“Kendini Unutan Adam” / Aydil EROL
Bu millet utanmak için yaratılmış bir millet değildir; iftihar etmek için yaratılmış,
tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir.
(Atatürk)
Dünyada gözü olmamış, ölmeden evvel ölmüş; başka bir dünyada, başka bir gezegende yaşamış ve belki de başka bir yerlerden geldiği için dünyaya ve dünyalılara ayak uyduramamıştır. Hiç almamış, hep vermiş; kendisi için hiçbir şey istememiş ve hep başkaları için yaşamıştır.
***
“Kendi gönlümün derdi billâh gelmez yâdıma” sözü O’nun için söylenmiş sanılır. Serden, anadan, atadan, yârdan geçip kendini unutan; biraz kırık, biraz buruk, lâkin dolu, dopdolu olan…
Zor adam yetiştiren, kolay harcayan camiada kendisi için yaşamayan, hiçbir zaman kendisini düşünmeyen, hayatı baştan sona gerçek olan, fakat “romanlaşan” bir hayat, gerçekleşen bir roman olan insan…
Yalnız Allah’tan korkar. Gönlündeki millet sevgisinden başka bir zenginliği yoktur. Kimseden hiçbir şey istemez ve beklemez; yaşamakla ölmek arasında fark görmez.
Onun için: “Bekletilmeye alışık değildir; hayattaki en büyük lükslerinden biri siyasette ve bürokraside hiçbir kapıda bekletilmemiş olmasıdır.”denir.
Ömrü boyunca feragatin, fedakârlığın, hasbîliğin, dâvâ arkadaşlarına karşı tevazu; din ve millet düşmanlarına karşı vakarın timsali olarak yaşamıştır. İnandığı kutsal değerler ve Türklük için yapmayacağı fedakârlık yoktur. O, sessiz ve şöhretsiz bir kahramandır. Onun bu hâli Akif’in: “Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir” mısrasını hatırlatır. Herkesten alacaklıdır ama kimseye borcu yoktur. Hepsinden de önemlisi: Dâvâsından kazanmamış, dâvâsına kazandırmıştır… “Kendini Mamak’a adayan adam” olarak nitelendirilmiş, ‘Dışarıda’, içerdekilerden daha fazla çile çekmiştir…
İnandığı gibi yaşamış ve inandıklarından hiç mi hiç taviz vermemiştir. Altmış yedi yılda beş yüz yıl yaşamış, altmış yedi yılda beş yüz yılın yükünü çekmiştir. Milletinin tarifini “Hakka tapan” diye bilendir; varlığını Türk varlığına armağan edendir. Çocukluğunda kucaksız, oyuncaksız; delikanlılığında atsız, pusatsız kalabilmiştir ama, bayraksız olamamıştır… Bütün çareler tükenince onun gölgesine sığınmış, üşüyünce aydınlığında ısınmış, yan gözle bakanların gözlerini oymakla, selâmlamadan uçan kuşların yuvasını bozmakla suçlanmıştır.
Kuranlı yaşamış olan bu insan, Kuransız ölemezdi.
Nazik olmasına nazik, kibar olmasına kibardır; lâkin her zaman on ikiden vurduğu eleştiri oklarını atarken de hatır gönül dinlemez. “Dış Türklere rağmen Turancı olan” ona göre: “Türk milliyetçiliğinin bir tek meselesi vardır: O da Türk milliyetçileridir!..”
O koskoca Galip Erdem’i, o küçücük vücuda nasıl sığdırdığını akıllara sığdırmak mümkün değildir. Zor yazdığı söylenilen “Mektuplar”ıyla her şeyi söyler, hem de hiç kimseye zarar vermeden. Bazen “Mektuplar” yazar, bazen de “Mektuplar” alır; yazmasının da zevki başkadır, almasının da. “Mektuplar”ını gözü gibi kollar, bir ananın yavrusunun üzerine titreyişi gibi titrer. Yeni başladığı gazetedeki ilk “Mektup”unun ilk cümlesi şu olur: “Burada inandığım her şeyi yazamayacağım, ama inanmadığım hiç bir şeyi de yazmayacağım.” (Bu sözleri, dışardan güdümlü, AB’ye, ABD’ye bağlı yazar-bozar taifesine ders olur mu, bilinmez!..)
Osman Oktay’ın “Bir Ülkücünün Romanı – KENDİNİ UNUTAN ADAM” (2004)’ı, M. Emin Erişirgil’in “Bir Fikir Adamının Romanı, Ziya Gökalp, 1951), “İslâmcı Bir Şairin Romanı, Mehmet Akif, 1966); Tahir Alangu’nun “Bir Ülkücünün Romanı, Ömer Seyfettin, 1968), (Bir çoklarının gözünden kaçan bu eserin ikinci baskısı bakalım ne zaman yapılacak?..), Ergun Balcı’nın “Nevzad Atlığ” (Nevzat değil!..), (2005) adlı eserleri türünden bir kitap.
Son derece rahat ve zevkle okunan bir eser. Diğerkâmlığın (özgecilik, altruism) sözlük sayfalarında kalan ölü bir kelime değil, 67 yıllık bir ömrün her dakikasıyla, her saniyesiyle, her salisesiyle şaheser örneklerinin yaşandığının canlı belgesi…
“İkinci Peyami Safa” diye anılan Galip Erdem’in yaşayışından, kısacası: Pervasızlığından, malı şöyle dursun dünyayı bile umursamayışından, nâmerde değil, merde bile eyvallah demeyişinden, keskin kaleminden, kıvrak zekâsından, güzel Türkçesinden, çocuklara sevgisinden, hanımlara saygısından, kimseye küsmeyişinden capcanlı örnekler… (Marifet, “İkinci Peyami Safa” dedirtmektir; yoksa onun “Objektif”ini aparıp Çekiç Güce, bilmem neye yalakalık yapmak değildir!!!) “Erdem her zaman ‘Galip’tir!..” diye yazan Suphi Saatçi haksız mıdır?..
Bu çalışmasından ötürü Oktay’ı kutlularken, bu tür eserlerin örneklerinin (Nihâl Atsız, Arif Nihat Asya, Basri Gocul, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, A. N. Tarlan, Saadettin Arel, Hulusi Behçet, Zeki Velidi Togan vb.) çoğalmasını diliyoruz.
“Galip Erdem” bu!.. “Galip Abi” bu!.. Öyle, 342 sayfalık bir eserde anlatabilmek ne mümkün!.. Osman Oktay’ın okyanusu fincana sığdırma gayretini alkışlarla karşılamamak elde mi?.. Kalemine nur yağsın, demekten kendimizi alamıyoruz. “Ecdâd”a lâyık yayınlarıyla tanınan Ahmet (Hoca) Doğan’ı da koordinatörlüğünden dolayı kutluluyoruz. Bu arada yeri gelmişken bir hatıramızı anlatmamızın hoş görülmesini isteriz: İstanbul-Beyazıt’ta bir nişandaydık. Nişan başlayacağı sıra elektrikler kesilmesin mi!.. Biz, hayıflanırken, homurdanırken bir de baktık ki Çayda-Çıra ekibi… Homurdanmalarımız, hayıflanmalarımız hayranlığa dönüştü. Evet, Galip ağabeyimizin nişanı kalipsoyla, malipsoyla değil, “Çayda çıra/Islandı çayda çıra/Elâzığ’ın oyunu/Güzelim Çayda-Çıra” diye horyat yazılan o güzelim oyunla başlamıştı… Devr-i dilârâ-yı Tayyiiib’de nişanlanacak, evlenecek cesareti gösterebilenlerin dikkatlerine sunulur.
Genç yaşta yitirdiğimiz (1956-2002) inşaat mühendisi, tekstilci, hikâyeci, can kardeşim Nahit Yücel için yazdığım yazının (Bamteli, Ufuk Ötesi yay. 2005) son paragrafının ilk iki kelimesini değiştirip tekrar etmek isterim: (Galip Abi) gibi bir güzel insanın benim rahmet dilememe ihtiyacı olduğunu sanmıyorum…
Zira O’nun Uçmağa çoktan vardığını, nurlar içinde yattığına inanıyorum…