Metin BOZDEMİR: “Kim”liğimiz
“Kim”liğimiz
Metin BOZDEMİR
Hangi destanda anlatılıyordu tam olarak hatırlamıyorum. Oğuz Han veya Mete Han destanı olabilir. Oğuz ve Mete Han’ın aynı kişi olduğuna dair rivayetleri tarihçilere bırakarak konumuza dönelim.
“Çin hükümdarı, Türk Hakanı’ndan vergi veya haraç olarak, o zamanın en iyi biniti olan at’ını ister. Kurultay toplanır, tartışılır, itirazlara rağmen Kağan gönderir atını.. Yüz bulan Çin’li, astar olarak hanımını ister bu defa… Şu veya bu şekilde yine boyun eğilir ve hatun da gönderilir. Çin milleti bu ya.. densizliğin arsızlığın sınırı yok. Bir dahakine toprak ister. Destana göre Kağan işte o zaman celallenir ve Çin üstüne sefere çıkar”
İlköğretime gittiği yıllarda oğlum bu destanı okuyunca;
– yahu baba !.. Türk’ler için “at, avrat, pusat” kutsal değil mi? Bir Türk, hele bir Kağan nasıl olurda atını, avratını düşmana teslim eder? diye sorunca, her ne kadar ” Oğlum !.. küçük bir toprak parçası olsa da Vatan’ın önemini anlatmak için mübalağa edilmiş” desem de pek ikna olmuşa benzemiyordu.
Çocuk işte.. bazı şeyleri anlatmak zor, anneler babalar bilirsiniz.. soruları bitmez, e haksız da değiller…
***
Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun ” Bu devlete bir kimlik aranıyorsa, İstiklal Marşı yeniden, defalarca okunmalıdır” sözünü hatırlayarak ve “Vatan” gerçeğinin en güzel ifadesi olmasından hareketle; “bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı ! ” ihtarının toprağa yüklediği anlam, sarsıcı ve kuşatıcıdır.
“Bayrakları bayrak üstündeki kandır,
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır” veciz ifadesi gibi..
* * *
Geçen gün genç bir kardeşimizle muhabbet ederken söylediği; “Türk’ler savaşçı bir Millet.. Tarih boyunca daha iyi yaşamak ve bereketli topraklara sahip olmak için savaşmışlar fakat İslamiyet’i kabul ettikten sonra o ruhu kaybetmişler !” sözünü her ne kadar toyluğuna bağlasam da, sözün gideceği yerden ürktüm. Gençler akıllarına her geleni konuşmakta cüretkarlar.. İyi ki konuşuyorlar, soruyorlar tabi mantıklı cavaplar verilmesi şartıyla…
“……………………………………..
Ne vakte dek taşla toprakla,
çanak çömlekle dolduracağız eteğimizi.
Koynumuzu, koltuğumuzu ne vakte dek
Çekelim elimizi topraktan
Çanak çömlekten çekelim de göğe ağalım
Bu toprak kalıp nasıl kafese koydu seni,
Nasıl çuvala soktu.
Yırt çuvalı da çevrene bak…”
“..de sen doğan ol da, avdan eteğini çekip sultana doğru kanat açma..”
Koca Mevlana’nın bu ifadelerine bakarsak, haksız da görünmüyor genç kardeşimin düşüncesi…
Şimdi yüksek sesle düşünüyorum.
Daha rahat yaşama yollarını aramak, insanın doğasında, yaratılışında var zaten. Gerçekleştirmenin yolu da savaşmak.. dün başka, şimdi başka metodlarla…
Peki, tabii olan insanoğlundaki “hırs” genellemesinde tarihi mecrası içerisinde Türk’ü özel kılan nedir ?
“Özel” olmasını sadece hissiyatımıza göre değil, diğer ırk veya milletlerin “Türk”e bakış açılarını da dikkate alarak düşünüyorum. İnsanlık tarihindeki muhteşem seyri incelendiğinde Türk mührüyle yapılanların dost / düşman her makul insan ve milletten takdir gördüğü tarihi bir gerçektir.
Bir dönem, Türk’lere ve Müslümanlara büyük darbeler indiren, dolayısıyla Türk-İslam medeniyetinin duraklamasına hatta gerilemesine sebebiyet veren Moğol hükümdarı Cengiz/Tingiz Han’ın torunlarının İslam’la şereflenmeleri ve Türk’lerle kaynaşıp Türk’leşmeleri Moğolların dolayısıyla Cengiz Han’ın Türk(?)lüğü oranındaki Türk’ler hakkındaki menfi kanaatleri konumuzun dışında tutuyorum.
İnsanlığın ikinci doğuşu olarak nitelendirilen Hz. Nuh peygamberin (s.a.) oğlu ve Türk’lerin atası olduğu rivayet edilen Yafes kadar eskidir “Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi”… Ki Nuh (s.a) nın oğluna dua ettiği; “Allah, YAFES’e genişlik versin!.. SAM’ın çadırlarında otursun!.. Ve KENAN ona kul olsun!..” şeklinde Rab’bine yalvardığı ve duasının kabul olduğu ciddi bir rivayettir. Sam ve Kenan diğer ırkların ataları ve Yafes’in kardeşleridir.
Destanları ve rivayetleri uzmanlarına bırakıp, mantıklı olarak düşünürsek, Türk’ü “seçilmiş millet” yapan nedir ?
Hitler’in de hatta Napolyon’un da ve bir çok diktatörün de, firavunların da “Cihan Hakimiyeti” düşüncesi vardı mutlaka.. Sahip olma içgüdüsünün, dürtüsünün, doymak bilmeyen ihtirasların, dur-durak bilmeyen çılgınlığını güzel bir meziyet olarak anlatmak mantıklı olmasa gerek…
“Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti birbirinin devamı olan tek devlettir” gerçeğini gözardı edip her birini müstakil birer devlet olarak değerlendirsek dahi 600 küsur yıl dimdik ayakta kalabilmiş başka bir emsalini gösteremezsiniz.
Peki “sır” ı nedir sizce ?
* * *
“Çağdaş insan, tabiatı, toprağı kendisinden yararlandığı, ama kendisine karşı ayrıca sorumlu da olduğu bir eş gibi değil bir fahişe gibi görmektedir.” sözü sadece bugünün değil, kontrolsüz ihtirasların hükmünü sürdüğü firavunca dönemlerin özetidir aynı zamanda…
Evrensel Hukuk tarihine bir mühür gibi vurulan Hz. Ömer’in çağları da aşan meşhur sözü, “sır”ın özü müdür; “Adalet Mülk’ün Temelidir” vecizesi.
Mülk nedir ?
Mülk topraktır, mülk vatandır, mülk millettir, velhasıl mülk devlettir.
“Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi” dir mülk.
Mülk, hiyanet edilmemesi gereken emanettir. Onun için kutsaldır toprak, vatan, devlet.. temeli İlahi adalete dayandığı sürece…
Eteğini doldurası veya gözünü doyurası taş, toprak, çanak çömlek değil… Faydalınası, istismar edilesi fahişe.., hiç değil.
İşte bunun için olsa gerek Mevlana’lar “avdan elini eteğini çekip sultana doğru” kanat açan” ve “Bre Doğan” diye haykıran doğanlara, Büyük Sultan’ın halifesi Sultan’lara bende olmuşlar.
“…………………………………………………………
Çağlar zamanı sallardı, yıllar uyurken asırda
Gün yüz yılı yaşatırdı, ilahi aşk denen sırda
Acı eridi sevgide, diken kırıldı nasırda
Onlar ki aşk meltemiyle kovdular yürekten kini
Hor görmediler çirkini, güzele güzel dediler
Bağdaş kurup oturdular, gâh halıda, gâh hasırda
Anadolu idi toprak, çadırda birdi hasırda
Manâ delirdi sözlerde, gâh diyar, gâh el dediler
Korku eridi gözlerde, fırtınaya yel dediler
Sarıp ilâhi sevdayı, başlarına sarık diye
Tarihe kırk düğüm atıp, zaman içre çağ oldular
Birer ulu dağ oldular.
…………………………….”
* * *
Yıllar önce bir muhabbet esnasında gençlerin sorularıyla karşılaşmıştık başka bir çilekeş yusufiyeliyle… “Ülkümüz nedir” diye soruyorlardı.
Sorularına soruyla cevap vermiştim; “siz ne anlıyorsunuz ülkü deyince?” Birisi Dokuz Işık demişti, diğeri Turan, bir başkası Milliyetçi Türkiye, Türkçülük, Türkeşçilik diyenler bile olmuştu. “Hepsi doğru” demiştim, “Doğru ama bu saydıklarınızın hepsi ara hedefler”…
Lider, “hedefiniz ne kadar uzak olursa atacağınız adım o kadar büyük olur” buyurmuştu. “Bizim gerçek hedefimiz Nizam- Alem, yani aleme nizam vermek, yani Allah’ın nizamını yeryüzüne hakim kılmak, yani mazlumlara adalet götürmektir” demiştim. Daha küçüklüğümden itibaren çekirdek kadrolardan bunları duymuştum ve bu ülküye inanmıştım en yetkili lider ve reislerin söylemlerince… Gençlerin gözlerindeki parıltıyı görmüştüm o an, heyecan fırtınasını hissetmiştim.
Ama çok sürmedi tane tane konuşmaya başladı, aynı davaya baş koyduğum, Yusufiyeli; “Bizim davamız Türk Cihan Hakimiyeti ülküsüdür, bu davadan başka dava tanımam, başka dava tanıyanı da saygı göstersem bile mücedele ederim”
Aradan yıllar geçti, bahsettiğim Yusufiyeliyle dostluğumuz yine devam ediyor. Birbirimizle mücadele de etmedik kısa süreli ayrılık yaşasak ta..
Yine aynı davanın yolcusuyuz. Fakat o tarihten sonra daha temkinli hareket ettik. O konuşurken ben, ben konuşurken o sustu. Mutlaka o günlerin psikolojisi içerisinde söylediklerinin haklı gerekçeleri vardı. Ancak bugün itibariyle ikimiz de çok iyi biliyoruz ki, “Türk Cihan Hakimiyeti” mefkuresinin “Nizam-ı Alem” ülküsüne dönüşmesi, yüksek adalet ve kahramanlık duygularının kısacası asabiye şuurunun “ilahi sevda” olarak taçlandırılmasıdır. Yani, Osmanlı’nın, Selçuklu’nın dolayısıyla bizlerin Oğuz soyundan olduğumuz gerçeği gibi…
Soyumuzu ve dahi üzerinde yükseldiği zemini inkara gerek var mı ?
Ancak zaman zaman düşünüyorum. O tarihlerde bizi haketmediğimiz bir şekilde gözlerinde büyüten, ağzımızın içine bakan çocuklar, aramızdaki konuşmalardan nasıl etkilendiler? Daha da kötüsü bizim yıllar öncesinde bıraktığımız tartışmanın halen devam ediyor olması… Mutlaka tabanda devam edecek tartışmalar, etmeli de, Fakat tartışmanın mecrasını doğru temeller üzerine oturtacaklar, “toprak kalıp kafese” girmeyen , “çanak çömlekle eteğini” doldurmayanlardır. Arayıp bulmak ve hakettikleri değeri vermek gerekir.
Güçlü bir lider varken gereken yapılıyordu. Dengeler korunuyordu. “İnsanlara karşı ne zorbalığa başvurun, ne de ezilip büzülün. En etkili yol, hem güçlü hem vicdanlı olmaktır.” buyruğuna ve o buyruğu verene meftundu lider…
Fikir güçlüydü, Lider güçlüydü.. biz de güçlüydük.
“Güçlü” olduğumuz yıllardaki Lider’in etrafındaki isimleri inceleyin; Fikren ve zikren kesinlikle bir araya gelemeyecek insanlar “güçlü bir Türkiye” için “nefs”lerinden ve süfli menfaatlerinden feragat ederek, “ilm-i siyaset” çerçevesinde toparlanabiliyorlardı. “Motor” güçlü olunca, tekerler zevkle dönüyor, direksiyon hakimiyetiyle araç hedefe doğru süratle ilerliyordu tabiri caizse.. Motor motorluğunu, şanzıman şanzımanlığını, teker tekerliğini biliyor ve “araç” kullanma kılavuzu çerçevesinde hareket edildiğinden yolda kalmıyor, su kaynatmıyordu. Ve araçın “araç” olduğu şuuruyla hareket ediliyor, başka “amaç” taşıyanlar ya kamufle oluyor ya da yolda inmek zorunda kalıyordu. Rakip araçların model yükseltmesi engel değildi. Ancak unuttuğumuz ve belki hatırlamak istemediğimiz; “Tank”lar yolu kesmişti.
Dengeler farklıydı…
“Anadol”(u) ezildi tank karşısında.
Tank mı olmak gerekiyordu ne..?
Tank olmaya özendi “anadol”(u), kaptırmıştı kendini “güc”ün dayanılmaz cazibesine..
Allah’tan bir “anadol”(u) yiğiti çıktı, “namlusunu nereye çevireceğini unutan tank’a selam durmam” dedi de; “anadol”(u), “anadol”(u) olduğunu hatırladı, unutanlar olsa bile..
* * *
İmdi…
İnce ince matematik hesapları yapmaya hiç gerek yok.
“Bu devlete bir kimlik aranıyorsa, İstiklal Marşını yeniden, defalarca oku”yalım. Ama Mamak’ta , Metris’te okuttukları gibi değil, ruhunu duyarak, hissederek…
Samimiyet tecelli ettiği an ne;
“Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!” diyerek sitem etmeye, ve ne de; “Milliyetçi” olunduğu halde “Millet”ten şikayet etmeye gerek kalır.
(…)
Bastığın yerleri ‘toprak!’ diyerek geçme, tanı:
Düşün altında binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım.”
(…)
Saygılarımla…