Prof. Dr. Mehmet KAPLAN: Ziya Gökalp’in “TURAN” Şiiri
Ziya Gökalp’in “TURAN” Şiiri
Prof. Dr. Mehmet KAPLAN
TURAN
Nabızlarımda vuran duygular ki, târihin
Birer derin sesidir, ben sahifelerde değil,
Güzide, şanlı, necib ırkımın uzak ve yakın
Bütün zaferlerini kalbimin tanininde,
Nabızlarımda okur, anlar, eylerim tebcil.
Sahifelerde değil, çünkü Attilâ, Cengiz
Zaferle ırkımı tetvic eden bu nâsiyeler,
O tozlu çerçevelerde, o iftira-âmiz
Muhit içinde görünmekte kirli, şermende;
Fakat şerefle nümâyân Sezar ve İskender!
Nabızlarımda evet, çünkü ilm için müphem
Kalan Oğuz Han’ı kalbim tanır tamâmiyle;
Damarlarımda yaşar şân ü ihtişâmıyle
Oğuz Han. İşte budur gönlümü eden mülhem:
Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan
Vatan, büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan
Ziya Gökalp, «Türkçülüğün Esasları» adlı kitabında, kendi fikri gelişmesini anlatırken «Turan» manzumesinden de bahseder ve bu şiir hakkında şöyle der: «Ben lisan meselesini kâfi görmeyerek, Türkçülüğü bütün mefkûreleri, bütün programı ile ortaya atmak lâzım geldiğini düşündüm. Bütün bu fikirleri ihtiva eden «Turan» manzumesini yazarak “Genç Kalemler”de neşrettim. Bu manzume tam zamanında intişar etmişti. Çünkü Osmanlıcılıktan da, İslâm ittihatçılığından da memleket için tehlikeler doğacağını gören genç ruhlar, kurtarıcı bir mefkûre arıyorlardı. «Turan» manzumesi bu mefkûrenin ilk kıvılcımı idi. Ondan sonra mütemadiyen bu manzumedeki esasları şerh ve tefsir ettim.»
«Turan» manzumesini anlamak ve değerlendirmek için, onu Gökalp’ın yaptığı gibi, yazıldığı devrin havası içinde ele almak lâzımdır. Bu şiir, 1911 yılında Selânik’te basılan «Genç Kalemler» dergisinde neşrolunmuştur. Ömer Seyfeddin ile Ali Canib’in çıkardıkları dergi, başlangıçta sadece Osmanlıcaya karşı halkın konuştuğu Türkçeyi yazı dili yapma dâvasını güder. Türkçülük veya Turancılık iddiasını taşımaz. Bu itibarla gerçekten de «Genç Kalemler»e geniş mânasıyla Türkçülük fikrini ve Turancılık mefkûresini sokan Gökalp’dır ve bu manzume, Gökalp’ın Türk kültürü tarihine şekil veren ideolojisinin kaynağı vazifesini görür.
Fakat manzumeyi tahlil edince, kendisinin söylediği gibi, Gökalp’ın sonradan geliştirdiği bütün fikirleri burada bulmak mümkün değildir. «Turan» manzumesi, esas itibariyle Batı’nın Türklük karşısında aldığı tavra karşı isyan duygusuyla yüklüdür. Bu şiirde, İttihad-ı İslâm veya Osmanlıcılık’ı açıkça reddeden bir fikre de rastlanılmaz. Fakat manzume, gizli bir tohum halinde, Türklük dışındaki bütün ideolojilere karşı çıkmaya elverişli bir davranışı ifade eder. Manzumenin gücü Gökalp’ın kendi içinde kuvvetle hissettiği millî gurur ve millî benlik duygusundan ileri, gelir.
Daha sonra millî vezin diye hece veznini müdafaa edecek olan Ziya Gökalp, bu son derece millî manzumesini aruz vezni ile yazmıştır. Manzumede «tanîn, tebcîl, tervîc, nasiye, iftira-amiz, şermende, mülhem» gibi Servet-i fünunculardan gelen Osmanlıca kelimeler de vardır. Şiirin şekil ve sentaksı da Servet-i fünûnculara, Fecr-i aticilere has bir özellik taşır. Manzumenin müessir olmasında o neslin hoşlandığı şekil ve üslupta yazılmasının rol oynadığına kaniim.
Bu şiirin muhteva bakımından en önemli yönü, Gökalp’ın kendi «ben»i ile millî tarih arasında sıkı bir münasebet kurmasıdır. Daha ilk şiir cümlesinde şu mühim fikri ortaya konuluyor: Ferdin içinde duyduğu hisler, tarihin derin birer sesidir.
Gökalp, bilindiği gibi, gençliğinde bir benlik ve şahsiyet krizi geçirmiş ve bu yüzden intihara kalkışmıştı. «Turan» manzumesinde bu buhran sarhoş edici bir imanla yenilmiştir.
Ferdin içinde yaşayan hisler tarihten gelir. «Ben», tarih ve toplumun ifadesidir. Gökalp bu fikri daha sonra, fertle milleti birleştiren, kendisinin «içtimaî tasavvuf» dediği, «sosyal mistisizm» şekline sokmuş ve «ben, sen yokuz, biz varız.» mısraı ile özetlemiştir.
Bu fikre göre tarih, asırlar öncesinin kollektif ruhu, bugünün insanlarının içinde devam eder. Bunun, için insanın kendi duygularına eğilmesi lazımdır. Mistikler Tanrı’yı nasıl insanın gönlünde bulurlarsa, Gökalp da aynı, görüşü sosyal, plana aktararak, tarih veya millî ruhu ferdin benliğinde, kanında, nabızlarında buluyor. Burada bahis konusu olan tarih, akıl ve ilim ile değil, his ile idrak edilen bir tarihtir. Batılılar kendi kahramanları olan Sezar ve İskender’i göklere çıkardıkları halde Attila ve Cengiz’i kötü görürler. Bu hissi bir davranıştır. Kahramanlık bakımından Attila ve Cengiz, Sezar ve İskender’den daha aşağı çapta şahsiyetler değillerdir. Batılıların Sezar ve İskender’i büyük görmelerinin sebebi, kendileriyle onları birleştirmelerinden dolayıdır. Böyle olunca Türk’ün de Attila ve Cengiz’i, «Zaferle ırkını tervic eden bu nasiyeler»i yüce görmeğe, tebcil etmeğe hakkı vardır.
Ziya Gökalp’ın Türk’ü hakir gören Batıya karşı milli tarihe sahip çıkması ve onunla övünmesi, tesiri bugüne kadar gelen bir davranışın ifadesi olarak dikkate değer.
Türkçülerin, Osmanlı ve Selçuklulardan önceki Türk tarihine değer ve ehemmiyet verdikleri malumdur. II. Meşrutiyet devrinde gelişen bu tarih görüşü, Cumhuriyet devrinde Atatürk tarafından da benimsenmiş ve çok zengin, ilmi bir araştırma konusu olmuştur.
Yahya Kemal’in söylediği gibi, 1071’den öncesi, Türkiye Türkleri için bir «kable’t-tarih» olsa da, Anadolu’yu fetheden Türklerin Orta-Asya’dan geldikleri tarihi bir gerçek olduğuna göre, Orta-Asya’da geçen binlerce yıllık tarihin de milli tarih çerçevesi içinde mütalaa edilmesi tabii olabilir. Anadolu Türk tarihi, bir ucu Hiyung-Nu’lara, hatta daha öncelere uzanan büyük Türk tarihinin bir safhasıdır. Irk, dil, sözlü kültür, çeşitli örf ve adetler, iradeli insan tipi ve cihangirlik ideali, göçlerle beraber Anadolu’ya Orta-Asya’dan gelir.
Damarlarımda yaşar şan ve ihtişamıyle Oğuz Han
mısraı, tarihi süreklilik fikrinin hissi bir ifadesidir. Selçuklu ve Osmanlı Türkleri de, kendilerini Oğuz Han’ın torunu olarak hissediyorlardı. Cumhuriyet devrinde Oğuz Han miti edebi eserlerde ve ilmi araştırmalarda devam etmiştir:
Gökalp bu şiirinde, Türk tarihini Orta-Asya tarihine bağlamakla, İttihad-ı İslâm ve Osmanlıcılık’tan farklı bir «milli benlik», yeni bir sosyal şahsiyet fikrini de ortaya atmış bulunuyordu. Osmanlı Devleti’nin çöküş ve dağılma yıllarında, ezilmiş olan Türklerin böyle yeni bir tarih görüşüne dayanan aktif bir “milli benlik” şuurunu benimsemelerinin muazzam tesiri olmuştur. Bununla beraber insaflı davranmak için şunu ilâve edelim ki, 1899 yılında Mehmed Emin Yurdakul
Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur
mısraı ile bu yeni «milli benlik» fikrine öncülük etmişti.
Cumhuriyet devrinde de Mustafa Kemal Atatürk: Ne mutlu Türk’üm diyene! sözü ile aynı inancı devam ettirir.
«Turan» manzumesinin son beyti, adeta sonradan ilâve edilmiş gibidir. Burada ani bir geçiş vardır. Şâir bu son beyit ile önceki mısralar arasında bir bağlantı kurmamıştır. Türk tarihini bir bütün olarak görmek, Attila, Cengiz ve Oğuz’u benimsemek ve yüceltmek ile Turancılık arasında zarurî bir münasebet yoktur. Atatürk, Türk tarihini bir bütün olarak kucaklamakla beraber Turancı değildir. Türk tarihini en eski çağlarına kadar götürmeyi ilmi şekilde müdafaa etmek mümkündür. Yabancı türkologlar da Türk tarih ve kültürünü bir bütün olarak görürler.
Turancılık ilmî olmaktan ziyade, ideolojik bir görüştür. Bugün de Türkiye’nin dışında, Türk ırkından milyonlarca Türk’ün bulunduğu ve bunların maalesef Rus, Çin ve sair milletlerin idareleri altında yaşadıkları bir gerçektir. Onların hür ve müstakil olmalarını istemeyecek bir tek Türk’ün bile bulunabileceğini sanmıyorum. Benim kanaatime göre bu gerçeklerin kabulü Turancılık manasına gelmez. Turancılık, yukarda da belirttiğim gibi ideolojik ve politik bir tavırdır. Burada onun münakaşasına girmeyeceğim. Sadece şu noktayı belirteyim: İstiklal Savaşına kadar ideolojik ve politik manada Turancı olan Ziya Gökalp, tarihi ve içtimai zaruretler karşısında bu tavrını değiştirmek mecburiyetinde kalmış, ağırlık noktasını Türkiye’de milli bir devlet ve medeniyet sentezi vücuda getirme ideali teşkil eden «ilmi Türkçülük»ün temelini atmıştır. “Türkçülüğün Esasları” işte bu merhaleyi ifade eder.
Bugün Türkiye Türkleri ile diğer Türklerin yapacakları şey, Ziya Gökalp’ın bu kitabında ortaya koyduğu fikirleri gerçekleştirmektir.
“Dinî milliyetçilik”, Türkçülüğün pratik şeklidir. Düşünmek ve hayâl kurmak elbette mühimdir. Karanlık yollarda idealler bize yol gösterir. Fakat hayata şekil veren tatbikattır.