# Etiket
##GENEL

Prof. Dr. Süleyman Hayri BOLAY: ZİYA GÖKALP’İN SİSTEMİNDE DİNİN YERİ VE ÖNEMİ

ZİYA GÖKALP’İN SİSTEMİNDE DİNİN YERİ VE ÖNEMİ

Prof. Dr. Süleyman Hayri BOLAY

Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

TÜRK YURDU, EKİM 1987

Her büyük mütefikkirin metafizik meseleler üze­rinde kafa yorduğu ve metafizik yorumlar getir­diği tarihin ilk devirlerinden beri bilinen bir ger­çektir. Metafizik meselelerle uğraşmayan, bu hu­susta derinliği olmayan düşünürler satıhta kalma­ya ve olayların arasında sıkışıp gelişememeye mahkûmdurlar. Bu, şairler için de böyledir. Büyük şairler metafizik endişeler taşıyan ve metafizik gerilimlerini muhafaza eden büyük sanatkârlardır; bu tarz endişeleri olmayan şairler büyük sanatkâr olamamışlardır.

Türk cemiyetinin dünü, bugünü ve yarını hak­kında araştırmalar yapmış, düşünceler serdetmiş, hükümler yürütmüş ve yeni bir cemiyet üzerinde sistemli olarak düşünmüş bir mütefekkir ve bir sosyolog olarak Ziya Gökalp sisteminde dine bü­yük bir yer ve önem vermiştir. O bu bakımdan de­rin metafizik endişeler taşımış ve metafizik prob­lemler üzerinde uzun müddet kafa yormuş aynı za­manda yeni fikirler getirebilmiş bir düşünürümüz- dür. Bu bakımdan Gökalp hem felsefî hem dinî, metafizik görüşler ileri sürmüştür. Onun üzerinde durduğu esas mesele yeni Türkiye’de dinî haya­tın nasıl olacağı ve bilhassa İslâmiyet’in nasıl bir yer işgal edeceği meselesi idi;

DİN ve CEMİYET

Gökalp’in cemiyet hayatında dine büyük bir yer ve önem vermesinin kaynağı, onun sosyolojik fi­kirlerinin temelini teşkil eden Durkheim sosyolo­jisidir. Çünkü Durkheim’e göre bütün İçtimaî müesseselerin kaynağı, din olup hepsi ondan çıkmış­tır. Bunun yanında Auguste Comte’un ileri sürdü­ğü ve üç hal kanunu ile ifade ettiği insan zihninin ve insan cemiyetlerinin “üç devreden geçtiğini belirten düşüncesi, hem Durkheim’a hem de do­layısıyla Gökalp’a tesir etmiştir. Çünkü bu düşün­ceye göre insan zihni ve cemiyetleri dinî ve me­tafizik devreleri geride bırakmış ve pozitivist de­nilen ilmin hâkim olduğu bir devreye gelmiştir. Dolayısıyla dinin hâkim olduğu cemiyetlerin de geride kaldığı fikrinin yaygınlaştığı bir zamanda Gökalp’in bu fikirlerden bazı izler taşıması tabiîdir.

Gökalp her ne kadar Durkheim’dan bazı esâs­lar almış ise de onu aynen kopya etmemiş veya fikirlerini aynen nakletmemiştir. Hatta onu bazı noktalarda aşmıştır. Gökalp her şeyden önce inanmış bir müslümandır. Bu sebeple o din deyince evvelâ İslâm’ı anlamaktadır. Dolayısıyla Gökalp di­ne sosyolojik bakımdan sosyal bir müessese ola­rak bakmazdan evvel, bir mümindir.

İslâm onun kalbinde, vicdanında ve kafasında çok değişik akisler uyandırmıştır. Hatta sadece akisler değil bir takım çatışmalar da hasıl etmiştir.

O, “Felsefeye Doğru” adlı yazısında şunları söy­lemektedir: “Kalbimiz dinî, ahlakî, bediî kıymet­leri anlar, onlardan vecd alır; bu vecdlerle saadet içinde yaşar. Aklımız ise kıymetleri maddî kadro­lara sokmaya çalışır. Akıl bu işte muvaffak olama­yınca akıl ile kalp arasında gayet şiddetli bir mü­cadele başlar.”

Gökalp her ne kadar Durkheim’dan bazı esaslar almış ise de onu aynen kopya etmemiş veya fikirlerini ay­nen nakletmemiştir. Hatta onıı bazı noktalarda aşmıştır. Gökalp her şey­den önce inanmış bir müslümandır. Bu sebeple o din deyince evvelâ İs­lâm’ı anlamaktadır. Dolayısıyla Gö­kalp dine sosyolojik bakımdan sos­yal bir müessese olarak bakmazdan evvel, bir mümindir.

Gökalp bu çatışmadan felsefe yardımıyla kur­tulmanın mümkün olduğunu söyler. Sürgünde ol­duğu sırada yazdığı mektuplardan birinde de ay­nı çatışmadan söz etmesinden, onda bu gibi kafa- kalp mücadelesinin zaman zaman devam etmek­te olduğunu anlamaktayız. O, bu yazısında zihin ile kalp arasındaki çatışmanın şahsiyet yönünden insanı böldüğünü ve insanda ruhî bakımdan çifte şahsiyet kavgası haline geldiğini işaret etmekte­dir. (L.M.M. s. 594)[1]

Gökalp herşeyden önce dinin ferdî hayatta oy­nadığı rolü ortaya koymak ister. Bunun için o, me­seleyi ferdi şahsiyetin gelişmesi noktasından ele alır, ve dine ferdin ruh dünyasındaki bıraktığı de­rin tesirler açısından bakar; bunun insan şahsiye­tinin teşekkülündeki akislerini meydana çıkarma­ya çalışır. Bundan dolayı evvelâ Gökalp’in DİN kavramından ne anladığını belirtmemiz gerek­mektedir.

Ona göre din mâhiyeti icabı “Fevkâl-Ahlâk”, “Fevkâl-Bediîyât”, “Fevlcâl-Mantık” bir tabiata sa­hiptir. Din, genel ahlâktan daha üstündür. Çünkü ahlâk, insanı “Fazilet”’e kadar yükseltebildiği hal­de din, onu “Evliyalık” denilen kutsî makama ka­dar yükseltir. Gökalp dinin bediîyâtın (Estetiğin) de üzerinde olduğunu söylerken, bunun kayna­ğına kadar inmektedir. Onun nazarında bizim ço­cukluk yıllarımıza ait Ramazan geceleri, bayram âyinleri, mevlitler, Kandiller, Câmilerdeki cema­atle kılman namazlar ve müşterek yapılan çeşitli ibadetler yani bütün dinî yaşayışlar ruhumuzda derin izler bırakmaktadır ki, işte bu izler somadan kutsallaşarak estetik duygularımızın kaynağını teş­kil etmektedir. Demek ki Gökalp güzelliğin kay­nağı olarak çocukluk hayatımızda yaşadığımız mu­kaddesleri kabul etmektedir. Böylece mütefekkirimiz ahlâkî, İlmî ve estetik değerlerin kökünü din­de görmektedir.

Gökalp, evliyanın yani velilerin idrak vasıtası­nı da mantık-üstü olarak görür ve onların “Zevk, hâl, Mükâşefe” ile idrak ettiğini söyler. Mâhiyeti her ne kadar normal hayatın üstünde ise de din, müessese olarak, insanlara ve cemiyetlere hitap etmek ve onlardaki bozuklukları düzeltmek gâyesiyle gelmiştir. Bu bakımdan din kesin ikitadları ve feyizli ibadetleriyle ruhları vecd içinde coştu­rur, birbirine bağlar ve samimî bir saadet verir. Dinî hayat işte bu vecdleri yaşamak ve bu ulvî zevkleri tatmaktan ibarettir. İnsanı mânen tatmin eden, ona en kalıcı ve en tatmin edici değerleri veren din onu en iyi, hattâ medeniyetten de iyi mesud etmekte, mutlu kılmaktadır. Bunun için imân ve ibadetlerle dinî duygu daima kuvvetlen- melidir. Bu duygu vicdanlarda zayıflarsa herkesin bu müesseseden beklediği sevgi, şefkat, vecd ve sevinç (sürür) de kaybolur. Halbuki insanın sev­giye, şefkate, ümide, huzura ve teselliye daima ih­tiyacı olmuştur. Ve her zaman da olacaktır. Hatta bu ihtiyaç azalmadan devam edecektir.

Gökalp, Malta Mektuplarından birinde “en iyi dinin Allah’ı en çok sevdiren din” olduğunu ya­zıyor. Allah’a inanan, O’nu seven, ve O’na tam bağlanan kimse, ne sinirli olur, ne de bunalıma dü­şer. Çünkü Gökalp’a göre “sinirlilik iman zayıflı­ğından gelir” (L.M.M s. 104). Onun nazarında ha­kikî iman “Tarihî yürüten kuvvettir. Milletleri me­deniyetleri yükselten odur.” (a.g.e. 604). Bu son fikir, Hegel’in tarih felsefesinde ileri sürdüğü ve Küllî Ruh tarihte üstün akıllı kahramanlarla tecellî eder, şeklindeki fikrini hatırlatmaktadır. Gökalp bu hususta aynca şunu söylemektedir: “Allah ira­desini, evvel emirde umumun vicdanı suretinde tecelli ettirir, soma bu umumî vicdan İlahî kuvve­tiyle fiile münkalib olur” (a.e.s. 525). Böylece, İla­hî irade fertlerin vicdanında bir kuvvet haline ge­lerek yine İlahî kuvvetin yardımıyle fiilen tahak­kuk safhasına girmiş olmaktadır. Görülüyor ki Gö­kalp, Allah’a imanın cemiyet hayatındaki tecelli­sini cemiyetin hareketi ve gelişmesi ile bağlamak­ta ve dinin ferdî vicdanlarda oynadığı büyük ro­lün cemiyete nasıl aksettiğini ortaya koymaktadır. Bu bakımdan din fertlere mukaddes gâyeler ve idealler veren bir müessese olarak aynı zamanda

bu ideallerin gerçekleşme safhasına dökülmesiyle cemiyetlerin gelişmesi ve yücelmesi birbiriyle irtibatlandırılmaktadır. Gökalp, bu bakımdan di­ni, fertleri seve seve idealleri uğrunda ölüme sevkeden en kuvvetli müessese olarak görür. Fert­lerin vicdanında ahlakî, bediî ve çeşitli tesirler uyandıran din, böylelikle millî kültürün yâni Gökalp’in tabiriyle “Millî harsın menba’ı” olmaktadır.

DİN ve TERBİYE

Dinin cemiyetteki, özellikle İslâmiyetin, Türk cemiyetindeki yerine az-çok izah getirmiş olan bu fikirler Gökalp ’in din tâbirinden ne anladığını da kısmen ortaya koymuş bulunmaktadır. Fertlerde, cemiyetlerde ve hatta tarihte derin akisler uyan­dıran din müessesesinin eğitim bakımından da bir yeri ve önemi olması icab eder. Gökalp bu nok­tanın da üzerinde durmakta ve şöyle demektedir:

“Terbiye nokta-i nazarından en faydalı olan âmil din’dir.” Zira, “dine göre ruh, bütün kemâllerin cami’i olan Ulûhiyyetin bir nefhasıdır. Ruhta hem | bir irade, hem de vazife mükellefiyeti vardır, bu : mükellefiyetin müeyyidesi olmak üzere uhrevî bir mesuliyeti de vardır.” (Z.G. Diyor ki, s.53, 54, İn­san Telâkkisi adlı makale).
O, Malta Mektupların­dan birisinde din eğitiminin önemini ve faydasını şöyle belirtir: “Din ve ahlâk dersleri de en vecitli derslerdir; fakat ma’atteessüf bizde bu dersler vecdli bir surette okutulamıyor. Çocuklara Al­lah sevgisi, mefküre sevgisi iyi verilemiyor. Ço­cuklar bu duyguları da, edebiyatın İlâhîlerinden, destanlarından almak mecburiyetindedir.” (a.g.e. s.73)

Gökalp terbiyenin esası olarak da ruhun terbi­yesini almakta ve onun güzelleştirilmesini, mad­dî kirlerinden arınmasını istemektedir. Bunun için ruhun aslî kaynağından yani Allah’tan uzak kalma­masını, çünkü hakikî güzelliklerin ruhta bulundu­ğunu, insanın ruhu ile insan olduğunu vurgulamaktadır. Yine mektuplarından birisinde “İnsan ayağını yere basmadan duramaz, ruhunu da Al­lah’a dayandırmadan yaşayamaz. Beden gibi ruh da bir istinadgâha muhtaçtır. Dua ve tevekkülden ayrılmayan ruha, gam, kasvet giremez; çünkü şey­tan giremez.” demektedir. (L.M.M. s.278, 66) Ruhun terbiyesinde tasavvufî hayatı da lüzum­lu gören Gökalp, mutasavvıfı “Evliyalık derece­sine çıkabilen sâlik” olarak tarif etmektedir. İn­sanda yüksek temayüller uyandıran bilhassa uh­revî itikadlar, Gökalp’ın kuvvet-fikirleridir. Gökalp bu kuvvet-fikirlerle insan faaliyetlerine ve cemi­yet hayatına yeni bir dinamizm getirmek istemek­tedir. O bunun için tasavvufî hayat ve evliyalık ile ilgili fikirlere büyük önem vermekte bu hususta­ki izahlara ferdin ve cemiyetin ruh ve ahlâk terbi­yesindeki rolü bakımından ağırlık vermektedir. Çünkü ona göre din beşer-üstü kaynağı ve mâhi­yeti ile insana küçüklüğünden itibaren iman, ümit, sevgi, şefkat, merhamet, fedâkârlık, metânet, sa­bır ve kardeşlik duygusu vermektedir. İnsanın bunlan kazanırken küçük yaştan itibaren şahsiye­tinin ve seciyesinin ortaya çıkışında dinin rolü baş­ta gelmektedir. Hatta Gökalp’e göre imam kuvvet­li olan müminlerin ferâgat ve sekîneti daha fazla olduğu gibi, şahsiyeti de daha kuvvetlidir. İmanı zayıf olanların ferâgat ve huzuru, aynı zamanda şahsiyeti daha zayıftır. Gökalp, burada terbiye ba­kımından çok mühim bir netice çıkararak hayat- lannda kuvvetli bir seciye gösterenlerin bu duru­munu, çocukluklannda aldıkları sağlam dinî ter­biyeye bağlamaktadır. O, şöyle der: “Bütün hayat- lannda kuvvetli bir seciye gösteren insanlar, umu­miyetle çocukluklannda dinî bir terbiye alanlar­dır. Çocuklukta din terbiyesi almayanlar, ölün­ceye kadar şahsiyetsiz kalmaya, iradesiz ve se­ciyesiz yaşamaya mahkûmdurlar.” (Dine Doğru)

Görülüyor ki Gökalp, ferdin seciyeli ve karak­terli olmasında irade kazanmasında ve yüksek şahsiyet sahibi olmasında dinî terbiyeyi esas al­maktadır. Fakat onun asıl maksadı bu değildir; O’nun asıl maksadı dinin ferdî hayattaki rolünü ba­samak yapıp cemiyet hayatındaki rolüne ve tesir­lerine yeni bir izah tarzı getirmektir. O şöyle dü­şünür: “Dinin rolü yalnız fertlere şahsiyet vermek­ten ibaret değildir, cemiyetlere şahsiyet veren de yine dindir.” Artık burada dinin rolü değişik va­sıtalarla kendini göstermektedir Fertlere en yük­sek şahsiyeti din, veliler (evliya) vasıtasiyle kazan­dırırken, cemiyetlere şahsiyetini peygamberler vasıtasiyle kazandırmaktadır. Çünkü peygamberler evliyanın fevkında olup vahye mazhardırlar. Ve in­sanları, cemiyetleri bataklıktan kurtarıp mutlulu­ğa erdirmek için gönderilmişlerdir. Onlar, cemi­yetlere kat’î şahsiyetlerini veren semavî bir kitap, kutsal bir sünnet ve dinî bir teşkilâtla beraber ge­lirler. Peygamberler hem halka, hem de hakka yö­nelmişlerdir. Haktan aldıkları herşeyi Hak adına her çeşit insana ve halk topluluklarına ulaştırarak onlara mal etmeye çalışırlar. Böylelikle halk top­luluklarının ve her çeşit insanın bir iman ve ahlâk birliği etrafında kaynaşmalarını sağlayıp yeni bir cemiyet tipi meydana getirirler ve bu cemiyete de kat’î şahsiyetini kazandırırlar. Nitekim, Gökalp’e göre enbiyanın sultanı olan Peygamberi­miz (A.S.M) çöl araplarının “amîk-derin- bir cahiliyetten en yüksek bir hars ve medeniyete yük­seltmiş, dolayısiyle neşrettiği din yüz sene sonra insanlığın büyük bir kısmının içtimaî ve ferdî nâ­zımı ve mürebbisi olmuştur.” (Dine Doğru) Çün­kü nebiler, gönlü Hak ile ama kendisi halk ile olan kimselerdir. Veliler de bu hususta onları rehber alırlar. Gökalp, bunu diğer insanlar için şöyle formülleştirir: “Şeytanı ruhumuzdan kovmak, Allah’ı kalbimizde daima hazır bulundurmak…” Veliler bu yönden peygamberlere uyarak ölü cesetleri değil ama ölü ruhları diriltirler ve kişilere şahsi­yet bütünlüğü kazandırırlar. Gökalp, bu hususta bir büyük velinin kendisine niçin keramet göster­miyorsun denilmesine karşılık “Hazreti İsa ölmüş cesetleri dirilterek mucize gösteriyordu. Biz ise ölmüş ruhları dirilterek mucizeden daha üstün bir keramet gösteriyoruz”, diye cevap vermesini mi­sâl göstermektedir.

İSLÂM BEYNELMİLELLİĞİ

Bir inanç sistemi İçtimaî hayatta bilhassa ahlakî yönden nasıl bir terbiye vasıtası olabilir? Gökalp, bu sorunun da cevabını araştırıyor. Her din cemi­yet hayatına tesir etmek ve fertleri, cemiyetleri ıs­lah ederek mânen yükseltmek gayesi ve iddiasıyle gelmiştir. Bundan dolayı en ilkel din bile sos­yal hayattan tecrit edilemez. Gökalp bu sosyolo­jik hakikatin farkındadır. Bu sebeble dinin cemi­yette tesirli olabilmesi için bir teşkilâta sahip ol­masını lüzumlu görür. Ona göre bu teşkilât, üm­met teşkilâtıdır. Peygamberler ise ümmet teşki­lâtını kuran kimselerdir. Her ne kadar ümmet dev­rinin bittiği ve ümmet merhalesinin millet merha­lesinden önce geldiği kanaati yaygın ise de Gö­kalp milliyetlerin hâkim olduğu bu çağda ümmet gerçeğinin ortadan kalktığı kanaatini benimse­mez. Çünkü o bizim milliyetimizin Türklük oldu­ğunu söylemekle beraber, her Türk’ün beynelmileliyetinin de İslâmlık olduğunu açıkça ifade et­mekten çekinmez. Gökalp bu sebeble “Türkleş­mek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” adlı kitabında İslâm ülkeleri ile kültürel bağlan geliştirmek için geniş bir program vermiştir. Ona göre Türkçüler şu esasları ihtiva eden bir ümmet programına sa­hip olmalıdırlar:

  1. Bütün İslâm milletleri arasında ortak olan Arap harflerini değiştirmeksizin muhafaza etmek,
  2. Bütün İslâm kavimlerinde terimlerin ortak bir hale getirilmesi için İslâm ümmeti arasında termi­noloji kongreleri toplamak ve terimleri Türkçe- den, Arapça’dan ve kısmen de Farsça’dan yap­mak.
  3. Bütün İslâm kavimlerinde ortak bir terbiyenin kurulması için terbiye kongreleri yapmak
  4. Bütün İslâm kavimlerinin müftü teşkilâtları ve ilim adamları arasında daimî bir bağ vücuda ge­tirmek,
  5. İslâm ümmetinin sembolü olan Hilâlin kutsal­lığım muhafaza etmek. Görülüyor ki bu program siyasî değil, iktisadî değil, ama tamamen kültürel mâhiyette bir programdır. Bu programın bir kısım esasları hattâ bu programda olmayan iktisadî yön­leri son senelerde İslâm konferansı teşkilâtı tara­fından gerçekleştirilen toplantılarla tahakkuk et­miş durumdadır.

Gökalp’in din-fert arasındaki münasebetleri izah ederken iman, ibadet, ve bunların mümine kazan­dırdığı ahlakî meziyetler ve eğitim-öğretim yönün­den sağladığı faydalar açısından ele aldığı bura­ya kadar yapılan izahlarla ortaya çıkmış bulunmak­tadır. Ayrıca, din ile cemiyet arasındaki münase­betleri izah ederken meseleye yine ahlâk, eğitim ve bunların mahsülü olan şahsiyetin teşekkülü ve gelişmesi noktasından baktığını, dolayısiyle mü­tefekkirimizin cemiyetin teşekkülünde imanın ön planda rol oynadığım ve cemiyetlere peygamber­lerin sünnetlerinin, getirdikleri kitapların bütün­lük, şahsiyet kazandırdığına dair kanaatlerini or­taya koymuş bulunmaktayız. Aslında bu nokta hem umumî sosyoloji ve hem de din sosyolojisi açısından üzerinde ısrarla ve dikkatle durulması gereken bir noktadır. Gerçi Gökalp, cemiyetle­re peygamberlerin kat’î şahsiyet verdiğini o za­man isabetle tesbit etmiş; fakat meşguliyet saha-, sının genişliği yüzünden bu mesele üzerinde et­raflıca duramamıştır. Günümüzde bazı batılı araştırıcılar bu mesele üzerinde değişik araştırmalar yaparken, altmış beş sene evvel Gökalp’in tesbit ettiği bir hakikatin orada bırakılması ve geliştirilmemesi esef edilecek bir noktadır.

DİN ve HUKUK

Şimdi bir başka meseleyi ele alalım: Din ve hu­kuk münasebeti.

Gökalp içtimai müesseselerin kaynağı olması bakımından hukuka nasıl bakmaktadır? Mütefek­kirimiz, dinin hukukî sahaya el atmasına taraftar değildir. O hukukun dinden ayrı bir iş olduğuna kânidir. Çünkü onun düşüncesinde hukuk devle­te ve ulülemre bırakılmıştır. Tanrı hukukun örfe uymadığı zamanlarda onu değiştirmesini ve örfe uydurmasını millete emretmiştir. Gökalp şöyle di­yor:

Lâkin hukuk dinden ayrı bir iştir

Bırakılmış ulülemre, devlete,

Hukuk örfe uymayınca, değiştir,

Örfe uydur, demiş Tanrı millete!

Binaenaleyh burada Gökalp’e göre hukukun kaynağı örf olmaktadır; yani o örfü esas almaktadır. Fakat, hukuku örfe uydurma işinin kaynağı olarak da Tanrı’yı yâni dini göstermektedir. Gökalp bu­rada değişik bir ictihadda bulunmaktadır: “İslâm Mecmuası”nda yazdığı bir seri makalede Kur’an’da bildirilen esasların Allah’ın kanunları olduğu­nu, cemiyetleri idare eden kanunların da yani örf­lerin de Allah’ın kanunları bulunduğunu söyler: “Biz Kur’an’daki esasların yerine örfleri hâkim kı­larsak dinin dışına çıkmış sayılmayız. Aslında bu fikir çeşitli münakaşalara yol açmıştır. Daha önce Hindistan’da Seyyid Ahmed Han’ın da buna ben­zer bir içtihadı vardır; fakat onunki tamamen Natüralist istikâmettedir. Diyebiliriz ki Gökalp bu izah tarzı ve içtihadı ile Türkiye Cumhuriyetinin din- devlet ve din-hukuk ayrımına dayanan lâiklik il­kesinin temellerini atmıştır ve zeminini hazırlamış­tır.

Gökalp din ve devlet ayrılığı fikrini perçinlemek için dinin, siyasete karıştırılmaması üzerinde de ısrarla durur. Hatta münevver sınıfın, aydınlar ta­bakasının dindar olamamasının ve dinî bir hayat yaşayamamasının sebebini o, dinin siyaset için geldiğinin sanılmasiyle izah eder. Ayrıca Gökalp teokrasi ve klarikalizmin cemiyetleri geri bıraktı­ğı ve millî vicdanın uyanmasına mâni olduğu ge­rekçesiyle karşısına çıkar.

DİN ve AİLE

Din ve Cemiyet münasebetleri açısından aileye baktığımızda Gökalp’in ailenin kaynağı olarak yi­ne dini gördüğünü anlarız. Fakat o ailede kadın hakları bakımından bir eşitsizlik görmektedir. Bu eşitsizliği o nikâhta, talâkta ve mirasta gördüğü için bunların düzeltilmesini istemektedir. Şöyle demektedir:

Ailedir bu milletin bu devletin esası.

Kadın tamam olmadıkça eksik kalır bu hayat

Ailenin adle uygun olmak için binası,

Nikâh, talak, miras: Bu üç işte gerek musâvât

Bir kız irste yarım erkek, izdivaçta dörtte bir

Bulundukça ne aile ne memleket yükselt.
***

Buraya kadar olan yaptığımız izahlara Gökalp’­in dinin yeni Türk cemiyetinde ne gibi bir yer işgâl edeceğine dair görüşlerini belirtmiş bulunu­yoruz.

Dini sadece “İtikadlar ve ibadetler sistemi ola­rak “gördüğü halde Gökalp bu müessesenin ah­lâk, eğitim, sevg,i ümit ve millî birlik açısından fertte ve cemiyette çok derin tesirleri olduğunu bilmekte; ve dinin fertlerden cemiyetlerden tec­rid edilmesine karşı çıkmaktadır. Hatta birçok me­seleyi izah etmekte dini kaynak almaktadır.

Bu bakımdan Gökalp ülkemizde sadece sosyo­lojinin değildir sosyolojinin de kurucusudur. Za­ten Darülfünun’da din sosyolojisi sahasında da yaptığı araştırmaları ders olarak vermiş ve bu hu­susta hazırladığı notları bugün yayınlanmıştır, bu notlarda Dinin içtimai hizmetlerini birbir saymış, islâmm aile hukukunda yaptığı inkılaplan çok gü­zel tesbit ederek ortaya koymuştur.

Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere Gökalp’in cemiyet sisteminde ve sosyolojik izahlarında din, hem bir iman sistemi olarak, hem bir cemiyet sis­temi olarak, hem de ahlâk ve eğitim müessesesi olarak geniş bir şekilde yer almış ve daima öne­mini korumuştur. Bu yönden de Gökalp’in çalışmalarının ve izahlarının bugüne ve yarına tutaca­ğı ışıklar vardır.