Mustafa KÖKER: Cengiz Dağcı ile Röportaj
Cengiz Dağcı ile Röportaj
Mustafa KÖKER
Bütün eserleri, Türkiye Türkçesi ile Türkiye’de yayınlanan, okuyucuların büyük beğenisini kazanmasına rağmen bir defa olsun Türkiye’ye gitmeyen ve yazmaya devam eden bir iki derken tam 14 eser veren yazar Cengiz Dağcı.
Kırımlı bir yazar. Romanlarında ve diğer eserlerinde Kırım Türkleri’nin dramını, Sovyet rejiminin insanlar üzerindeki etkilerini dış dünyaya ve özellikle Türkiye’ye duyuran biri. Kızılordu subaylığından, esirliğe ve oradan Hitler’in kurmuş olduğu “Hür Türkistan Ordusu” mensubu olarak Ruslara karşı savaş. Stalingrad bozgunundan sonra yaralı olarak Polonya hastanesinde tedavi olup, tanıştığı hemşire ile İtalya’ya kaçış. Ve daha sonraki yıllarda Londra’ya geçiş.
Bütün eserleri Türkiye Türkçesi ile Türkiye’de yayınlanan, okuyucuların büyük beğenisini kazanmasına rağmen bir defa olsun Türkiye’ye gitmeyen ve yazmaya devam eden bir İki derken tam 14 eser veren yazar Cengiz Dağcı.
Gerek okuduğum kitaplarından, gerekse onu yakından tanıyan Osman Türkay’dan dinlediklerimi bir araya getirerek, “peki neden Türkiye’ye gitmedi? Yapılan davetleri neden nazikçe geri çevirdi?” sorularını kendime yönelterek yaklaşık birbuçuk yıldır zaman zaman telefonla haberleştiğim Dağcı’nın evine doğru yol alırken, bu sorulara cevap alabileceğimden emin değildim. Çünkü hep geçiştiriyor, o konulara girmiyor ve sağlık durumun bahane ederek fazla bilgi vermekten imtina ediyordu.
Beraberimde Sayın Osman Türkay ve gazeteci dostum Tahsin Aktı ile çok arzu etmeme rağmen bir türlü gerçekleşmeyen görüşme için bir yaz öğleden sonrası Türkçesi “Güney Tarlaları” olan “South Fields” treninde; karşımda yaşlı, çökmüş yürümekten aciz bir portre bulacağımı tahmin ederek yol alıyoruz.
Lonndra merkezine 25 dakikalık bir mesafede olduğunu bilsem çoktan, “istemese de kapısını çalardım” diye düşünüyorum. Evet çok değil yarım saate varmayan kısa tren yolculuğundan sonra tren istasyonuna çok yakın olan Dağcı’nın evinin bulunduğu caddeye sapıyoruz. Artık tek ve çift, rakamlı numaralan takip ederek 104’ü bir an önce bulmak İçin sabırsız adımlarla ilerlerken, yoldan geçenleri dikkatle süzerek “acaba bizi karşılamaya gelmiş olabilir mi?” diye düşünmeden edemiyorum.
İki yolun kesiştiği kavşağın köşesinde bize doğru el sallayıp, gülümseyen, elinde bastonu, açık renk giysi içinde, gözlüklerin arkasında tebessüm eden, köprücük kemikleri biraz çıkık Tatar olduğu seçilebilecek gözlerle karşı karşıyayız. Dimdik, elindeki baston çok fazla destek vermiyor, bizi karşılayıp, muhabbetle kucaklıyor kırk yıllık dost gibi…
İşte o adam!.. Bıkmadan usanmadan yazan, çileyi, vatan özlemini en iyi satırlarla anlatabilen elleri sıkıyorum. Artık yolda dört kişi olarak eve doğru ilerliyoruz. Tabiî hâl hatır ve tanışma faslı da devam ediyor.
Kendini, kendi evine ve kendi çevresine hapseden, Varlık’ta 1961’lerde 1980’li yıllara kadar yazdığı notlar ve yazıların dışında ne kültür dergilerinde ne de gazetelerde hiçbir zaman gözükmemeye itina gösteren Dağcı ile birlikte evinin çiçekli bahçesindeyiz. Çiçek sevgisi hemen belli oluyor ve girmeden evvel kapı önünde “İşte benim çiçeklerim” diye kendi elleri ile bakımını yaptığı rengarenk çiçekleri gösteriyor.
Hitler ordusunun Ruslara karşı bozguna uğradığı zaman kendisini yaralı olarak ellerine teslim ettiği Polonyalı hemşire, kaderin bir yazgısı olacak ki, yıllarca Dağcı’ya eşlik edecek ve bizi yıllar sonra birkaç Türk’ü birden o sessiz, kendilerine açık, dışarıya kapalı eve güler yüzle davet edecek.
Nereden nereye.. Takdir-i ilahi bu işte.
***
Sade, çoğu antikayı andıran döşemeler. Duvarlarda yine çok sevdiği çiçeklerden oluşan tablolar veya el işi panolar. Bir köşede “Cengiz Dağcı’nın emektar masa ve sandalyesi biziz. O sizin kütüphanelerinizde gülümseyen eserleri bizim özerimizde yazdı” der gibi duran küçük masa ve sandalyesi. Duvarda eşinin gençlik, kızı ve torunun fotoğrafları ve Türkiye’den gönderilmiş bir plaket.. Yazarlar Birliği plaketi. Çok ama çok sade bir ev, hemen arka bahçedeki bakımlı çiçekler küçük pencerelerden gülümsüyor bizlere. Belli ki çoktandır bizim gibi misafirler pek gelmemiş, belki de hiç gelmemiş. Çiçeklerin bakışları bunu anlatıyor.
Yok, yaşlı ve çökmüş biri değilmiş, Trende tasavvur ettiğim Cengiz Dağcı değil artık karşımdaki. Kısa saçları kırlaşmış, çıkık yanakların arkasındaki gözler hâlâ canlı ve tebessüm dolu. Eş! de aynı muhabbetle ikramlarını yapıyor. Kekler, İngiliz çayı veya limonlu çayı nasıl istediğimiz sorularının ardından hemen geliyor emektar sehpaların üzerine. Dağcı eşi ile Lehçe konuşuyor.
Sohbetimiz Kırım ile başlıyor, eş dost akraba derken yine Kırım ile, Kırım’daki son gelişmeler. Bu arada kitapları, Türkiye’deki kitabını neşreden önce Varlık Yayınları ve şimdilerde Ötüken hakkında hep müspet sohbetler.
Sözü döndürüp, dolaştırıp Türkiye’ye getirmeye çalışıyorum. Daha önce Osman Türkay’ın yazdığı gibi gerçekten Cengiz Dağcı ve Hür Türkistan Ordusu’ndaki diğer arkadaşları İtalya’da kaldıkları sırada Roma’daki Türkiye Büyükelçiliğine toplu halde Türkiye’ye gitmek için başvurdular da, Türkiye Büyükelçiliğinin “Yurdunuza dönün Türkiye sizi kabul edip de başını belaya sokamaz” cevabı mı almışlardı? Bunu öğrenmek için mevzuyu hep buraya getirmem bir netice vermedi. Çünkü önceki telefon görüşmelerimizde hep mülâkat tekliflerimi sağlık gerekçeleriyle geri çevirmişti. Bu defa geri çevirmemekle birlikte “eğer mülakatta ısrarlıysanız lütfen yazılı sorular gönderin, ben de rahatça cevaplarını yazıp göndereyim. Şimdi herşeyi hatırlayıp çevap veremeyebilirim” diye bir açık kapı bırakmıştı. Bu beni ümitlendirdi. Demek ki itimatını kazanmıştım.
Kolay değil, yıllarca eski bir Kızılordu subayı olarak, Sovyet Rejimini ayaklar altına alan eserler yazmak. Her an ölümü, takibi ensenizde hissederek yaşamak ve bugünlere gelmek kolay değildi. Cengiz Dağcı’da suskun kalmakla, kitapların dışında konuşmamakta haklı olabilirdi. Neticede o da bir insandı ve ömrünün yettiğince huzur içinde, rahatsız edilmeden yaşamalıydı.
Fazla ısrarcı olmadan, şuradan buradan sohbete devam etmek zorundaydık. Çünkü mülâkat için kendisi teklif getirmişti bu defa. Ama geriye bir başka pürüz kalıyordu. Fotoğraf.. Hep fotoğraf çektirmek istemediğini, sevmediğini, gerek görmediğini söylemişti. Evinde, oturma odasında kendisine ait tek siyah-beyaz fotoğraf yıllar önce çekilmiş, daha genç bir Dağcı…Lütfi Özkök’ün çektiği fotoğraftan mevzu açınca fotoğraf konusu da kendiliğinden gündeme gelmişti. Bu fırsatı kaçırmadan çantama uzanıp fotoğraf makinamı çıkarabilirdim, Ve öyle yaptım. İlk tepki “gerek yok” oldu ise de Osman Türkay’ın da desteği ile misafirleri kırmamak için izin çıkmıştı. Arka bahçe bunun için idealdi, tabiat ve eserler üreten sanatçı kucak kucağa..
Bu iş de hallolmuştu neticede…
Kitaplar üzerine sohbet devam ederken kendiliğinden Türkiye de gündeme geliveriyordu. Geçen yıl Kültür Bakanlığı tarafından düzenlenen l. Türk Dili Kıırultayı’na davetli olmasına rağmen katılmamıştı ve gerekçesi yine “sağlık”tı.
Ama hasretlik çektiği, gitmek görmek istediğini artık gizleyemiyordu.
Avrupa’nın her yerini görmüş, yaşamıştı. Avrupa ihtiyarlatmış, yaşıyla birlikte onlarca eserlerini bu gâvur memleketlerinde yazmıştı.
Sonunda hasretini ve arzusunu saklayamadı.
“Avrupa yaşamak için iyi ama elbet Türkiye’ye gideceğim. Çünkü bu memleketler yaşamaya değer ama ölmeye değmez”.
KAYNAK: Milli Kültür Dergisi, Ağustos,1990.