Refik Halid KARAY: Riyakârca Düşünceler Üzerine… / Deneme
“Tanıdıklarım” Kitabından:
Dilimiz Ne Der,
Biz Ne Düşünürüz?
Refik Halid KARAY
İnsanların yüreğini duvar ilanı gibi yanılmadan, şaşırmadan, suhulet ve selasetle1 apaçık okumaya başlayalı, yani bir hayli zamandır, hayat bana bir eğlence oldu. Dudaklarımda müstehzi bir gülüş, kayıtsız ve alışkın, herkese bakıyor, herkesi görüyor, herkesin yüreğini okuyor, artık boş lafa kanmıyor, dökülen dillere inanmıyor, dinen sözlere aldanmıyorum. Ben ağızdan çıkanı değil, zihinlerden geçeni, yüreklerde saklananı işitiyor, artık yalnız onları okuyor, onları muhakeme ediyorum. Ben bu ilmi nereden öğrendim, hangi mektebin mezun uyum, kimden icazet aldım, üstadım kimdir bilmiyorum.
Fakat nasıl doğuştan bir istidat ile hikaye yazdım, mizah yaptım, eski lisanı öğrendim ve yeni lisanı terennüm ettimse, bunu da öyle hocasız ve şahadetnamesiz, kendim de farkında olmayarak, öğrendim; daha doğrusu, baktım ki bunu öğrenmişim, bunda da maharet ve meleke sahibi olmuşum… Şimdi bu bilginin verdiği bir gurur ile dünyanın bütün alimlerini, bütün şeyhlerini ve dervişlerini, meşahir* ve esatizinden* hepsini hiçe sayıyor; avucumun içi gibi gördüğüm insan yüreklerini tetebbu* ve mütalaa* ile kitaplardan müstağni ne eğlenceli, ne istifadeli ne meraklı bir ömür sürüyorum!
Ben kulaklarımı insanların sözlerine değil, yüreklerine veriyorum ve dediklerini değil, düşündüklerini dinliyorum!
İşte misali:
*
Vapurdayım … Bir tanıdık gelip karşıma geçiyor, yüzüme baktıktan sonra bir dost edası, bir dost tatlılığıyla, mütebessim diyor ki:
“Maşallah, seni iyi gördüm, rengin yerinde, görmeyeli toplamışsın, vallahi memnun oldum!”
Ben başımı kaldırıp muhatabıma şöyle yüreğine doğru, zihninin içini arayıp tarayan gözümle bir bakıyorum ve görüyorum, okuyorum, anlıyorum ki hakiki lisanıyla öyle söylemiyor; şöyle diyor:
“Amma da semirmişsin, besili kaza dönmüşsün, pirzolayla şarabı at gövdeye, bak keyfine. Dünyaya metelik verme, sonra bir de zaruretten bahset! “
Hatta daha ileri varanı da bulunur:
“Elbette semirirsin, az para mı vurduydun? Şimdi afiyetle ziftlen! “
Ben işitmemişlikten gelirdim:
“Teşekkür ederim,” derim.
*
Hasta olursunuz, neden sonra iyileşirsiniz, yolda biri rast gelir, der ki:
“Geçmiş olsun efendim, pek merak ettikti, neyse geçirdiniz a, Allah bir daha göstermesin!”
Acaba doğru mu diyor, yoksa? Hemen yüreğine göz atanın ve bir de bakarım ki şöyle söylüyor:
“Geçirdi be … Halbuki ümitsiz diyorlardı. Fakat acı patlıcanı kırağı çalar mı? İyi bir adam olsaydı çoktan giderdi;
yaşa bakalım, biraz daha yaz, biraz daha söv, say! Sende bu muzır huy varken dünyaya temel çivisi kakarsın!”
Ben aldırmam, alelusul:
“Teşekkür ederim,” derim.
*
Bir mansıba1 geçmişim, tebrike geliyorlar, hepsinin yüzü neşeli, dudaklan mütebessim, hulûs, samimiyet, memnuniyet gözlerinden, sözlerinden, el verip temenna edişlerinden taşıyor:
“Allah hayırlı etsin, Allah muvaffak-ı bilhayır buyursun, daha ala mevkilerde görürüz inşallah, zaten sizin zeka, sizin dirayet ve fetanetinizle* şu memuriyet doğrusu mütenasip değilse de ankarip1, biavni hüda*, o da olur, memleket sizin gibi genç, fatin, harniyetli ricale muhtaç ! İlah … ”
İçine bakarım ki şöyle düşünüyor:
“Ne günlere kaldık ey gazi hünkar! Böyle mühim, yüksek bu mevkiye nasıl olur da seni getirirler, senin kaç paralık meziyetin var ki… Üç günde kepaze olursun a, o muhakkak, fakat memlekete günah ! Hükümet çoluk çocuk elinde kaldı, tevekkeli inkıraz bulmuyoruz!”
Cehren* şöyle devam eder:
“Size olan samimiyetimi, muhabbetimi bilirsiniz, hüsn-ü ahlakınızın eskiden beri meftunuyum, beklediğim bir menfaat de yok, kalbimden geçeni söylüyorum, gazetede okuduğum zaman dünya benim oldu ! ”
Yürekten ise şöyle geçirir:
“Hani pek sevdiğim bir mal da değilsin a, huysuzun birisin, lakin ne yapayım, e1inde nüfuz var, benim şu işi belki yaptırtının diye söylüyordum, avanakl Fakat şimdi açmaya gelmez. Hele beş on gün geçsin … Aman yarabbi, seni de mi bu mevkide gördük? Gazeteyi okuyunca ev başıma yıkıldı sandım!”
Ben bermutat, vurdumduymazlıktan gelirim:
“Teşekkür ederim,” derim.
*
Matbaada muharrir arkadaşlardan biri ziyarete gelir:
“Monşer, neydi o geçen günkü makalen, bir şaheser, belki on defa birbiri arkasına okudum, okudukça hayran kaldım!”
Gözlerimi çevirir, yoklarım… Söylediğiyle düşündüğü taban tabana zıt:
“Ahmağın biri methetti de şöyle bir göz gezdirdim, ne saçma yazıydı o Yarabbi! Ne tahrirde selaset var, ne fikirde zarafet … Bir defa bile okumaya tahammül edemedim!”
O medihlerinde ısrar eder:
“Hem biliyor musun, gittikçe sanatın tekamül*ediyor, günden güne terakki var, makalelerin hepsi birbirinden parlak, inci tanesi gibi kıymetli yazılar, kusursuz mu kusursuz!”
“Hem farkında mısın budala, gittikçe düşüyor, günden güne fenalaşıyorsun, makalelerin hepsi birbirinden soğuk, çakıl taşı gibi beş para etmez yazılar, kusurlu mu kusurlu!”
Ben anlamamışlığa vururum:
“Teşekkür ederim,” derim.
*
Kapı çalınır, hizmetçi çoktan beri yüzünü görmediğim, semtime uğramayan birini haber verir:
“Efendim, ziyarette kusurum var, biliyorum, mahcubum ama emin olunuz ihlasta kusurum yok … Aile gailesi, vakit bulup da tasdi edemiyorum ki. Yoksa Allah’ın günü ziyaret emelindeyim!”
O söyleyedursun, ben içyüzünü görür, onu işitirim:
“Etrafta bazı sözler, buhran-ı vükela lafları dolaşıyor da… Belki seni de yine bir mevkiye geçirirler, ne olur, ne olmaz bir uğrayayım dedim de onun için geldim; yoksa bu kışta, bu kıyamette şu cehennemin bucağına kalkıp gelir miydim? Hatırımda bile yoktun!”
Ben onu da bozmam:
‘Teşekkür ederim,” derim.
*
Bakkal der ki:
“En alasıdır, efendim, sizin için bilhassa ayırdım, ağızda eriyor! ”
Ben bunu şöyle okurum:
“Daha fenası can sağlığı , bu işlerden çakmadığını bildiğim için sana ayırdım, altı saat kaynat, yine yutabilirsen bravo sana! “
Dükkancı der ki:
“Sermayesine veriyorum efendim, siz müşterimsiniz diye … Yoksa başkasına bu malı beş liradan beş para aşağı satmam! ”
Gönlünden geçen böyle değildir:
“Bende sermayesine mal verecek göz var mı? İster müşterim ol, ister olma, arşınından iki lira kazanmadıkça ben adama mal mı veririm?”
Bilmezliğe vururum:
“Teşekkür ederim,” derim.
*
Bir politikacı karşıma oturur:
“Zavallı memleket, değersiz ellerde harap oldu, bu ne suiidaredir, bu ne hıyanet ve cinayettir! Ehil, dirayetli, namuslu adamların mevkii iktidara gelip devleti tam kurtaracakları zaman bu… Mesela zatıalileri gibi zevat… ”
Yüreğini araştırırım, görürüro ki şöyle diyor:
“Memleketi düşündüğüm filan yok, zaten kimin elinde olsa bitmiş … Ben de gelsem yapacağım bu; lakin mazul, mağdur durmaktan da imanım ağladı. Şöyle bir koltuk ele geçirip beş, on para yapsam, ötesini düşünmem, senin de ne mal olduğunu bilirim a, sanki öbürlerinden farkın ne?”
Aptal aptal gülerim:
“Teşekkür ederim,” derim.
*
Bir yiğit menakıbını hikayeye başlar:
“Dört kişi karanlıkta önüme çıktılar, yangın harabesindeydik, in yok, cin yok… Silah da taşımam, işim fena, korkaklığa gelmez, dedim, hemen silkindim, bir tokat birine, bir tekme öbürüne, diğer ikisini de omuzlarından yakalayıp şöyle sarsıverdim, çil yavrusu gibi dağıldılar, tabana kuvvet kaçtılar! Benim yerimde siz de olsanız öyle yapardınız a, bilirim cesaretiniz vardır, şecisinizdir*!”
Şöyle yüreğini yoklarım, bakarım ki yufka:
“Köşe başında bir gölge görür gibi oldum, benim gölgem miydi, başkasınınki mi, duruyor muydu, yoksa yürüyor muydu, pek farkına varmadım ama korkumdan yüreğim ağzıma geldi, tersyüzüne bir döndüm, tabanları kaldırıp öyle bir kaçmaya başladım ki arkamdan sapan taşı yetişemezdi… Sen de benim gibi gölgesinden korkan bir adamsın a!”
Anlamamış dururum:
“Teşekkür ederim,” derim.
*
Bir gün nazır çağırır, der ki:
“Zatıalinizi şu mevkiye tayin etmek istiyorum, dirayetiniz, vukuf ve ihatanız bizce mücerrep*, kabul buyrulur mu? Beraberce çalışırız! ”
Kulaklarımı zihnine uzatırım, bakarım ki şöyle söylüyor:
“Bana kalsa seni hademe bile yapmam ama öyle icap etti, ne dirayetten nasibin var, ne vukuf ve ihtisastan… “
Hiç duymamıştan gelirim:
“Teşekkür ederim,” derim. “Zat-ı devletleri gibi kıymettar bir recul-ü devletle bulunmak acizlerince pek ziyade şayanı iftihardır!”
O benim gibi yüreklerden geçeni okuyacak dirayette bir adam mıdır bilmem… Canı yürekten:
”Teşekkür ederim,” der.
Halbuki ben ona:
“Senin gibi kıymetsiz bir amirle beraber çalışmak çekilir bela değil, ama ne yapalım, artık bu defalık böyle gitsin!” demiştim.
Ah bizler, bu insanlar!
___________________
Sözlük:
* selaset: akıcılık
* meşahir: meşhurlar
* esatiz: üstadlar
* tetebbu: bir şeyi iyice inceleme, onunla ilgili bilgi edinme, araştırma
* mütalaa: tetkik, etüt
* müstağni: elinde olanla yetinen, doygun
* mansıp: makam, yüksek memuriyet
* fetanet: çabuk anlama ve kavrama yeteneği
* ankarip: çok geçmeden
* biavni hüda: allah’ın yardımıyla
* cehren: yüksek sesle, açıktan, alenen
* tekamül: olgunluk, olgunlaşma
* şeci: yürekli, yiğit
* mücerrep: denenmiş, sınanmış