Prof. Dr. Süleyman Hayri BOLAY: ZİYA GÖKALP’İN SİSTEMİNDE DİNİN YERİ VE ÖNEMİ
ZİYA GÖKALP’İN SİSTEMİNDE DİNİN YERİ VE ÖNEMİ
Prof. Dr. Süleyman Hayri BOLAY
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
TÜRK YURDU, EKİM 1987
Her büyük mütefikkirin metafizik meseleler üzerinde kafa yorduğu ve metafizik yorumlar getirdiği tarihin ilk devirlerinden beri bilinen bir gerçektir. Metafizik meselelerle uğraşmayan, bu hususta derinliği olmayan düşünürler satıhta kalmaya ve olayların arasında sıkışıp gelişememeye mahkûmdurlar. Bu, şairler için de böyledir. Büyük şairler metafizik endişeler taşıyan ve metafizik gerilimlerini muhafaza eden büyük sanatkârlardır; bu tarz endişeleri olmayan şairler büyük sanatkâr olamamışlardır.
Türk cemiyetinin dünü, bugünü ve yarını hakkında araştırmalar yapmış, düşünceler serdetmiş, hükümler yürütmüş ve yeni bir cemiyet üzerinde sistemli olarak düşünmüş bir mütefekkir ve bir sosyolog olarak Ziya Gökalp sisteminde dine büyük bir yer ve önem vermiştir. O bu bakımdan derin metafizik endişeler taşımış ve metafizik problemler üzerinde uzun müddet kafa yormuş aynı zamanda yeni fikirler getirebilmiş bir düşünürümüz- dür. Bu bakımdan Gökalp hem felsefî hem dinî, metafizik görüşler ileri sürmüştür. Onun üzerinde durduğu esas mesele yeni Türkiye’de dinî hayatın nasıl olacağı ve bilhassa İslâmiyet’in nasıl bir yer işgal edeceği meselesi idi;
DİN ve CEMİYET
Gökalp’in cemiyet hayatında dine büyük bir yer ve önem vermesinin kaynağı, onun sosyolojik fikirlerinin temelini teşkil eden Durkheim sosyolojisidir. Çünkü Durkheim’e göre bütün İçtimaî müesseselerin kaynağı, din olup hepsi ondan çıkmıştır. Bunun yanında Auguste Comte’un ileri sürdüğü ve üç hal kanunu ile ifade ettiği insan zihninin ve insan cemiyetlerinin “üç devreden geçtiğini belirten düşüncesi, hem Durkheim’a hem de dolayısıyla Gökalp’a tesir etmiştir. Çünkü bu düşünceye göre insan zihni ve cemiyetleri dinî ve metafizik devreleri geride bırakmış ve pozitivist denilen ilmin hâkim olduğu bir devreye gelmiştir. Dolayısıyla dinin hâkim olduğu cemiyetlerin de geride kaldığı fikrinin yaygınlaştığı bir zamanda Gökalp’in bu fikirlerden bazı izler taşıması tabiîdir.
Gökalp her ne kadar Durkheim’dan bazı esâslar almış ise de onu aynen kopya etmemiş veya fikirlerini aynen nakletmemiştir. Hatta onu bazı noktalarda aşmıştır. Gökalp her şeyden önce inanmış bir müslümandır. Bu sebeple o din deyince evvelâ İslâm’ı anlamaktadır. Dolayısıyla Gökalp dine sosyolojik bakımdan sosyal bir müessese olarak bakmazdan evvel, bir mümindir.
İslâm onun kalbinde, vicdanında ve kafasında çok değişik akisler uyandırmıştır. Hatta sadece akisler değil bir takım çatışmalar da hasıl etmiştir.
O, “Felsefeye Doğru” adlı yazısında şunları söylemektedir: “Kalbimiz dinî, ahlakî, bediî kıymetleri anlar, onlardan vecd alır; bu vecdlerle saadet içinde yaşar. Aklımız ise kıymetleri maddî kadrolara sokmaya çalışır. Akıl bu işte muvaffak olamayınca akıl ile kalp arasında gayet şiddetli bir mücadele başlar.”
Gökalp her ne kadar Durkheim’dan bazı esaslar almış ise de onu aynen kopya etmemiş veya fikirlerini aynen nakletmemiştir. Hatta onıı bazı noktalarda aşmıştır. Gökalp her şeyden önce inanmış bir müslümandır. Bu sebeple o din deyince evvelâ İslâm’ı anlamaktadır. Dolayısıyla Gökalp dine sosyolojik bakımdan sosyal bir müessese olarak bakmazdan evvel, bir mümindir.
Gökalp bu çatışmadan felsefe yardımıyla kurtulmanın mümkün olduğunu söyler. Sürgünde olduğu sırada yazdığı mektuplardan birinde de aynı çatışmadan söz etmesinden, onda bu gibi kafa- kalp mücadelesinin zaman zaman devam etmekte olduğunu anlamaktayız. O, bu yazısında zihin ile kalp arasındaki çatışmanın şahsiyet yönünden insanı böldüğünü ve insanda ruhî bakımdan çifte şahsiyet kavgası haline geldiğini işaret etmektedir. (L.M.M. s. 594)[1]
Gökalp herşeyden önce dinin ferdî hayatta oynadığı rolü ortaya koymak ister. Bunun için o, meseleyi ferdi şahsiyetin gelişmesi noktasından ele alır, ve dine ferdin ruh dünyasındaki bıraktığı derin tesirler açısından bakar; bunun insan şahsiyetinin teşekkülündeki akislerini meydana çıkarmaya çalışır. Bundan dolayı evvelâ Gökalp’in DİN kavramından ne anladığını belirtmemiz gerekmektedir.
Ona göre din mâhiyeti icabı “Fevkâl-Ahlâk”, “Fevkâl-Bediîyât”, “Fevlcâl-Mantık” bir tabiata sahiptir. Din, genel ahlâktan daha üstündür. Çünkü ahlâk, insanı “Fazilet”’e kadar yükseltebildiği halde din, onu “Evliyalık” denilen kutsî makama kadar yükseltir. Gökalp dinin bediîyâtın (Estetiğin) de üzerinde olduğunu söylerken, bunun kaynağına kadar inmektedir. Onun nazarında bizim çocukluk yıllarımıza ait Ramazan geceleri, bayram âyinleri, mevlitler, Kandiller, Câmilerdeki cemaatle kılman namazlar ve müşterek yapılan çeşitli ibadetler yani bütün dinî yaşayışlar ruhumuzda derin izler bırakmaktadır ki, işte bu izler somadan kutsallaşarak estetik duygularımızın kaynağını teşkil etmektedir. Demek ki Gökalp güzelliğin kaynağı olarak çocukluk hayatımızda yaşadığımız mukaddesleri kabul etmektedir. Böylece mütefekkirimiz ahlâkî, İlmî ve estetik değerlerin kökünü dinde görmektedir.
Gökalp, evliyanın yani velilerin idrak vasıtasını da mantık-üstü olarak görür ve onların “Zevk, hâl, Mükâşefe” ile idrak ettiğini söyler. Mâhiyeti her ne kadar normal hayatın üstünde ise de din, müessese olarak, insanlara ve cemiyetlere hitap etmek ve onlardaki bozuklukları düzeltmek gâyesiyle gelmiştir. Bu bakımdan din kesin ikitadları ve feyizli ibadetleriyle ruhları vecd içinde coşturur, birbirine bağlar ve samimî bir saadet verir. Dinî hayat işte bu vecdleri yaşamak ve bu ulvî zevkleri tatmaktan ibarettir. İnsanı mânen tatmin eden, ona en kalıcı ve en tatmin edici değerleri veren din onu en iyi, hattâ medeniyetten de iyi mesud etmekte, mutlu kılmaktadır. Bunun için imân ve ibadetlerle dinî duygu daima kuvvetlen- melidir. Bu duygu vicdanlarda zayıflarsa herkesin bu müesseseden beklediği sevgi, şefkat, vecd ve sevinç (sürür) de kaybolur. Halbuki insanın sevgiye, şefkate, ümide, huzura ve teselliye daima ihtiyacı olmuştur. Ve her zaman da olacaktır. Hatta bu ihtiyaç azalmadan devam edecektir.
Gökalp, Malta Mektuplarından birinde “en iyi dinin Allah’ı en çok sevdiren din” olduğunu yazıyor. Allah’a inanan, O’nu seven, ve O’na tam bağlanan kimse, ne sinirli olur, ne de bunalıma düşer. Çünkü Gökalp’a göre “sinirlilik iman zayıflığından gelir” (L.M.M s. 104). Onun nazarında hakikî iman “Tarihî yürüten kuvvettir. Milletleri medeniyetleri yükselten odur.” (a.g.e. 604). Bu son fikir, Hegel’in tarih felsefesinde ileri sürdüğü ve Küllî Ruh tarihte üstün akıllı kahramanlarla tecellî eder, şeklindeki fikrini hatırlatmaktadır. Gökalp bu hususta aynca şunu söylemektedir: “Allah iradesini, evvel emirde umumun vicdanı suretinde tecelli ettirir, soma bu umumî vicdan İlahî kuvvetiyle fiile münkalib olur” (a.e.s. 525). Böylece, İlahî irade fertlerin vicdanında bir kuvvet haline gelerek yine İlahî kuvvetin yardımıyle fiilen tahakkuk safhasına girmiş olmaktadır. Görülüyor ki Gökalp, Allah’a imanın cemiyet hayatındaki tecellisini cemiyetin hareketi ve gelişmesi ile bağlamakta ve dinin ferdî vicdanlarda oynadığı büyük rolün cemiyete nasıl aksettiğini ortaya koymaktadır. Bu bakımdan din fertlere mukaddes gâyeler ve idealler veren bir müessese olarak aynı zamanda
bu ideallerin gerçekleşme safhasına dökülmesiyle cemiyetlerin gelişmesi ve yücelmesi birbiriyle irtibatlandırılmaktadır. Gökalp, bu bakımdan dini, fertleri seve seve idealleri uğrunda ölüme sevkeden en kuvvetli müessese olarak görür. Fertlerin vicdanında ahlakî, bediî ve çeşitli tesirler uyandıran din, böylelikle millî kültürün yâni Gökalp’in tabiriyle “Millî harsın menba’ı” olmaktadır.
DİN ve TERBİYE
Dinin cemiyetteki, özellikle İslâmiyetin, Türk cemiyetindeki yerine az-çok izah getirmiş olan bu fikirler Gökalp ’in din tâbirinden ne anladığını da kısmen ortaya koymuş bulunmaktadır. Fertlerde, cemiyetlerde ve hatta tarihte derin akisler uyandıran din müessesesinin eğitim bakımından da bir yeri ve önemi olması icab eder. Gökalp bu noktanın da üzerinde durmakta ve şöyle demektedir:
“Terbiye nokta-i nazarından en faydalı olan âmil din’dir.” Zira, “dine göre ruh, bütün kemâllerin cami’i olan Ulûhiyyetin bir nefhasıdır. Ruhta hem | bir irade, hem de vazife mükellefiyeti vardır, bu : mükellefiyetin müeyyidesi olmak üzere uhrevî bir mesuliyeti de vardır.” (Z.G. Diyor ki, s.53, 54, İnsan Telâkkisi adlı makale).
O, Malta Mektuplarından birisinde din eğitiminin önemini ve faydasını şöyle belirtir: “Din ve ahlâk dersleri de en vecitli derslerdir; fakat ma’atteessüf bizde bu dersler vecdli bir surette okutulamıyor. Çocuklara Allah sevgisi, mefküre sevgisi iyi verilemiyor. Çocuklar bu duyguları da, edebiyatın İlâhîlerinden, destanlarından almak mecburiyetindedir.” (a.g.e. s.73)
Gökalp terbiyenin esası olarak da ruhun terbiyesini almakta ve onun güzelleştirilmesini, maddî kirlerinden arınmasını istemektedir. Bunun için ruhun aslî kaynağından yani Allah’tan uzak kalmamasını, çünkü hakikî güzelliklerin ruhta bulunduğunu, insanın ruhu ile insan olduğunu vurgulamaktadır. Yine mektuplarından birisinde “İnsan ayağını yere basmadan duramaz, ruhunu da Allah’a dayandırmadan yaşayamaz. Beden gibi ruh da bir istinadgâha muhtaçtır. Dua ve tevekkülden ayrılmayan ruha, gam, kasvet giremez; çünkü şeytan giremez.” demektedir. (L.M.M. s.278, 66) Ruhun terbiyesinde tasavvufî hayatı da lüzumlu gören Gökalp, mutasavvıfı “Evliyalık derecesine çıkabilen sâlik” olarak tarif etmektedir. İnsanda yüksek temayüller uyandıran bilhassa uhrevî itikadlar, Gökalp’ın kuvvet-fikirleridir. Gökalp bu kuvvet-fikirlerle insan faaliyetlerine ve cemiyet hayatına yeni bir dinamizm getirmek istemektedir. O bunun için tasavvufî hayat ve evliyalık ile ilgili fikirlere büyük önem vermekte bu husustaki izahlara ferdin ve cemiyetin ruh ve ahlâk terbiyesindeki rolü bakımından ağırlık vermektedir. Çünkü ona göre din beşer-üstü kaynağı ve mâhiyeti ile insana küçüklüğünden itibaren iman, ümit, sevgi, şefkat, merhamet, fedâkârlık, metânet, sabır ve kardeşlik duygusu vermektedir. İnsanın bunlan kazanırken küçük yaştan itibaren şahsiyetinin ve seciyesinin ortaya çıkışında dinin rolü başta gelmektedir. Hatta Gökalp’e göre imam kuvvetli olan müminlerin ferâgat ve sekîneti daha fazla olduğu gibi, şahsiyeti de daha kuvvetlidir. İmanı zayıf olanların ferâgat ve huzuru, aynı zamanda şahsiyeti daha zayıftır. Gökalp, burada terbiye bakımından çok mühim bir netice çıkararak hayat- lannda kuvvetli bir seciye gösterenlerin bu durumunu, çocukluklannda aldıkları sağlam dinî terbiyeye bağlamaktadır. O, şöyle der: “Bütün hayat- lannda kuvvetli bir seciye gösteren insanlar, umumiyetle çocukluklannda dinî bir terbiye alanlardır. Çocuklukta din terbiyesi almayanlar, ölünceye kadar şahsiyetsiz kalmaya, iradesiz ve seciyesiz yaşamaya mahkûmdurlar.” (Dine Doğru)
Görülüyor ki Gökalp, ferdin seciyeli ve karakterli olmasında irade kazanmasında ve yüksek şahsiyet sahibi olmasında dinî terbiyeyi esas almaktadır. Fakat onun asıl maksadı bu değildir; O’nun asıl maksadı dinin ferdî hayattaki rolünü basamak yapıp cemiyet hayatındaki rolüne ve tesirlerine yeni bir izah tarzı getirmektir. O şöyle düşünür: “Dinin rolü yalnız fertlere şahsiyet vermekten ibaret değildir, cemiyetlere şahsiyet veren de yine dindir.” Artık burada dinin rolü değişik vasıtalarla kendini göstermektedir Fertlere en yüksek şahsiyeti din, veliler (evliya) vasıtasiyle kazandırırken, cemiyetlere şahsiyetini peygamberler vasıtasiyle kazandırmaktadır. Çünkü peygamberler evliyanın fevkında olup vahye mazhardırlar. Ve insanları, cemiyetleri bataklıktan kurtarıp mutluluğa erdirmek için gönderilmişlerdir. Onlar, cemiyetlere kat’î şahsiyetlerini veren semavî bir kitap, kutsal bir sünnet ve dinî bir teşkilâtla beraber gelirler. Peygamberler hem halka, hem de hakka yönelmişlerdir. Haktan aldıkları herşeyi Hak adına her çeşit insana ve halk topluluklarına ulaştırarak onlara mal etmeye çalışırlar. Böylelikle halk topluluklarının ve her çeşit insanın bir iman ve ahlâk birliği etrafında kaynaşmalarını sağlayıp yeni bir cemiyet tipi meydana getirirler ve bu cemiyete de kat’î şahsiyetini kazandırırlar. Nitekim, Gökalp’e göre enbiyanın sultanı olan Peygamberimiz (A.S.M) çöl araplarının “amîk-derin- bir cahiliyetten en yüksek bir hars ve medeniyete yükseltmiş, dolayısiyle neşrettiği din yüz sene sonra insanlığın büyük bir kısmının içtimaî ve ferdî nâzımı ve mürebbisi olmuştur.” (Dine Doğru) Çünkü nebiler, gönlü Hak ile ama kendisi halk ile olan kimselerdir. Veliler de bu hususta onları rehber alırlar. Gökalp, bunu diğer insanlar için şöyle formülleştirir: “Şeytanı ruhumuzdan kovmak, Allah’ı kalbimizde daima hazır bulundurmak…” Veliler bu yönden peygamberlere uyarak ölü cesetleri değil ama ölü ruhları diriltirler ve kişilere şahsiyet bütünlüğü kazandırırlar. Gökalp, bu hususta bir büyük velinin kendisine niçin keramet göstermiyorsun denilmesine karşılık “Hazreti İsa ölmüş cesetleri dirilterek mucize gösteriyordu. Biz ise ölmüş ruhları dirilterek mucizeden daha üstün bir keramet gösteriyoruz”, diye cevap vermesini misâl göstermektedir.
İSLÂM BEYNELMİLELLİĞİ
Bir inanç sistemi İçtimaî hayatta bilhassa ahlakî yönden nasıl bir terbiye vasıtası olabilir? Gökalp, bu sorunun da cevabını araştırıyor. Her din cemiyet hayatına tesir etmek ve fertleri, cemiyetleri ıslah ederek mânen yükseltmek gayesi ve iddiasıyle gelmiştir. Bundan dolayı en ilkel din bile sosyal hayattan tecrit edilemez. Gökalp bu sosyolojik hakikatin farkındadır. Bu sebeble dinin cemiyette tesirli olabilmesi için bir teşkilâta sahip olmasını lüzumlu görür. Ona göre bu teşkilât, ümmet teşkilâtıdır. Peygamberler ise ümmet teşkilâtını kuran kimselerdir. Her ne kadar ümmet devrinin bittiği ve ümmet merhalesinin millet merhalesinden önce geldiği kanaati yaygın ise de Gökalp milliyetlerin hâkim olduğu bu çağda ümmet gerçeğinin ortadan kalktığı kanaatini benimsemez. Çünkü o bizim milliyetimizin Türklük olduğunu söylemekle beraber, her Türk’ün beynelmileliyetinin de İslâmlık olduğunu açıkça ifade etmekten çekinmez. Gökalp bu sebeble “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” adlı kitabında İslâm ülkeleri ile kültürel bağlan geliştirmek için geniş bir program vermiştir. Ona göre Türkçüler şu esasları ihtiva eden bir ümmet programına sahip olmalıdırlar:
- Bütün İslâm milletleri arasında ortak olan Arap harflerini değiştirmeksizin muhafaza etmek,
- Bütün İslâm kavimlerinde terimlerin ortak bir hale getirilmesi için İslâm ümmeti arasında terminoloji kongreleri toplamak ve terimleri Türkçe- den, Arapça’dan ve kısmen de Farsça’dan yapmak.
- Bütün İslâm kavimlerinde ortak bir terbiyenin kurulması için terbiye kongreleri yapmak
- Bütün İslâm kavimlerinin müftü teşkilâtları ve ilim adamları arasında daimî bir bağ vücuda getirmek,
- İslâm ümmetinin sembolü olan Hilâlin kutsallığım muhafaza etmek. Görülüyor ki bu program siyasî değil, iktisadî değil, ama tamamen kültürel mâhiyette bir programdır. Bu programın bir kısım esasları hattâ bu programda olmayan iktisadî yönleri son senelerde İslâm konferansı teşkilâtı tarafından gerçekleştirilen toplantılarla tahakkuk etmiş durumdadır.
Gökalp’in din-fert arasındaki münasebetleri izah ederken iman, ibadet, ve bunların mümine kazandırdığı ahlakî meziyetler ve eğitim-öğretim yönünden sağladığı faydalar açısından ele aldığı buraya kadar yapılan izahlarla ortaya çıkmış bulunmaktadır. Ayrıca, din ile cemiyet arasındaki münasebetleri izah ederken meseleye yine ahlâk, eğitim ve bunların mahsülü olan şahsiyetin teşekkülü ve gelişmesi noktasından baktığını, dolayısiyle mütefekkirimizin cemiyetin teşekkülünde imanın ön planda rol oynadığım ve cemiyetlere peygamberlerin sünnetlerinin, getirdikleri kitapların bütünlük, şahsiyet kazandırdığına dair kanaatlerini ortaya koymuş bulunmaktayız. Aslında bu nokta hem umumî sosyoloji ve hem de din sosyolojisi açısından üzerinde ısrarla ve dikkatle durulması gereken bir noktadır. Gerçi Gökalp, cemiyetlere peygamberlerin kat’î şahsiyet verdiğini o zaman isabetle tesbit etmiş; fakat meşguliyet saha-, sının genişliği yüzünden bu mesele üzerinde etraflıca duramamıştır. Günümüzde bazı batılı araştırıcılar bu mesele üzerinde değişik araştırmalar yaparken, altmış beş sene evvel Gökalp’in tesbit ettiği bir hakikatin orada bırakılması ve geliştirilmemesi esef edilecek bir noktadır.
DİN ve HUKUK
Şimdi bir başka meseleyi ele alalım: Din ve hukuk münasebeti.
Gökalp içtimai müesseselerin kaynağı olması bakımından hukuka nasıl bakmaktadır? Mütefekkirimiz, dinin hukukî sahaya el atmasına taraftar değildir. O hukukun dinden ayrı bir iş olduğuna kânidir. Çünkü onun düşüncesinde hukuk devlete ve ulülemre bırakılmıştır. Tanrı hukukun örfe uymadığı zamanlarda onu değiştirmesini ve örfe uydurmasını millete emretmiştir. Gökalp şöyle diyor:
Lâkin hukuk dinden ayrı bir iştir
Bırakılmış ulülemre, devlete,
Hukuk örfe uymayınca, değiştir,
Örfe uydur, demiş Tanrı millete!
Binaenaleyh burada Gökalp’e göre hukukun kaynağı örf olmaktadır; yani o örfü esas almaktadır. Fakat, hukuku örfe uydurma işinin kaynağı olarak da Tanrı’yı yâni dini göstermektedir. Gökalp burada değişik bir ictihadda bulunmaktadır: “İslâm Mecmuası”nda yazdığı bir seri makalede Kur’an’da bildirilen esasların Allah’ın kanunları olduğunu, cemiyetleri idare eden kanunların da yani örflerin de Allah’ın kanunları bulunduğunu söyler: “Biz Kur’an’daki esasların yerine örfleri hâkim kılarsak dinin dışına çıkmış sayılmayız. Aslında bu fikir çeşitli münakaşalara yol açmıştır. Daha önce Hindistan’da Seyyid Ahmed Han’ın da buna benzer bir içtihadı vardır; fakat onunki tamamen Natüralist istikâmettedir. Diyebiliriz ki Gökalp bu izah tarzı ve içtihadı ile Türkiye Cumhuriyetinin din- devlet ve din-hukuk ayrımına dayanan lâiklik ilkesinin temellerini atmıştır ve zeminini hazırlamıştır.
Gökalp din ve devlet ayrılığı fikrini perçinlemek için dinin, siyasete karıştırılmaması üzerinde de ısrarla durur. Hatta münevver sınıfın, aydınlar tabakasının dindar olamamasının ve dinî bir hayat yaşayamamasının sebebini o, dinin siyaset için geldiğinin sanılmasiyle izah eder. Ayrıca Gökalp teokrasi ve klarikalizmin cemiyetleri geri bıraktığı ve millî vicdanın uyanmasına mâni olduğu gerekçesiyle karşısına çıkar.
DİN ve AİLE
Din ve Cemiyet münasebetleri açısından aileye baktığımızda Gökalp’in ailenin kaynağı olarak yine dini gördüğünü anlarız. Fakat o ailede kadın hakları bakımından bir eşitsizlik görmektedir. Bu eşitsizliği o nikâhta, talâkta ve mirasta gördüğü için bunların düzeltilmesini istemektedir. Şöyle demektedir:
Ailedir bu milletin bu devletin esası.
Kadın tamam olmadıkça eksik kalır bu hayat
Ailenin adle uygun olmak için binası,
Nikâh, talak, miras: Bu üç işte gerek musâvât
Bir kız irste yarım erkek, izdivaçta dörtte bir
Bulundukça ne aile ne memleket yükselt.
***
Buraya kadar olan yaptığımız izahlara Gökalp’in dinin yeni Türk cemiyetinde ne gibi bir yer işgâl edeceğine dair görüşlerini belirtmiş bulunuyoruz.
Dini sadece “İtikadlar ve ibadetler sistemi olarak “gördüğü halde Gökalp bu müessesenin ahlâk, eğitim, sevg,i ümit ve millî birlik açısından fertte ve cemiyette çok derin tesirleri olduğunu bilmekte; ve dinin fertlerden cemiyetlerden tecrid edilmesine karşı çıkmaktadır. Hatta birçok meseleyi izah etmekte dini kaynak almaktadır.
Bu bakımdan Gökalp ülkemizde sadece sosyolojinin değildir sosyolojinin de kurucusudur. Zaten Darülfünun’da din sosyolojisi sahasında da yaptığı araştırmaları ders olarak vermiş ve bu hususta hazırladığı notları bugün yayınlanmıştır, bu notlarda Dinin içtimai hizmetlerini birbir saymış, islâmm aile hukukunda yaptığı inkılaplan çok güzel tesbit ederek ortaya koymuştur.
Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere Gökalp’in cemiyet sisteminde ve sosyolojik izahlarında din, hem bir iman sistemi olarak, hem bir cemiyet sistemi olarak, hem de ahlâk ve eğitim müessesesi olarak geniş bir şekilde yer almış ve daima önemini korumuştur. Bu yönden de Gökalp’in çalışmalarının ve izahlarının bugüne ve yarına tutacağı ışıklar vardır.