İskender ÖKSÜZ : Dil insanları birleştirdiği gibi, böler de…
Dil insanları birleştirdiği gibi, böler de…
Prof Dr. İskender ÖKSÜZ
Dil, insanı insan yapan unsurdur. Buna bir de yazıyı, edebiyatı ve bunlarla yazılan tarihi, töreyi, yani nizamı eklerseniz topluma, sonra da millete varırsınız. Devlet için, bağlamdan bağımsız bir dil gerektiği gibi, böyle bir dil için de devlet gerekir. Dil olmayınca devlet, devlet olmayınca dil olmuyor.
Çocukların dünyası ne kadar basittir! Oğlum beş yaşındayken ona alfabeyi öğretmiştim. Okumaya başladı… Sonra bir başka ülkeye taşınmaya karar verdik. Ona orada İngilizce okuyacağını söyledim. Bu düşünceyi hazmetmek için kısa bir süre durakladı. Sonra kafasını bana doğru kaldırıp, “Bana İngilizce alfabeyi gösterirsin, ben de İngilizce okurum; değil mi baba…” dedi. Rahatlamıştı. Yıllar sonra bu hikâyeyi anlatır oğlumla birlikte gülerdik.
Acı olan şu ki bazı kafalar hiç büyümüyor. Çocukken hoş olan basitlikler koca koca adamlardan gelince pek tatsızlaşıyor.
Dil nedir ki? Eşyaya verilen isimler değil mi? Dolayısıyla bütün diller eşittir. Birinde “gök” dediğimize diğerinde “sema”, bir başkasında “sky” deriz olur biter. Dil üzerinde onca hassasiyet niye. Çok sıkışırsak tercüman tutarız. Biz “gök” deyince tercüman “sky” der; onlar “sky” dediğinde tercüman bize dönüp “gök” der, işte bu!
Nitekim ceddimiz Osmanlı birçok dili birlikte kullanmıyor muydu?
Hayır kullanmıyordu! Yılmaz Öztuna, Mısır’da bir Arap memurun, yine Arap olan âmirine Arapça bir dilekçe vermesinin nasıl orta boy bir krize yol açtığını anlatır. “Sen nasıl Devlet-i Âliye’nin dilinden başka bir dille dilekçe verirsin!” diye. İlk Osmanlı Anayasası’nda da dil konusu açıktır: Devletin dili Türkçedir. Türkçe bilmeyen devlet memuriyetinde istihdam edilemez. Dışişleri’nin yazışmalarına veya meselâ Sultan Fatih Mehmed Han’ın yeni tebası Rumlara hitaben hazırlattığı Rumca fermana bakıp devleti çok dilli sananlar yanılır.
Dil kültürdür
Sosyolog Ernest Gellner, “Dil kültürün bir parçası değildir. Dil kültürdür.” diyor. Alanında büyük ağırlığı bulunan Gellner’in milletin teşekkülü mekanizmasına bir göz atın: Bağlamdan bağımsız bir dil! Milleti millet yapan budur. Bir topluluk, endüstri çağının gereğince yazışabilmek, iletişim kurabilmek için ortak yüksek kültürünü geliştirir. Başka bir deyişle, “bağlamdan bağımsız dilini”. Ona komşu başka bir halk, bu dili bilmiyorsa, onun içine giremez, onun yükselen zenginliğine ortak olamaz, kıskanır, tepki duyar ve henüz endüstrileşmemiş bölgelerdeki milletler de bu tepkiden doğar.
Gellner’e abone olmak mecburiyeti yoktur; ben değilim. Fakat tarif ettiği mekanizmanın önemini reddetmek de mümkün değildir. “Bağlamdan bağımsız dil”, “Bağlamdan bağımsız yazışma dili” de diyebilirsiniz. Bu ifadenin ne demek olduğunu en güzel anlatan şey, bir Nasrettin Hoca fıkrasıdır. Cemaatten bir kişi, Hoca’dan Konya’daki bir yakınına bir mektup yazmasını rica eder. Okur yazarların parmakla gösterildiği devirlerdeyiz. Hoca reddeder, “Şimdi kalkıp Akşehir’den ta Konyalar’a gidemem” diye… “Hocam, git demedim ki, mektup yaz dedim” itirazına da cevabını verir, “Benim mektubumu ancak ben okuyabilirim”. İşte bağlamdan bağımsız dil, yazanın, mektupla birlikte gitmesine gerek duyulmayan dildir. Modern çağın iş ve idare dünyasının gerektirdiği dakik iletişimi ancak böyle bir dille gerçekleştirebilirsiniz ki, Gellner buna, “ortak yüksek kültür” diyor.
Aslında sadece Gellner’in modernitesinde, onun tabiriyle “industria”sında değil, ondan çok önce, tarih boyunca da devlet idaresi için böyle dakik dile ihtiyaç duyulmuştur. Bilhassa Avrupa’da, yerel dillerle devletin dili asırlar boyunca farklıdır. Roma döneminde barbarların dışındaki Avrupa, işini Lâtince ile görürdü. Roma’nın çöküşünden sonra da bu asırlar boyunca devam etti. Katolik Kilisesi’nin Latince konuşması din sebebiyle değil, devlet sebebiyledir. Yoksa Latince ile Hıristiyanlığın öyle sıkı bir ilişkisi yoktur.
İlk devlet kayıtlarının tutulduğu Sümer dili, Sümerler’in de Sümerce’nin de göçüp gitmesinden çok sonra hâlâ devlet memurları tarafından kullanılıyordu.
Dil, yazı, edebiyat, töre, millet
Dil, insanı insan yapan unsurdur. Buna bir de yazıyı, edebiyatı ve bunlarla yazılan tarihi, töreyi, yani nizamı, kanunları eklerseniz topluma, sonra da millete varırsınız. Bunları çıkarırsanız, milleti ve toplumu kaybeder, etnisiteler ve ırklar— bu “ırk” lâfı her ne demekse— seviyesine düşersiniz.
Çünkü dil insanları birleştirdiği gibi böler de. Devlet için, bağlamdan bağımsız bir dil gerektiği gibi, böyle bir dil için de devlet gerekmektedir. Dil olmayınca devlet, devlet olmayınca dil olmuyor.
Birbiriye yoğun teması bulunmayan, kız veya oğlan alıp vermeyen topluluklar bir süre sonra “genetik kayma”ya uğrar. Birbirine benzemez dış görünüşlere doğru kayarlar. Bugün insanların tek menşeden geldikleri ve 19. ve 20. asırlarda “insan ırkları” denilen farklılıkların tamamının bu genetik kaymalardan ve tabiat şartları ve başka unsurların bu kaymalar üzerinde yarattığı seçimden kaynaklandığı genel kabul görüyor. Ekvator civarında yaşıyorsanız, deriniz koyu renkli olsa iyi olur. Yoksa güneşin mor ötesi ışıkları ömrünüzü kısaltıyor. Kuzeydeyseniz, deriniz açık renk olsa iyi olur; yoksa D vitamini eksikliğinden kemiklerinizi kaybedersiniz…
Genetik kaymadan tek farkı
Dilde de benzer mekanizmalar var. Birbiriyle yoğun teması olmayan insan grupları, başlangıçta aynı dili konuşsa bile, zamanla farklı yönlere kayıyor ve birbiriyle anlaşamaz hâle geliyorlar. Genetikten bunun tek farkı, dildeki kaymaların daha hızlı olması. Bunun dışında mekanizmalar o kadar birbirine benziyor ki, hem genetik hem de dil üzerinde çalışanlar aynı matematiği kullanabiliyorlar. Meselâ genetik kaymanın baş teorisyenlerinden Cavalli-Sforza, aynı zamanda dil mutasyonları teorisinin de öncülerinden sayılıyor. Bu ortak matematikle iki insan grubunun birbirinden ne zaman ayrıldığını bulabiliyoruz. Aynı kökten gelen dilleri konuşan gruplardan hareketle bu dilin bin yıl önceki halini hesaplayabiliyoruz.
Linguist John McWhorter, dildeki bu kaymanın ne kadar etkili olduğunu, “Babil’in Gücü” kitabında keyifle anlatıyor.
Efsaneye göre Babilliler cennete, Tanrı katına kadar uzayacak bir kule inşaatına başlarlar. Tanrı bu işe bozulur ve kule cennete uzanmadan ahalinin dillerini farklılaştırır. Birbiriyle anlaşamaz hale gelen insanlar da inşaata devam edemezler! 21. asır Türkiyesi bu hikâyeden çok dersler çıkarabilir.
Dil yoktur, lehçe vardır
McWhorter, anlattıklarını şöyle özetliyor: Dil yoktur, lehçe vardır. Çünkü grupların konuştukları lehçeler o kadar hızlı kayar ve birbirinden ayrışır ki bir süre sonra anlaşmaları mümkün olmaz.
Televizyon çağından önce doğmuş ve büyük şehirde yaşamamış insanlara dikkat ediniz. Yerel şiveyle konuşurlarken anlamakta zorlanır, hattâ hiç anlamayabilirsiniz. Ben İzmirli’yim. Annemin memleketi ve İzmir’e şimdi yirmi dakika mesafedeki Çeşme şivesini anlamakta ciddî güçlük çekerdim. Babil’in gücü!
İşte bu şivelerle devlet yönetmezsiniz. Bu şiveleri toplayıp ortak yüksek kültüre de varamazsınız. Antepli memur, Denizli şivesiyle konuşan âmirine dilekçe yazarsa, ikincinin birinciyi anlaması için kendisinin de Denizli’ye gitmesi gerekir. Tıpkı Nasrettin Hoca gibi… Peki madem şiveler farklı, Antep’ten kalkıp Denizli’ye gidince nasıl anlaşacaklar. O zaman anlaşırlar, çünkü işin içine eller, kollar, anlamayınca “ha?”lar girer ve sonunda olur… Gellner’in, “bağlamdan bağımsız lisan”, “ortak yüksek kültür” dediği işe bu el, kol ve “ha” gerektirmeyen dildir.
Şivelerden dillere
Peki şiveleri nasıl dil haline getirirsiniz? İnsanların ırklara bölünmesini nasıl önlersiniz sorusunun cevabı ile bu sorunun cevabı aynıdır. Genetik kaymaya ne sebep oluyor? Grupların birbiriyle temasının kesilmesi. O halde insanları sık temas ettirirseniz; gelin, damat alıp vermeleri hızlandırırsanız genetik kayma olmaz. Bugünün küçülen dünyasında genetik kaymanın durduğunu, hatta geriye doğru gitmeye başladığını söyleyebiliriz.
Şivelerin şivelikten çıkıp dil haline gelmesi için de insanların bir arada konuşmalarını ve yazışmalarını sağlamanız gerekir. Bu fonksiyonu yerine getiren şeye devlet diyoruz. Devlet dili, dil milleti, millet de devleti meydana getiriyor ve daire kapanıyor. Bunlar böyle sırayla ve çember halinde değil, aynı anda, biri diğerini yükselterek oluşuyor.
Milletlerin topluca konuşmaları, yazışmaları, Benedict Anderson’un muhayyel cemaatlerinin kıraathanelerinde değil, daha teşkilâtlı bir şekilde, temel eğitim yoluyla oluyor. Temel eğitimi modern devletin olmazsa olmazı gören yine Gellner’dir. Fakat temel eğitim veren, okuryazarlık öğreten, hele hele bürokrat yetiştiren eğitim hemen bütün devletlerde en eskilerinde bile mevcuttur.
Fenike’nin yapamadığı
Tarih, dillerin, yazılı eserlerin milletleri nasıl oluşturduğunun ve kaymayı, parçalanmayı nasıl önlediğinin örnekleriyle dolu.
Bir dilci iki kız kardeşten bahseder. Biri güzel ve başarılıdır. Öbürü hiç de öyle değildir. Ama yüzyıllar geçtikten sonra güzel ve başarılıyı kimse hatırlamaz. Fakat o evde kalmış kardeşi herkes tanır. Güzel ve başarılı olan Fenike’dir. Alfabeyi icat etmiştir. Bugünkü bütün alfabeler Finike alfabesinin türevleridir. İnsanlık alfabeyi bir kere icat etmiş, bir daha icat etmemiş. Aynı Fenike, Kartaca gibi bir kolonisiyle Roma’ya kafa tutmuştur ve feth etmesine ramak kalmıştır. Fakat Fenike bugün unutulmuştur. Fenikeli diye bir millet yoktur. Çünkü Fenikeliler, kalıcı bir eser bırakmadılar. Diğer kardeş pek bir şey yapmamıştır ama onların okuryazarları, öğretmenleri (Rabileri) oturup kendi lehçelerinde Ahdı Atik’i kaleme almışlardır. Onlara da İbranî veya İsrailli veya Yahudi diyoruz. Hâlâ dik ve ayaktadırlar.
Çin, düzinelerce etnik grubun, bir tek Çin hâlinde birleşmesiyle oluşmuştur. Belki bunun en önemli sebebi, Çin bürokratlarının bir cins KPSS ile işe alınmalarıdır. Mandarin lehçesinde Konfüçyüs kitaplarından yapılan bu sınav Çin Devleti’ne bürokrat yetiştirdiği gibi tek Çin dilini o da tek Çin milletini oluşturmuştur.
Yunanistan tarih boyunca düzinelerle etnik gruba ev sahipliği yaptı, Prof. Martin Bernal’in “Siyah Athena” tezindeki kadar olmasa da Afrika (bilhassa Mısır) ve Asya’dan hem fikir hem gen katkısı aldı. Tarih çağlarında yoğun Slav istilasına uğradı. Fakat Yunanlıyı Yunanlı yapan ve Yunanlı tutan Homer’dir, Herodot’tur, Aristo’dur, Eflatun’dur. Daha doğrusu bunların kağıda dökülmüş eserleri ve dilleridir.
Bu günden dört yüz yıl önce Güney Amerika yerlilerinden bir yazar, halkının daha uzak tarihlerinde yazı bilmemelerinden yakınıyor ve İnkalar’ın Quechua dilinde şunları yazıyordu: “Şimdi Hintli denilen insanlar (aslında Amerika kıtası yerlileri) daha önceleri yazı yazmayı bilselerdi, yaşadıkları hayatlar göz önünden kaybolup gitmezdi. Vira Cochalar’ın (İspanyollar’ın) güçlü geçmişleri bugüne kadar nasıl görünür olarak kalmışsa, onlarınki de görünür kalacaktı.”
Evet dil gerek, yazı gerek. Ama yetmiyor. O dil ve o yazıyla gelecek nesillere eserler bırakmak da lazım.
Dil için devlet, devlet için dil şart. Her ikisi için de ortak, yazılı yüksek kültür. Bu dilin ve devletin tarihe ve gelecek nesillere miras kalabilmesi için de uzun ömürlü eserler…