Fikret KARAKOYUNLU: ZİYA GÖKALP ve İTİKAD MEFHUMU
ZİYA GÖKALP ve İTİKAD MEFHUMU
Fikret KARAKOYUNLU
Asırlarca evvel Yunus Emre’yi de bir tefekkür ve mükâşefe istiğrakı anında (Çalap)ına karşı ince ve içli mısralarla sitemde bulunmaya sevk eden (duzahlı, terazili ve kıl köprülü) mavera telâkkisi, gençliğinde Ziya Gökalp’ın da zihninde bazı şüpheler uyandırmış ve inceleme arzusu ile karşılaştırmıştı; sâf ve temiz bir yürek inanciyle ve o günlerin aşırı mutaassıp havasına aykırı düşen bir eda ile sesleniyordu:
Benim dinim ne ümittir ne korku,
Allahıma sevdiğimden taparım.
Ne cennet, ne cehennemden bir koku,
Almaksızın vazifemi yaparım.
Din mefhumunun hakikî hikmet ve felsefesini lâyıkiyle kavramadan sadece müeyyidelerini terazi ve köprü gibi maddî hâdiselerle izaha kalkışan bazı basit ve bilgisiz kimselerin serâpâ şeklî din telâkkisiyle akli selimin mantıkî anlayış tarzı arasındaki uçurum önünde elbette ki Gökalp’in arayıcı ve sorucu zihni bir müddet için duraklayıp kalacaktı. Nitekim, Ziyanın müstesna idraki, ilim ve mantıkla tezat halinde bulunan bâtıl itikatları olduğu gibi kabule icbar ve ikna edilememiştir.
Ziya Gökalp’ın bu ilk ve tabiî derinleştirme arzusu o zamanın bazı dar düşüncelileri tarafından dine saygısızlık addedilmiş ve kendisine —tamamen haksız olarak— münkir diyenler bulunmuştur.
Filhakika, Gökalp ve muakkiplerinin tahkikî ve mâkul din telâkkisiyle, bazı kimselerin sadece bid’atlerden ibaret olan din anlayışı arasında bugün de farklar vardır. Bu fark, dinin ilk zuhurundaki salim vasıflarıyle hurafeler karıştıktan sonra aldığı münakaşalı şekiller arasında da göze çarpar. Hakikî ilim gibi hakikî dinin de zaman zaman tatbikattaki şeklin üstünde kalması mümkündür.
Ziya Gökalp gençliğinde karanlık bulduğu noktalar için tasavvufun bir irşat meşalesi vazifesini görüp görmiyeceğini denemeğe koyulmuş, bu sebeple de meşhur İslâm klâsiklerini tetkik etmiştir. Amcası Hasip Efendinin tavsiyesiyle Gazalî, Bestamî, İbn-ür-Rüşt, İbn-i Sina gibi büyük mutasavvıflarla tanışmış ve bunların anlayışlı din felsefesinde teselli edici, munis bir hüviyet bulmuştur.
Ziya hakkında malûmatı bulunan Diyarbekirli Ahmet Cemil’in neşredilmiyen notlarında dediği gibi, Gazalî’nin (mucizeler gösteren bir peygamber dahi olsa bir kimsenin akıl ve mantıktan uzaklaşarak meselâ 2-J-2—5 olduğunu mücerret iddia ve ısrar etmesine tahammül edemiyeceğini…) söyliyecek kadar tefekkür ve derinleştirme hürriyetinde ileri gitmesi Gökalp’in cesaretini artırmış ve bu vâdideki münakaşalarında daha ateşli ve bilgili olmak imkânını vermiştir.
Gençliğinde, Ziya Gökalp’a (münkir) diyecek kadar geriye gidenler, dar kabiliyetlerinin basit ölçüsiyle Ziya’nın harikulâde keskin zekâ ve idrakini tartmaya ve değerlendirmeye muvaffak olamayanlardır. Buna mukabil Gökalp, Diyarbekirde derunî şüphe ve tahkik arzularını tabiî ve hoş karşılıyarak münakaşalarına vukufla iştirak ve zaman zaman ilzam eden Hacı İzzet Efendi gibi mütefekkirlerle de karşı karşıya gelmek bahtiyarlığına ermiştir.
Kuvvetli mantığı ve derin buluş kabiliyetiyle temayüz etmiş olan Nardankemiğizâde Hacı İzzet Efendi, saatlerce Ziya’nın suallerine ve münakaşalarına muhatap olmaktan derin bir zevk duyduğunu söylemektedir.
Diyarbekirde iken, derunî bir ıstırap içinde olan Gökalp, sonradan felsefî ve ilmî vukufu arttıkça sakinleşmiş, tefekkür ve akidelerinde hâsıl olan istikrar üzerine dinin faydalarını değerlendirerek: «Bu kadar güzel meyvalar veren bir mevzuu neden ihmal etmeli…» diyecek kadar konuya ehemmiyet vermiştir.
Malta’dan dönüp Diyarbekire geldiği vakit, eskiden kendisiyle hararetli münakaşalarda bulunduğu Hacı İzzet Efendi ile İlmî müsahabelerine tekrar devam etmiş ve bu defa Hacı İzzet Efendi muhalifini hem ilimce çok enginleşmiş hem de sakin ve çok dindar bulmuştu. İzzet Efendinin bu husustaki sözlerini aynen alıyorum: «Ziya, pek ezici bir buhranla buradan gitmişti, şimdi pek müsterih ve mütedeyyin bir surette avdet etmiştir». Ziya’nın hususî hayatı hakkında en salâhiyetli söz sahibi olan Ahmet Cemil diyor ki: «Ziya, Hacı İzzet Efendinin ahlâkî faziletinin ve ilhamı bilgisinin cidden meftunu idi, birçok zamanlar beraber bulunurduk, Ziya ile ilmî ve İçtimaî mubahaselere vukuf ve samimiyetle girişir, çok samimî ve tatlı olan sohbetleri saatlerce deva mederdi, fıtraten sakin ve sakit olan Ziya, Hacı İzzetle temasa gelir gelmez âdeta coşar ve köpürürdü…»
Hâtıralarından aşağıdaki satırlarını da aynen aldığım Diyarbekirli Ahmet Cemil de, Ziya’ıım diğer arkadaşları gibi, şu kanaattedir:
Ziya, bir imanı tahkikî ile mütedeyyindi, onun ehemmiyet vermediği İslâmiyetle kabili telif olmadığı halde nasılsa âdabı İslâmiye arasına fuzulî olarak sokulmuş olan bidatlerdi, insanlar için dinin lüzum ve kutsiyetini ehemmiyetle müdafaa ederdi.
Filhakika Ziya Gökalp’ın ilk şüphelerini tasavvufun ve ilmin ışığı altında damla damla erittikten sonra bid’atsiz, hurafesiz bir dinin insanlık için zarurî ve faydalı olduğuna kanaat getirdiği ve çocukluk arkadaşı A. Cemil’in tâbiriyle de «bir imanı tahkiki ile mütedeyyin bulunduğu) şüphe götürmez. 3 Temmuz 338 tarihli Küçük Mecmuada çıkan «Dine doğru» adlı yazısı bu ciheti tam bir sarahatle tebarüz ettirmektedir. Gökalp, bu yazısında dinin beşer evlâdı için bir zaruret olduğu fikrini ileri sürer.
Gökalp’a göre ahlâk ve fazilet kaidelerinin en mütekâmil şeklini de nefsinde toplıyan birleştirici, cesaret verici ve karakter yapıcı bir din terbiyesi lüzumludur. Şu satırları aynen «Dine doğru…» adlı yazısından alıyorum: «Bütün hayatlarında kuvvetli bir seciye gösteren insanlar umumiyetle çocukluklarında dinî terbiye alanlardır. Çocukluklarında din terbiyesi almıyanlar ölünciye kadar şahsiyetsiz kalmaya, iradesiz ve seciyesiz yaşamaya ‘mahkûmdurlar. Rivayete göre Ahmet Vefik Paşaya medenî cesaretinin istinatgâhını sormuşlar, «Allaha tevekkülümdür» cevabını vermiş.
Filhakika, Allaha tevekkül eden, bir lâhza ümitten mahrum, bir dakika bedbin olmaz. Bir filozof diyor ki: «Ağaçların kıymetleri yemişlerinden anlaşılır». O halde bu kadar tatlı yemişler veren böyle bir ağaca lâkayt kalmak büyük bir gaflet değil midir?»
«Dine doğru »adlı yazı, kül halinde tetkik edildiği zaman, Ziyanın, bid’atsiz ve hurafesiz, tertemiz, vecdî bir inancı kastettiği anlaşılır.
Gökalp’in insanlar için faydalı gördüğü vecdî din, umumî cemiyet hayatını idare için konulmuş her türlü siyaset, iktisat ve pozitif hukuk kaidelerinin tamamen üstünde kalması lâzımgelen ferdî ve vicdanî itikattan ve bunun serbestîsinden ibarettir. Ziya Gökalp, tevekkül tâbiriyle de, hiçbir zaman bu kelimenin tatbikattaki miskinlik ve tembellik mânasını kastetmemiştir.
Hakikî tevekkül, herhangi bir işte beşer takat ve idrakiyle yapılabilecek her şey yapıldıktan ve maddi her türlü tedbirler alındıktan sonra kalbin derunî bir itikat ve güven vecdi içinde «mabut» mefhumuna bağlanmasıdır.
Hayatta huzur için, maddî her şeyin üstünde duran böyle derunî ve vicdanî bir inanca ihtiyaç vardır.
*Fikret Karakoyunlu “ Ziya Gökalp ve İtikad Mefhumu” , İş Mecmuası, C.XII, s.61-62, 1946.