Sadi Somuncuoğlu: Millî Bütünlük, Demokrasi ve İkinci Cumhuriyet
Millî Bütünlük, Demokrasi ve İkinci Cumhuriyet
Sadi Somuncuoğlu
Millî bütünlük deyince, bugünkü siyasî sınırlarımız içinde yaşayan Türk milletinin sağlam ve ahenkli bir sosyal yapıya sahip olmasını, bütün fertleriyle aynı kültüre dayalı bir hayat tarzını yaşamasını ve geçmişten geleceğe bakarken millî şuur bütünlüğüne erişmiş olmasını anlıyoruz.
Esasen, insanlığın milletler ailesinden meydana geldiğini savunan dünya görüşüne göre tabii yaşama biçiminin de böyle olması gerekir. Ancak, milletler arasındaki yarış ve rekabet, iç ve dış bazı sebepler, tabii yaşama biçimi dediğimiz görüşün temelini teşkil eden en geniş toplum birimi olan milletin yapısında bazen gelişme, pekişme ve sağlamlaştırma meydana getirirken, bazen de kendi üslûbundan uzaklaştırarak bozulmalar, kopmalar, zıtlaşmalar ve bunalımların doğmasına da yol açabilmektedir. Bu durum, aynen kişilerin şahsiyetlerinde, düşüncelerinde meydana gelebilecek değişikliklere benzer. Kişi yaşadığı ortamın etkisiyle kendi anlayışına uygun olarak şahsiyetini geliştirir, fikirlerini büyütür, çok güçlü, sağlıklı ve mutlu bir duruma gelebilir. Ama, tersine de bir gelişmeyle karşılaşabilir. O zaman fert her manada zayıflar ve hatta bunalıma sürüklenebilir.
Türk milletinin bugünkü durumuna bakacak olursak, millî bünyemizin iyice zayıflamış olduğunu görürüz. Bu durumdan kurtulup sağlıklı ve güçlü bir hayata kavuşabilmemiz için millî bütünlüğümüzü pekiştirmemiz gerektiğinde şüphe yoktur. Millî bünyenin güçlenmesi ise sadece bunu talep etmekle elde edilemez. Hergün millî bütünlük diye haykırsak, durumumuzda herhangi bir değişiklik hasıl olmaz. Millî bütünlüğe erişmenin yolu, milleti millet yapan değerlere dayalı müşterek hayatı yaşamakla mümkün olur.
Türk hayat tarzı da diyebileceğimiz böyle bir hedefe ulaşabilmemiz
için, millet bütünlüğünü meydana getiren değerlerin bütün fertlere aynı üslûp içinde kazandırılması için bir millî kültür siyasetine ihtiyaç vardır. Eğer ülkenin neresinde olursa olsun, bu milletin insanları aynı değerleri doğru olarak yeniden benimser ve buna dayalı bir hayatı yaşamaya başlarsa, elbette bu millî bütünleşme demek olur.
Millî demokrasi… Türk milletinin en önemli meselesi millî bütünlüğünü sağlamlaştırmaktır. Millî bütünlük meselesini demokratik rejim içinde halletmek durumundayız. Demokratik rejim, genel ve şeklî esasları itibariyle evrensel nitelik taşır. Ancak, bu genel ve şeklî esaslar bir muhtevayı da kavrar. İşte böyle olunca da, demokrasi yerine biz “millî demokrasi”den bahsedebiliriz. Muhtevadan ve millî demokrasiden bahsedince de, evrensellik millîliğin arkasına geçer. Çünkü, her milletin sosyal ve kültürel yapısı farklı olduğu gibi, içinde bulunduğu şartlan da değişen nispetlerde çeşitlilik arz eder. Esasen sosyal hayat çok karmaşık ilişkiler içinde yürüdüğünden, biz onu anlamaya ve anlatmaya çalışırken, bu karmaşıklık ve çok boyutluluk özelliğini çoğu zaman gözden kaçırarak tek boyutlu ve düz bir zeminde ele alma hatasına düşeriz. Sosyal hayatta evrensellik, millîlik gibi birbirini takip eden ve birbirinin içine giren, önüne ve arkasına geçen kavramlarla sık sık karşı karşıya gelebiliriz. Türkiye’de yapılan tartışmalarda bilenin, bilmeyenin konuştuğu ve çoğu zaman düşünmeden ayaküstü konuştuğu için böylesine temel kavramlarda bile hemen ihtilafa düşüveriyoruz.
Aslında, ülkemizde demokratik rejimin varlığı millî bütünlüğün sağlamlaştırılmasmda büyük bir kolaylık getirmektedir. Çünkü, iletişim imkânlarını da kullanarak ve bire- bir toplumun bütün fertleriyle konuşarak temel değerlerimiz üzerinde mutabakat sağlamak mümkündür. Açık toplumlarda diyalog kurmanın ve bütün fertleri oluşumun içine dahil etmenin kolaylığı düşünülürse, demokrasinin millî bütünleşmede nasıl bir imkân sağladığı daha iyi anlaşılır. Ancak, burada bütün dünyadan tecrit edildiğimizi, masumane bir şekilde kendi kendimizi konuştuğumuzu düşünmek saflığına düşmemek şartıyla. Dünyanın bütün güçleri, bütün görüşleri, bütün disiplinleri sizinle iç içe yaşamaktadır. Görünerek veya hiç görünmeden bilim ve teknolojinin imkânlarım da kullanarak hayatınıza yön vermeye çalıştığını hiçbir zaman unutmadan konuyu ele alınca, işin çehresi değişiverir. İşte bu şartlarda demokrasi ortamını kendi doğrularınız için en geniş diyalog ortamı haline getirmek oldukça güçleşir. Yasaklar ve duvarlarla dıştan gelecek tesirleri önlemek mümkün olmadığına göre, içeride başta millî bütünlük konulan olmak üzere her ana meselede kendi ilim, fikir, sanat ve siyaset adamlarımızın hem dünya standartlarında yetişmiş seviyelerde olması hem de kendi milletimizin penceresinden hayata bakabilmesi şarttır. Şayet millî toplumun öncüsü durumunda bulunan aydınlar fikir istiklali içinde ve kendi temellerine basarak konuları düşünüp tahlil edemiyorlarsa veya yüzlerini tamamen dışarıya çevirip oradan gelen birtakım esintilere kapılarak konuşuyorlarsa işimiz çok zorlaşmış demektir. Çünkü, bizim dediğimiz öncülerimiz de dışarıdakilerin safında yer alıyorlar demektir. Büyük fikir adamı rahmetli Cemil Meriç böyleleri için, “Batının içimizdeki askerleri” tabirini kullanıyor.
Söz buraya gelmişken akla gelebilecek bir itirazı hemen belirtmeliyiz. “Efendim, dünyaya kapılarımızı kapayamayız, evrensel değerlerden ve gelişmelerden kopamayız, oralarda neler varsa buralarda da onlar olmalıdır” gibi çok duyduğumuz sözlerle karşılaşırız. Böylesine beyanlarda bulunanlar bilmeli ki, millî olmadan evrensel değerleri anlamak, bu değerlerden yararlanmak ve çağdaş düşüncedeki gelişmeleri milletimizin yararına sunmak asla mümkün değildir. Çünkü, millîlik olmazsa ölçüler de yok demektir. Kriteri, istikameti, ölçüsü ve ayarı olmayan bir yöneliş; iyiyi kötüyü, yanlışı doğruyu, güzeli çirkini, gerçeği yalanı ilahir, birbirinden ayıramaz, okyanusta pusulasız yolculuğa çıkan ve nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeyen kişi durumuna düşer.
Onun için diyoruz ki, elbette insanlık birbirinin tecrübesinden faydalanacaktır. Özellikle bütün milletlerin ortak malı olan medeniyetten kopmayı kimse düşünemez.
Demokrasi açık rejim iyoruz, ama bu sözü sarf ederken bir gerçeği hep unutuyoruz. Demokrasi açık rejimdir; ama, sadece kendi milletimize değil dışarıya da açık olan bir rejimdir. Özellikle bazı hassasiyetlerini kazanamamış veya kaybetmiş, çağın gerçeklerini doğru bir şekilde göremeyen aydınlarımız açısından demokrasi, daha çok dışarıya açık bir rejimdir dersek zannedersem hata etmiş olmayız.
Türkiye gibi her yanıyla dış rüzgârlara açık bir toplumda millî varlığımız ve bölgemiz için birtakım düşünceleri olan güçlerin çok, hem de pek çok tesir meydana getirebileceğini kabul etmeliyiz. Bunun için de gerek günlük siyasi konuların tartışılmasında, gerek kültürel, sosyal ve tarihî meselelerin ele alınması sırasında çok fazla dış tesirle karşı karşıya geliriz.
Türkiye’ninnbütünlüğü tartışılırken, Türkiye’nin Gümrük Birliğine girmesi veya Kıbrıs gibi millî davalarımızı değerlendirirken daima dış tesirden, hatta daha açık ifadesiyle dış baskıdan söz eder, yakınırız.
Buna karşılık da, bazı çevrelerden şiddetli itirazlar yükselir. Biraz da istihza ile karışık bir şekilde; “Yani dış güçler bizi bölmek mi istiyor? Onların ne menfaatleri var ki bizi bölmek, zayıflatmak istesinler?” diye, arkasından devam ederek, “Böylesine komplekslerden kurtulalım, komplo teorileri üretmekten vazgeçelim” gibisinden sözleri hergün işitiriz.
Gerçekten komplo teorileri üretmeyelim, yerli yersiz milletimizin maneviyatını bozacak gerçek dışı beyanlarda bulunmayalım; ama, dünyanın gerçeğini de gözardı etmeyelim. Hayata onların değil, milletimizin penceresinden bakmasını ve görmesini bilelim.
Konumuzun burasında canlı olabilecek iki hususa kısaca temas etmek isterim.
Birinci husus şudur; 1980 öncesinde Amerika Birleşik Devletleri’nin dış hizmetlerine görev yapmış, tecrübe sahibi bütün elemanların, çok sayıda elemanların katıldığı birden çok komisyon kurulmuş. Bu komisyonlar, Marksist ideolojinin yayılmaması için demokrasinin ideoloji haline getirilmesi projesi üzerinde çalışmışlar. Sonunda dosyalar dolusu, binlerce sayfadan oluşan bir proje hazırlanmış. Bu projenin 200 sayfalık bir özeti yapılmış. Bu özet, Amerikan Dışişleri Bakanı tarafından 1992 yılında Amerika Birleşik Devletleri Senatosunda okunmuş. Her ne kadar projenin adı “Marksizmin yayılmasının önlenmesi için demokrasinin ideoloji haline getirilmesi” ise de, muhtevaya baktığınızda bu başlıkla hiçbir ilgisinin olmadığını görüyorsunuz. Projenin uygulanacağı alan olarak “Batı Avrupa hariç” tabiri kullanılmaktadır.
Bu ülkelerde, proje kapsamındaki ülkelerdeki eğitim programlarına Amerikan hayat tarzı ve bunun dayandığı temel değerlerin yerleştirilmesi, toplum liderlerinin, siyasetçiler, meslek kuruluşları ve sendikaların yöneticileri, toplum liderleri, medyanın önde gelen isimleri, üniversite öğretim elemanları gibi bir ülkenin üst kesimi diyebileceğimiz bütün liderlerin Amerika Birleşik Devletleri’ne götürülerek veya bu mümkün olmuyorsa, bulundukları ülkelerde eğitilmeleri, bilgilendirilmeleri ve en geniş imkânlarla desteklenmeleri suretiyle bu projeye uygun hale getirilmesinden bahsedilmektedir.
Diğer yandan, ülke kamuoyunun etkilenmesi, doğrudan iktidarlar, siyasî partiler ve çeşitli kuruluşlarla diyalog kurulması ve diğer konularda ayrıntılı olarak başlıklar halinde meseleler ele alınmış.
Projede, burada sayılanlar diyor, daha önceleri de Amerika Birleşik Devletlerinin dış siyasetinde yapılanlardı; ama, bu defa konu daha sistemli, daha kapsamlı ve sürekli bir bütünlük içerisinde ele alınmaktadır diyor.
1990 yılma kadar Türkiye’nin her tarafını ABD havasının sarması, firma isimlerinin, mal, mamul isimlerinin, işyerleri tabelalarının birdenbire İngilizce oluvermesi, evrenselleşen düşüncelerin dünyanın çeşitli bölgelerindeki, hatta ülkemizdeki pek çok meseleye ABD gözü ile bakıverilmesi, 1990’dan sonra “küreselleşen dünya” tabirlerine ülkemizin siyaset ve bilim adamlarının âdeta öncülük etmeye başlayıvermeleri, hükümet programlarında cumhuriyet tarihinde ilk defa millî kelimesinin âdeta bulunmayacak şekilde kaldırılması, yeni dünya düzeninin daha çok insan haklarına, özgürlüklere, barışa, istikrara ve huzura dayalı olacağı hakkında hayranlıkla söylenen sözler ve benzerleri, acaba yukarıda bahsi geçen proje ile ilgili mi diye düşünmeden kendimizi plânlıyoruz.
İkinci husus şudur: Batıda, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde dünyaya bakışta ilgi çekici görüşler ortaya atılıyor. Üzerinde birleşilen görüşlere göre, globalleşen dünyada firmaların küçülmesi ve bölünmesi gibi ülkelerin ve toplulukların da daha küçük parçalara ayrılmasının dünya toplumunu ve tek pazarı doğuracak olmasından bahsediliyor. Etrafta olup bitenlere bakarsanız, bu görüşleri doğrulayan gelişmelerin ve zorlamaların olduğunu kolayca görürsünüz. Türkiye’de konuşulanlara, birtakım ilim adamlarıyla siyasetçilerin bir keşifte bulunmuş gibi ortaya sürdükleri sloganların ve görüşlerin ne anlama geldiğine, durup dururken birdenbire nereden nasıl düşünüldüğüne bakacak olursanız ve bunları da anlamaya çalışırsanız, kaynağını dışarıda bulmakta zorluk çekmezsiniz.
Herhalde önümüzde yeni dünya düzenine bağlı yeni bir sömürge düzeninin esaslarını bu genel ifadeler içerisinde bulmak mümkündür.
Türkiye de öteden beri yenilikçiler ve yenileşmeciler diyebileceğimiz çevrelerin yüksek perdeden toplumumuza biçtikleri şablonları dinleriz. Zaman içinde öyle oldu ki, sırf yenilik olsun diye “eskiden bunaldık artık” anlayışıyla ortaya atılan birtakım görüşlere karşı çıkanlara tutucu sıfatı verilir. Sosyal hayatta yenileşmeden çok gelişmeden bahsedilmesi gerektiği hiç düşünülmez. Çünkü, değişme sözü sosyolojinin kurallarına çoğu zaman aykırılık ifade eder ve bunun için de ihtilalci bir karakter taşır. İhtilalcilik; tepeden inmecidir, baskıcıdır, dayatmacıdır. Halka rağmen, hakkın sosyal ve kültürel birikimine rağmen, halkın yararını gözettiğini iddia edenler vardır. Bunlar kendilerine bazı adlar da vermişlerdir. Bakarsınız, çağdaş katılımcı, özgürlükçü, insan haklan savunucusu, baskıcı devlete karşı birey haklarının koruyucusu, devleti küçülterek toplumu sivilleştirmek isteyen ikinci cumhuriyetçidirler.
Türkiye’nin büyüdüğünü, artık Ankara’dan yönetilemeyeceğini, bunun için mahallî idarelerin geliştirilerek eyalet sistemine geçilmesi gerektiğini, aslında birinci cumhuriyetin yanlış kurulduğunu, ikinci cumhuriyeti yeniden kurmanın şart olduğunu ileri sürerler.
“Birinci cumhuriyet asker-sivil bürokratlar tarafından kurulduğu için toplum bir türlü özgürleşememekte, sivilleşememekte ve devlet dayatması halen hayatımıza yön vermektedir” derler. Halbuki, tarihî olaylar kendi şartlarında değerlendirilirlerse doğru sonuçlara ulaşılır. Bunu hiç düşünmezler, ama çağdaştırlar. Millî mücadele şartlarında kurulan yeni Türk devletinin dayandığı temellerin birçoğunun gerçekliğini, geçerliliğini bugün dahi koruduğunu hiç düşünmezler. Tek millete dayalı üniter yapıda devlet kurmanın milletler için en ideal hedef olduğunu hiç hatırlamazlar; ama çağdaştırlar.
Eyalet, federasyon gibi millî ve üniter yapıdan uzak devletleri kuranlar, ideal olan hedefe ancak o kadar yaklaşabilmişlerdir, daha ileri gidememişlerdir. Çünkü, tarihleri, milletleşme süreçleri, kültür birikimleri ve sosyal formasyonları, sosyal düzenleri ancak bu kadarına müsaade etmiştir.
İkinci cumhuriyetçilerin bir başka çelişkileri de, birinci cumhuriyetin asker-sivil bürokrasi tarafından tepeden inme yoluyla kurulduğunu ileri sürerken, şimdi hiçbir sosyal gelişme temelini göstermeden, kendileri tepeden inme rejim ve sistem ithal etmeye çalışmaktadırlar. Türk milletinin tarihine, mukaddeslerine, kültür değerlerine karşıdırlar; en azından tepeden bakmaktadırlar. Sonra da, her şeyine karşı oldukları bu millete elbise biçmeye kalkmaktadırlar. Gerekçeleri çok dikkat çekicidir; “Bütün dünya değişiyor, o halde biz de değişelim”
Acaba dedikleri doğru mudur? Bütün dünya değişiyor mu? Amerika Birleşik Devletleri’ne bakalım, Avrupa’ya bakalım, Asya’ya bakalım, Sovyetler Birliği alanının dışındaki bütün gelişmiş veya az gelişmiş ülkelere bakalım; bunların bahsettiği gibi bir değişme değil, sadece gelişme olduğunu görüyoruz.
İşin dikkat çeken başka bir yanı da, bu tekliflerin yapıldığı ortamın çok dikkat çekici olmasıdır.
Bu ortam nedir?
Hemen özetleyiverecek olursak, Türkiye’nin bölücü terörle 10 yıldır mücadele ettiği, pek çok şehitler verdiği, hassas bir dönemde bu teklifler yapılıyor. Azınlık ırkçılığının toplumun her tarafına yayılmak ve bu fitne yoluyla millî bütünlüğümüzün dinamitlenmek istediği bir sırada bu teklifler yapılıyor. Fert ve zümre haklarının millet haklarının önüne geçirilmek istendiği bir dönemde bu teklifler yapılıyor. Aydınların ve bir ölçüde halkın kafasının alabildiğine karıştırıldığı bir sırada bu teklifler yapılıyor. Dost ve müttefik dediğimiz bir kısım güçlerin ülkemizde cirit attığı ve Türkiye’yi istemediği birtakım işleri yapmaya açıktan zorladığı bir dönemde bu teklifler yapılıyor.
Hasılı, milletimizin büyük sıkıntılar içinde kıvrandığı bir sırada devlet otoritesini zayıflatmaya çalışan, milletin parçalarını birbiri aleyhine yönlendirmeye gayret eden birtakım görüşlerde ısrar edilmesinin maksadı açıktır.
Kaba mantıkla, milletimizin sosyal ve siyasî yapısının tepeden inmeci, şabloncu ve toptancı bir anlayışla değiştirilmesi elbette mümkün değildir. Çünkü millet ve onun sosyal yapısının bir gelişim ve buna dayalı olarak değişim mantığı ve süreci vardır. Dayatmayla hiçbir sonuç alınamaz. Yine çok iyi biliyoruz ki; idareler, siyasi sistemler eskidikçe, kullanıldıkça yerleşir ve değer kazanır. Her sabah kalkınca, yemlik adına yerleşmiş kuralları, ananeleri, gelenekleri, müesseseleri değiştirmeye kalkmaya, tahrip etmeye yeltenmeye kimsenin hakkı yoktur.
Ayrıca, her düşünce, her teklif millet bütünlüğü içinde alınmadığı sürece makbul sayılamaz. Millet bütünlüğüne zarar veren görüşler bizim için kabul edilemez. Fert, aile, zümre, bölge, sosyal tabaka gibi toplum parçalarının hak, menfaat, görev ve sorumlulukları üzerinde düşünürken, hiçbir zaman bütün bunları içine alan millet bütünlüğü ve menfaati zedelenemez.
Sonuç olarak, özetleyecek olursak; millî bütünlük bizim bekaamızı sağlayacak vazgeçilmez ve her meselenin düşünülmesi sırasında temel yapacağımız bir esasımızdır. Demokrasi millî muhteva kazandığı zaman, yani millî demokrasi vasfını kazandığı zaman millî bütünlüğümüzün de teminatı olacaktır. Çünkü mülkün sahibi millet iradesi burada millet değerleriyle beraber üstün kılınmıştır.
Türk milletinin devlet geleneğinde iradenin taksimi kabul edilemez. Onun için yetkiler, işin tabiatı gereği nasıl dağıtılırsa dağıtılsın, yine de merkezî iradenin belirleyici ve üstün güç olma vasfı daima korunacaktır. Türk milletinin ihtilafa çabuk düşen özelliği de dikkate alınırsa, millî bünyesi ni taksimata tabi tutan, ayrı irade merkezleri meydana getiren, millet bütünlüğü içinde menfaatların ve sorumlulukların adaletle dağıtılmadığı bir siyasî ve idari yapı bizim gerçeklerimizle ve menfaatlanmızla asla bağdaşamaz.
KAYNAK: TARTIŞILAN DEĞERLER AÇISINDAN TÜRKİYE (Sempozyum 17-18 Haziran 1995)