Kenan EROĞLU: “GİDEN CANLAR BİZİMDİ” -Kitap Tanıtımı-
Kenan EROĞLU
“GİDEN CANLAR BİZİMDİ”
Kitap adı : “Giden Canlar Bizimdi”
Yazar :Fahrettin Masum Budak
Yayınevi : Bilgeoğuz Yayınevi
Basım Yılı : Aralık 2013
Sayfa sayısı: 447
“GİDEN CANLAR BİZİMDİ” Yazar Fahrettin Masum Budak’ın “Akan Kanlar Bizimdi”den sonra ikinci kitabı.
Yazar kendi yaşadıklarını iyi bir gözlemci olarak akıcı bir dille kâğıda aktarmakla kalmamış içerde mahpus hayatı yaşayan başta kendisi olmak üzere mahpus arkadaşlarının psikolojik durumlarını, karakterlerini, iyi ve kötü yanlarını çok açık yüreklilikle kitaba aktarmış. Kimin ne zaafı var kim nasıl davrandı, hapis hayatında psikolojisi değişen ve durumları kabullenen ve kabullenmekte zorlanan durumları hiçbir tevile bırakmadan kâğıda dökmüş. Samimi anlatımı nedeniyle Fahrettin Masum Budak’ı tebrik ediyorum.
***
“…..Bütün bu adaletsiz gelişmelere rağmen Ülkücüler başlarını dik tuttular, yerine göre ölümlerden ölüm beğendiler. Eğilmediler, büzülmediler ve çözülmediler. Vatanlarını, milletlerini ve devletlerini hiç kimseye gammazlamadılar. Ölüme meydan okudular, zulme meydan okudular.”(S:10, Önsöz)
Yazar kitabın önsözünde, tüm kitabın bir özetini, ölçüsünü ve kaidesini baştan koyuyor. Kitabın ilerleyen sayfalarında bu en başta konulan ölçünün dışına çıkılmadığı görülüyor.
“…..Açıktır ki, koğuşumuzda şeriat kuralları harfi harfine uygulamaya gayret ediliyordu. Örneğin bir gün diğer kısımlardan bir kişinin koğuşumuza gelmek istemesine karşı Ali Bilir “eğer namaz kılıyorsan gel, kılmıyorsan gelme” diyecek kadar ileri gidebiliyorlardı. Bu düşünce kuralı gösteriyor ki, şer-i hükümlere uymayanın yeri bizim koğuşumuzda olamazdı…..”,
Kitabın ilk sayfalarında yazarın da belirttiği gibi, koğuşlarda Ülkücülerin namaz kıldıkları ve İslami kurallara tam manası ile uymaya çalıştıkları görülüyor: “Buraya kadar görünen İslami yaşam tarzı beraberinde bazı problemler taşıyordu. Ülkücüler hedeflenen çizgiden saptırılırken önceden tasarlanmış ve planlanmış belirli bir kalıba sokulmak istenirken kimsenin dikkatini çekmeyen bazı olumsuzluklar benim gibilerin dikkatinden kaçmıyordu. Ahmet Orhan Sar ile Ali Bilir mantığı, Ülkücüleri hızlı bir şekilde Türk Milliyetçiliği ile Türk İslam Ülküsü çizgisinden uzaklaştırıp gelenekçi, Saltanatçı ve tarikatçı bir çizgiye götürmek istiyordu. Bu gidiş bilinçli ve inançlı Ülkücüleri kaygılandırıyordu….” (S:21)
Fakat içerde koğuşlarda uygulanmaya çalışılan İslami kuralların belki de İslamiyet’in yeteri kadar bilinmemesinden kaynaklı olarak bazı problemler sebep olduğunu da açık yüreklilikle belirtmeden geçemiyor. Çok değişik çevrelerden gelen koğuş arkadaşlarının İslamı anlama şekilleri başka başka olabiliyordu: “…Çünkü her bir arkadaşımız Türkiye’nin değişik yerlerinde ve değişik şartlarda direnişin ve savunmanın en zorlarını yaşayarak gelmişti. Birçok arkadaşımız başına buyruk, çete reisi, elebaşı militan karakterli bir mantık ve düşünce yapısına sahipti. Bunlar silahların gölgesinde, kurşunların ortasında büyümüştü. Capcanlı ve taptaze bir yapının içinde gençlik ve delikanlılık çağlarını siperlerde mevzi kazarak cezaevlerine düşmüştü. Tamamına yakını korku ve tehlike nedir bilmez, engellere karşı gözü kara ve gözü pek dalarlardı. Şimdi bu mizaçta olan insanları belirli bir kalıba sokmak, özellikle bunu cezaevi şartlarında gerçekleştirmek kolay bir yol olmasa gerekti.” (S: 28)
Silahlarla haşır neşir olmuş ölümle her an burun buruna gelmiş bu cesur insanların İslamı anlayış biçimleri de o denli farklı olabiliyor ve bu da problemlere sebep olabiliyordu.
“Benim işim gücüm kitap okumak ve yayınevlerinden sipariş verip kitapları istemekte, bu kitaplardan özenle notlar çıkarıyor, durmadan okuyor, okuyordum. Okumaktan yorulunca veya bıkınca bu sefer yazıyor, yazıyordum. Zaten beni yaşama bağlayan, geleceğimi bana bağışlayan okumamdı, yazmamdı ve bol bol düşünmemdi. Bunlar olmasa herhalde sıkıntıdan stresten ve gerilimden kurtulmam mümkün değildi….”(S:31)
Kendisinin de belirttiği gibi yazar iyi bir okuyucu ve iyi bir yazar olmasının yanı sıra oldukça objektif da gözlemcidir.
“Ülkücüler, ya da diğer adıyla Türk Milliyetçileri sadece cezaevlerinde acı çekmediler. Bu düşünce libasını taşıyanlar firarda da çok acı ve ıstırap çektiler. Yokluklar, kıtlıklar ve mahrumiyetlikleri tam da iliklerine kadar yaşadılar. Gün geldi bir yaprak şıkırtısına, gün geldi bir rüzgâr esintisine tabanca çekmek zorunda kaldılar. Aç kaldılar, susuz kaldılar, parasız pulsuz kaldılar, taşları aştılar, haramilerin kol gezdiği öz yurtlarına hasret dünyayı karış karış dolaştılar….” (S:42)
“…. Allah kimseyi bizim Türk sol basının diline ve eline düşürmesin. Şayet düştü müydün yıkıldın gittin demekti. İşte sol basının eline ve diline düşenlerden birisi de bizim Nasibullah Türkel’di. Sol ve komünist basın onu “yapmadığı eylem yoktur” diye lanse ederek dünyasını karartmıştı.”(S: 42-43)
Yazar sadece içerdeki gözlemleri ile kalmıyor. İçerinin yanı sıra, dışarıdan gelen haberler ve takip ettikleri kadarıyla dışarı hakkında da oldukça yeterli değerlendirmelerde de bulunabiliyor.
“Başkanlık makamı biz Ülkücülerde son derece hassasiyet isteyen bir makamdı. Zira bu makamı yürüten arkadaşımız herkese örnek olmak zorundadır. Herkes disiplinin, eşitliğin birlik ve beraberliğin temini için tüm yetkileri bir kişiye devrederken ondan Ülkücülüğe yakışır bir yürütmenin sürdürülmesini şiddetle ve iştiyakla ister. Bu makamda sadece iyi insan olmak bazen kafi gelmeyebilir….” (S:59)
“Milletimizin birliği ve dirliği için hiçbir mezhebe yan gözle bakmayız. Bu mezheplerin hepsi bizler için zenginlik kaynağıdır. Allah müsaade eder Türk ve Müslüman birliğini gerçekleştirirsek mezheplerin tamamı ortadan kaldıracak projelerin hayata geçirilmesini sağlayacağız. Yeniden Allah Resul ve Kur’an kaynağına döneceğiz. Ayet ve nasların ışığında mezhepsiz bir İslam dünyasını tüm Müslümanlara bahşedeceğiz.” (S:65)
Esasında Türk Milliyetçiliğinin ve Türk Milliyetçilerinin bir mezhep taassubu olmadığı yazar tarafından da kabul ediliyor. Türk Milliyetçiliğinin mezhep diye bir probleminin olmadığı yazarın görüşlerinden çıkartılabilir: “Zaten yanlışlığından emin olduğum bir takım insanların yukarılara sızarak Alevi vatandaşların biz Ülkücülerden uzak tutulmasını sağlayacak kararlar alınmasıyla dışlanmasına vesile olduğumuz bu güzide kesim, solun insaf ve merhametine terk ederek İslam dışı kullanılmalarına zemin hazırlamıştır.” (S:70)
Yazar Alevi Sünni meselesinde kendinden çok emin ve rahattır. Taassuba ve ifrata kaçmadan her şeyi açıklıkla konuşabilmekte ve orta yere serebilmektedir.
…
Yazar en nihayetinde bir insandır. Ve bazen çok bunaldığı, problemler karşısında ümitsizliğe dahi düştüğü olabiliyor. İşte böyle bir zamanda gündemine giren “İntihar” konusunun kendisini günlerce meşgul ettiği fakat konuya esir olmadığı anlaşılıyor.
“Hoş geldin intihar! Sen benim kurtuluş reçetemsin, acılarıma son verenimsin. Zalimler dünyasının sadist zevklerini engelleyenimsin. Yalandan riyadan ve dünyaperestlikten kurtaranımsın. Kendi ülkesinin evlatlarını kurda kuşa yem eden gaddar idarecilerden ve onun sürüngen ve mankurt kadrolarından azat edenimsin….”
“Her şeyden önce cezaevi cehennemime son noktayı koyanımsın. Allah’ın her günü yediğimiz dayağın, gördüğümüz hakaretin ortadan kaldırılmasına sebep olanımsın. Kırılan onuruma zedelenen ve heder olan kişiliğime karşı isyan bayrağı kaldıranımsın. Gözyaşlarımı dindiren, acılarımı söndüren ve çıkış yolumu bildirenimsin. Direncimi kıranım, acılarımı söndüren ve çıkış yolumu bildirenimsin……” (S:122)
Yazar bazen ciddi ciddi intiharı düşünür ve kendisi için kurtuluş yolunun, bu hapis hayatın son bulmasının tek çaresi olarak intihar etmeyi düşünüz ve bunu günlerce bir iç sıkıntısı ve muhasebesi olarak tartar durur.
“…Dünyanın gidişatı insanın içini sızlatacak sorunlarla dopdolu. Bir yanda açlıkla pençeleşen milyarlarla ifade edilen insan sayısı, bir yanda ise obezite olmamak için akla karayı seçen ondan daha fazla yekun teşkil eden insan sayısı.. Zulmet ve karanlık her kıtaya sıçramış, aydınlık her yerden kovulmuştu. Uygarlığın getirdiği ve teknolojinin pekiştirdiği tüm değerler erozyona uğramış, kültürlerin doğurduğu maneviyat bir kenara itilmiş ve insanlık hızlı adımlarla geleceğini kapkaranlık bir çöle döndürmüştür.” (S:131)
Yazar; Hapishane, zindan, işkence, dayak vs. derken memleket ve insanlığın geleceği konusunda da kafa yoruyor ve gerçek bir entelektüel olduğunu ortaya koyuyor.
Yazar Milliyetçiliğini bir üst kimlik olarak kapsayıcı ve bütünleştirici bir güç olarak ele alıyor ve mezhepçiliğin milliyetçilikte yerinin olmadığını hem vurguluyor, hem işaret ediyor. “Türk Milliyetçiliğinde şu mezhepten, şu inançtan ve şu soydan olup olmamak pek geçerli akçe olmadığı meydandaydı. Kendisini Türk hisseden ve Türk’e hizmet eden Türk’ün özüydü. Kaldı ki Türk Milliyetçilerinin mezhep derdi diye bir derdinin olması asla düşünülemezdi. Bu konuda ya Milliyetçilikten vazgeçeceksin, ya da mezhepçiliği asla ağzına almayacaksın.” (S:156)
Yazar, yer yer oldukça objektif bir şekilde içeriyi ve içeridekileri gözlemlemekten de geri durmuyor. Yazar, hapiste birlikte yattığı siyasi mahkûmlara belki de olduğundan fazla mana yüklemiş gibi görünüyor: “Siyasi mahkûm karizmatiktir. Fedakârdır. Toplumu için gözünü kırpmadan ölür veya öldürür. Kültürlüdür, eğitimlidir, ideali ve ülküsü vardır. Planlı ve projeli yaşar. Değer yargıları neyse o doğrultuda yürür. Oturmasını, kalkmasını ve konuşmasını bir denge üzerinde götürür. Gayesi uğruna cezaevlerine düşmüştür. Bencil ve egosu yoktur. Adaletlidir, haksızlık yapmayacağı gibi haksızlık yapanların önüne geçer. Mütemadiyen kendisini geliştirir. Edindiği bilgi birikimini çevresi ile paylaşmasını bilir. Elinden düşürmediği kitaplarla geleceğe kendisini donanımlı hazırlar. Mükemmeliyeti arar…..” (S:167)
İçeriye düşen her mahkûm böyle midir? Yoksa sivrilenler ve kendilerini kitaba ve tefekküre verenler mi vardır? Bunu bizim bilme imkânımız yok.
“Demek ki toplumunu veya dünya toplumlarını düzeltmeden önce kendimizi düzeltmemiz öncelik kazanıyordu. Bütün bunlar bir vakıa idi. Millet adına yola çıkanlar, halklar adına yola çıkanlar ve Müslümanlık adına yola çıkanlar insanın içini karartacak bir sürü yanlışlara imza atıyordu. Bu olup bitenleri tarihe not adına düşmezsem objektiflikten uzaklaşacağımın rahatsızlığını yaşayacağım ortadaydı.” (S:17
İddia sahipleri, kendilerini düzeltme yoluna gitmelidir, diyor. Yazarın bu görüşlerine katılmamak mümkün değil. İddia sahiplerinin hal ve hareketlerine ve oturup kalkmalarına ve hatta edecekleri bir çift söze dahi dikkat etmeleri gerekir. Bir takım sloganların haykırılarak neticeye ulaşılması elbette mümkün değildir.
“Dünyayı ve Türkiye’yi değiştirmek ve dönüştürmek için yola çıktık ama bir türlü kendimizi değiştirme ve dönüştürme konusunda beceri sahibi olamadık” (S:372, Yazarın arkadaşı Recep Cebeci) Koğuştaki bir haksızlık için bu sözleri sarf eden Recep Cebeci aslında genel bir gerçeği de dile getirmiş oluyor.
Dünyayı değiştirmek için yola çıkan insanlar ne yazık ki, kendileri pek fazla değişmemiş ve kendilerini fazla yetiştirmemiş ve olması gereken Ülkücü-insan olma yolunda pek bir mesafe kat edememişlerdi.
Yazar çok yönlü bir düşünür olduğunu gösteriyor. Hem içeriyi hem kendi içini hem dış dünyayı ve hem de aynı koğuşu paylaşmak zorunda kaldıkları sol görüşlüleri de tahlile tabi tutmaktan geri kalmıyor: “… Ama devrimciler geçimsiz ve götürümsüz insanlardı. Kin ve hasetleri, düşmanca davranışları asla tükenmezdi. Onlarda kırıntı mukabilinde insanlık sevgisi bulmak mümkün değildi. Utanma duyguları çatlamıştı. Her şeye ideolojik pencereden baka baka kalıplaşmışlardı. Maddesel düşünmeleri onları sosyal davranışlardan soyutlamıştı. Kişiliklerini, şahsiyetlerini ve itibarlarını yüklendikleri fikrin emrine sokmuşlardı. Bir nevi robot olmuşlardı. Beyinleri, akılları ve duyguları pranga yemişti. Beraber yaşadıkları toplumu tanıma diye bir dertleri mevcut değildi. Zaten bu yönleri başarıdan mahrum bırakıyordu. Kurtarıcılıklarına soyundukları toplumlarının kültürel değerlerine duydukları nefret ve öfke kaldırılabilir bir nefret ve öfke değildi. Tiksinerek baktıkları toplumun “üst yapısına” yenildiklerini hazmedemiyorlardı.“ (S:284-285)
“Komünistlerle ayrılmamız hiçte iyi olmadı. Stresin darıgsamanın ve gerilmenin doruğuna çıktığımızda karşımızda gördüğümüz devrimcilere posta koyarak boşalmaya çalışıyorduk. Onlar da olmayınca mecburen arkadaşlar bir bahane ile birbirlerine saldırmaktan geri kalmıyorlardı.” (S:374)
Böyle bir durum Yozgat Eğitim Enstitüsünde de meydana gelmişti. Okulda küçük bir gurup sol görüşlü öğrenci vardı. Onları okuldan atalım düşüncesi hâkimdi. Ben yöneticilere onları atmayın, takip edin, zaten küçük bir gurup vs. Dedim. Dinlemediler o küçük gurubu okuldan attılar. Daha sonra ise Eğitim Enstitüsünde okumak için ilçelerden gelenler arasında guruplaşmalar oldu.
İnsan yetiştirme veya iyi adam yetiştirme konusuna ağırlık vermeyince, eften püften konular mesele olarak karşımıza çıkıyor.
İnsanlarımıza Türklük ve Müslümanlık şuurunu biz tam veremedik. Bu şuur olmayınca yapılan işlerde çoğu kez milletin ve davamızın lehine sonuçlanmıyor.
“… Nerde veya nerede hata yaptığımızı bir türlü kestiremediğimiz badireler yakamıza yapışmış düşmek istemiyordu. Bilimsel ve objektif yorum ve mülahazalarla Ülkücü arkadaşlar tarafından yanlış algılanmalar doğurduğu için çıkmaz sokaklara doğru yol alıyorduk. Kimse sağlıklı ve öznel düşünmek taraflısı değildi. Giderek yoğunlaşan kopmalar beraberinde derin yaralar oluşturuyordu. Türk Milliyetçiliğinin düştüğü açmazlar istikametimizi puslu hale getirmişti….” (S:379)
…
51. Sayfada açılan başlık “Asala örgütü ve Türk yöneticileri” konusu 9 sayfa sürmüş. Yazar bu Asala ve Ermeni örgütleri hakkında epey bilgiye sahip görünüyor. Bu konuyu enine boyuna incelediği ve vukufiyetle ortaya koyduğu görülüyor. Fakat bu (S:51- 60) anlattığı Asala ve Ermeni terörü konusu bölümün sonunda birden değişiyor hapishaneye yani içeriye yöneliyor (s. 58) Yazar burada ayrı bir başlık açmış olsaydı daha iyi olurdu.
Şunu da belirtmekte fayda var: Kitabın baskı öncesi gözden geçirilmesi sırasında bazı yazım yanlışlarına yeteri kadar dikkat edilmemiş. Bir dahaki baskıda bu konuya dikkat edilirse daha iyi olacaktır.
SONUÇ
Yazar Fahrettin Masum Budak 12 Eylül dönemini ve yaşadıklarını iki kitabında kayda geçirmiştir. Birinci elden tanıklık ederek yazılanlar, sonraki nesiller, kendinden sonra gelenler ve o günleri araştırmak isteyenler için önemli bir belge niteliğindedir.
O günleri yaşamış ve pek çok anısı-hatırası olan herkesin başından geçenleri, o günlerdeki gözlemlerini Fahrettin Masum Budak gibi kâğıda dökmesinde araştırmacılar için büyük faydalar olduğu inkâr edilemez. Ayrıca bana göre ülkücü harekete emek vermiş isimlerden eli kalem tutanların yaşadıklarını yazmak gibi bir mecburiyetleri de vardır.
Bu açıdan yazarımız Fahrettin Masum Budak’a tekrar teşekkür eder, yazı hayatında başarılar dilerim.
***
DUYURU YAZISI: