküm sürdüğüne kani  olmak istiyorlar.    Kendi hesabımıza Ruslar’a bu kanaati, bu emniyeti vermek ve çok iyi imtihanlardan geçen Rus‐Türk  dostluğunun güzel ananelerini yeniden canlandırmağa çalışmak, millî siyasetimizin ihmal  edemeyeceği bir hedeftir.    Çok şükür ki Moskova’da bu gayeyi tamamıyla kavrayan, yeni Rusya’yı tanıyan, seven, dilini bilen, çok  anlayışlı bir elçimiz vardır. Gazetelerimiz ve hepimiz ona destek olacak surette hareket edersek; iyi  komşu, güvenilecek dost ve hariçte kendi hesabına emniyetten başka bir şey aramayan bir millet  olduğumuzu Ruslara inandırmak güç olmaz, karşılıklı vehimlerin hakikati boğacak bir sis tabakası  yaratmasını böylece önlemiş oluruz.

Rus insanı da, Türk insanı da iyi insanlardır. Çok bela görmüşlerdir. İyiliğe susamışlardır. Anlaşma ve iş  işbirliği yolundaki tecrübeleri, kendi hesaplarına da, insanlık hesabına da mükemmel neticeler  vermiştir. Tarihi hataları tekrar etmemek ve iyi tecrübelerden lâzım gelen dersleri almak; iki taraf için  de tabiî bir vazifedir”. (27.Nisan.1944)

Bütün bunlar kendisine gösterildikten sonra bile, Ahmet Emin’in, hiçbir şey olmamış gibi, yurtseverlik  dersi vermekte devam edeceğine eminim. Fakat acaba, bunları gördükten sonra, Ahmet Emin’in  şahsında doğru görüşlü bir memleket evladı (!) bulduklarını sanan bazı Türk gençleri ne  yapacaklardır? Ahmet Emin’le ağız birliği ederek ötede beride bana sövdükleri için pişmanlık duymak  faziletini gösterecekler mi, yoksa Türk vatanını ve istiklâlini peşkeş çeken o “Dönek Dönme” ile aynı  safta kalmakta devam mı edecekler?    Ben vaktiyle resmî ağızlardan bile vatan hainliği iftirasına uğrarken perdenin arkasında veya önünde  yine aynı devşirme ruhu ile cemaatlerinin karakterini yukarda kısaca anlattığım aynı dönmelik vardı.

Dönmeliğin basındaki mümessili bugün Ahmet Emin’dir. Onun maksadı: Aşağı yukarı yirmi bin kişilik  gizli Yahudi dönmesi cemaatinin Türkiye’ye manen, iktisaden ve belki de maddeten hakim olmasıdır.  Bu gayeye doğru plânlı bir şekilde ilerlemektedirler. Bugün hepsi refah içindedir. Aralarından bir çoğu  profesör, öğretmen, gazeteci, doktor ve avukattır. Çoğu zengin tüccardır ve ticarethanelerinde yalnız  kendi ırkından insanlar çalışmaktadır. 1943’te aralarında verdikleri karar gereğince Türkiye’nin  şimdilik yüksek kültür mevkilerini işgale uğraşmaktadırlar. İçlerinde askerî doktor vardır, fakat harp  sınıfından subay yoktur.

Ahmet Emin’in mütemadiyen dönmesi, menfaat rüzgârlarına uymak içindir. Daima daha zengin, daha  yüksek mevkide olmak için cemaat kanunları gereğince bunlar mubahtır. Benim aleyhimde yazması,  sırf millî tarih şuurunu uyandıracak bir iki yazı yazdığım içindir. Kandırdıkları ve kendilerine  uydurdukları bazı gafillerle birlikte Türkçülüğe ve mukaddesata karşı dönmelerin açtığı savaş, onlar  için Türklük arasında erimemek, Yahudi dönmesi cemaatini korumak davasıdır. Bunu açıkça söylemek  imkânına mâlik olmadıklarından dolayı daima dolambaçlı yollardan gidiyorlar ve devrin geçer akçası  ne ise onu kullanmaktan geri kalmıyorlar.

Türk vatanında Ahmet Emin gibi bir “Yahudi dönmesi” benim gibi bir “TÜRK”ü millî varlığın temellerini  kundaklamakla suçlandırıyor.

Baht utansın!   

KAYNAK: ORKUN, 20 Nisan 1951, Sayı: 29

Leave a comment