Nevzat KÖSOĞLU: KIZIL ELMA
Kızılelma, Türk milletinin tarihî ülkülerini temsil eden bir kavramdır. Türk ülkücülüğünün Kızılelması, sabit ve belirli bir şey yahut yer değildir; soyut bir ülkü kavramıdır. Her dönemin kültürü, gerilim gücüne göre onu isimlendirir, somut bir hedefle belirler ve anlamlandırır. O zamanın Kızılelması bilinen bir yer olur; ancak, oraya varıldığında Kızılelma ele geçirilmiş olmaz. Kızılelma bu defa, daha ileride ve yine belirli bir yere gider: Ona hiçbir zaman ulaşılamaz. Kültürün Kızılelma hasreti yahut hırsı, her seferinde ülküsünü yenileyerek toplumu ileri sevkeder. Türk milletinin yükseliş dönemlerinde Kızılelma, cihan hakimiyeti ülküsü olarak algılanmıştır.
Eskiden, Moskova ve Roma için de, bu isim kullanılmıştır. Mütercim Âsım’ın yazdığına göre, “Eğer aman vermeseler, bizim Yeniçeriler Kızılelma’ya kadar giderler ve Moskof nâmını sahife-i âlemden fekkederler imiş.”
Türk tarihinde, Hunlardan itibaren bir dünya imparatorluğu olma ve yeryüzüne düzen verme ülküsünün tezahürleri görülür. Türk hakanları, “Güneş bayrağımız, gökyüzü çadırımız” diyerek bu egemenlik ülküsünü dile getirir, kendilerini sınırlamazlar. Hazar civarında, Göktürk hakanı Bizans elçisini kabul ettiğinde, bu olay, Türkün dünya hakimiyetinin bir işareti olarak yorumlanır; “Atalarımızdan böyle duyduk ki, Türkler cihana egemen olacaklar, bunun başlangıcı da Batı elçisinin gelmesi olacak.” Kızılelma ülküsü, Türk topluluklarının Müslümanlaşmasından sonra kavuştukları yeni fetih ve gazâ ruhuyla tam örtüşmüştür. Özellikle yükseliş dönemlerinde açık bir ilke ve heyecana dönüşen cihan hakimiyeti ülküsü de buna katılınca, Kızılelma simgesi çok canlı ve sürekli güncel bir içerik kazanmış oldu. Kuvvetli bir fetih duygusu halinde ortaya çıkan Kızılelma, Türk boylarının sürekli olarak Batı’ya akışlarının ülküsü haline geldi. Anadolu’ya girişten itibaren hiç eksilmeyen fetihler, Anadolu’nun Türkleşmesi süreci de, bu ülküyü besleyen gerçekçi ve toplumsal gelişmeler oldu. Nihayet, i’lâ’yı kelimetullah (Allah’ın adını yüceltme) gayreti, Selçuklulardan itibaren bu ülkü ile örtüşen ve onu besleyip, ufkunu genişleten bir rol oynadı.
Yazılı metinlerde Kızılelma’nın ilk göründüğü yer İstanbul’dur. Ayasofya’nın önündeki bir sütun üzerinde, at üstündeki Justinyanus heykelinde, Bizans imparatorunun elinde kızıl bir küre yahut bir altın top varmış. Bir başka rivayete göre, bu top Ayasofya’nın kubbesinde imiş. Bu küre Bizans’ın dünya hakimiyetini temsil edermiş. XIV. yüzyılda bu heykelin yıkılması ve kürenin düşmesi, Bizans egemenliğinin sonunun geldiği ve kapılarını Türklere açıldığı şeklinde yorumlanmış. Bu heykelin yüzü Anadolu’ya dönükmüş ve Justinyanus’un, “Beni yıkacak olanlar buradan gelecek” diyerek, Anadolu’yu gösterdiği yolunda söylentiler halk içinde dolaşmaya başlamış. Evliya Çelebi’ye göre ise, Hazreti Muhammed’in doğumu ile birlikte Ayasofya’nın kubbesi çökmüş ve Kızılelma yere düşmüştür.
Anadolu’da yeniden canlanan Türk fetih ruhu için Ayasofya önünde yahut kubbesindeki bu altın top, Türklerin Kızılelması’dır. Türk tarihinin akışı, hep bu ülküyü gerçekleştirme yönünde olacaktır. Türk kültüründeki bu ülkü, Hz. Peygamber’in hadisleri ile beslenip, bilenecektir. “İstanbul bir gün mutlaka fethedilecektir; onu fetheden komutan ne büyük komutan, fetheden asker ne güzel askerdir.” hadisi, en sıradan halk kesimlerine kadar yayılacaktır. Esasen, daha sonra Anadolu’ya giriş zamanlarından itibaren, korkutucu âyetlerle Kur’ân’da övülen kavmin Türkler olduğu yorumları yapılmaya başlanmıştır.
İstanbul’un fethedilmesinden sonra Türk Kızılelması Rim Papa’ya sıçrar. Rim Papa Roma’dır. Evliya Çelebi’ye göre, Rim Papa ve Beç (Viyana) Kızılelması’nın Türklere ait olacağı bütün Nemçe, Yunan ve Latin tarihlerinde kayıtlıdır. Bu rivayetler asker ve halk içinde yayılırken Fatih Sultan Mehmed Han’ın, İstanbul’dan sonraki büyük hareketi Roma üzerine olur. Gedik Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı donanması Otranto’ya çıkar. Batı dünyası da bu fethi o kadar kabullenmiştir ki, İtalyan şehirlerinde Sultan Fatih’in resmini taşıyan paralar, altın madalyonlar basılır; Fatih’i karşılamak üzere tören hazırlıklarına girilir. Yahya Kemal, Ahmed Paşa’ya Gazeli’nde şöyle söyler:
Çıktı Otranto’ya pür-velvele Ahmed Paşa
Tuğlar varsa gerektir Kızılelma’ya kadar…
Fakat, tuğlar Kızılelma’ya varamamış, Sultan Fatih’in ölümü, bu hamleyi yarım bırakmıştır.
Kanunî Sultan Süleyman Han Dönemi’nde Beç (Viyana) Kızılelması canlanmış ve Yeniçeriler arasında, bir Ocak geleneği oluşturacak kadar güncel bir ülkü olarak yaşatılmıştır. “Testiye kurşun atar, keçeye kılıç çalar, Kızılelma’ya dek gideriz” deyişi Yeniçeri gülbangına kadar girmiştir.
Birinci Viyana kuşatmasından sonra, Sultan Süleyman’ın, kuşatmayı kaldırırken kale komutanına bir altın top verdiği, bunun Türklerin Kızılelması olduğu şeklinde bir söylenti, o dönem Avrupa halkları arasında yayılmıştır. Türkler ise, Ayasofya’nın kubbesindeki altın topun, Beç Kalesi’ne geçtiğine inanmışlardır. Viyana’nın adı, Alman Kızılelma Seddi olmuştur.
Yükseliş dönemlerinde, bütün insanlığa nizam vermek (nizam-ı âlem ve cihan hâkimiyeti ülküsü), Allah’ın adını yüceeltmek (i’lâ-yı kelimetullah) gibi büyük iddialar ifade eden Kızılelma ülküsü, toplumsal gerilimin düştüğü gerileme dönemlerinde sönmeye ve unutulmaya başlar. Nizam-ı Cedit ordusuna karşı çıkan Yeniçeriler, “Harb ederiz ve kralın tahtını başına geçirip, Kızılelma’ya kadar gideriz,” diye söylenirler; ama, bu ülkünün heyecanını duydukları şüphelidir. Osmanlı’nın Viyana sefiri Ahmet Resmi Efendi, Avusturya-Rusya’ya karşı savaş isteyip, “Kızılelma’ya, Kızılelma’ya” diye nâra atanları anlatırken, savaş taraftarlarını, sandalye üstünde Hamzanâme okuyanlara benzetip, “Kızılelma’yı, Boğdan’dan gelir al yanaklı elma zannedenler” diye alay eder. Gerçekten de, toplumun gerilimi düştükçe algılama gücü ve dünyası da daralır.
Yirminci yüzyılın başlarından itibaren Türkçü aydınlar, bu kavramı yeniden canlandırmaya ve Türk yükselişinin heyecan kaynağı olarak kullanmaya çalıştılar. İmparatorluğun her gün bir parçasının koparılması, her gün yeni bir felaketin yaşanması, halktan önce aydınların moralini çökertmiş, kendilerine olan güvenlerini sarsmıştı. Yeni bir hamle başlatabilmenin ilk şartı, kendine ve milletinin gücüne olan güvenlerini yeniden kazanmak ve heyecan veren bir geleceğin kurulması için çalışmaktı. İmparatorluk geleneği içinde yetişmiş, cihangir bir millete mensup Osmanlı aydınlarının, yıkılış halinde de olsalar, küçük düşünmeleri, küçük şeylerden heyecan duymaları mümkün değildi. Kızılelma olarak Turan’ı seçtiler.
Türkçülüğün öncülerinden Ziya Gökalp’ın şiir ve yazılarında Kızılelma, Büyük Türk Birliği’ni simgeleyen bir ülküdür: Turan ülküsü. Şöyle yazar: “Türk köylüsü Kızılelma’yı tahayyül ederken, gözünün önüne Türk ilhanlıkları (imparatorluk) gelir. Gerçekten, Turan mefkûresi (ülkü) mâzide bir hayal değil, bir gerçekti.”
Gökalp’in, Türk köylüsünün muhayyilesi hakkında söylediklerinin ne ölçüde gerçekçi olduğunu sorabiliriz.
Ancak, Gökalp’ten elli yıl sonra, bir Gaziantep köylüsünün Dündar Taşer’e söyledikleri, bu sorunun cevabı olabilir: “Türk bir gün yeniden cihangir olacaktır. Bu husus Kitap’ta kayıtlıdır; inanmayan kâfir olur!”
Ülkülerin milletlere hız ve ilham veren dinamikler olduğuna inanan Gökalp ve arkadaşları, Türk birliğini böyle bir Kızılelma olarak kabul etmişlerdir.
Kızılelma yok mu? Şüphesiz vardır.;
Fakat, onun semti başka diyardır.
Zemini mefkûre, seması hayal,
Bir gün gerçek; fakat şimdilik masal.
Gökalp bir diğer şiirinde ise, her türlü zorluğa göğüs gererek Kızılelma’ya giden Türkü anlatır;
Demez taş, kaya
Yürürüz yaya!
Türküz, gideriz
Kızılelma’ya!
Milli edebiyatımızın diğer bir çok yazar ve şairlerinde de Kızılelma motifinin yansımaları görülür.