# Etiket
#EDEBİYAT #Yazar Okulu

Refik Halid KARAY: İspanyol Nezlesine Dair (1919)

İSPANYOL NEZLESİNE DAİR

Refik Halid KARAY

İspanyol kadınlarının ateşli olduğunu duyardık; meğerse nezlesi de öyleymiş; bize nezleden kısmet çıktı… Ben böyle ateş görmedim, sanki Cibali yangınından bir yanar kütük fırlamış da balkonun açık kapısından dosdoğru bizim yatağa düşmüş; elini vücudüme sürenin kazara mangala sokmuş gibi ve «of!» diye parmağını ağzına götürmediğine şaşıyordum. Maazallah parlamama bir şey kalmamıştı. Şilte, yorgan, cibinlik, karyola nagihan alev alıverecektik. Aşık Kerem’in döne döne yanıp tutuşması keyfiyetini şimdi pek akıldan aykırı görmüyorum. Bana da uzaktan bir kibrit gösterseler benzin tenekesi gibi ân-ı vahidde parlıyacağıma hiç şüphe yoktu.

“Bir tutuşmuş ateşim kurb-ı civârımdan sakın”

diyen Füzuli de, acaba, vaktile böyle yakıcı bir illete, mesela bir Acem nezlesine mi tutulmuştu ? Ben eski işleri pek bilmem, bunu Ali Emiri Efendiyle Köprülüzade Fuat Beye sormalı… Herneyse, bu çok ateşli bir illetti; yanıyordum; için için, inim inim yanıyordum. İstiyordum ki biri beni kocaman soba maşasile belimden tutsun, götürüp bahçede havuza daldırsın… Beş kere, sayısız hesapsız, durmayıp dinlenmeyip daldırsın… Yanar bir kütük gibi vücudüme su dokundukça cazırdıyarak, hışıldıyarak beyaz beyaz dumanlar salıvererek orada söneyim, serinleyim!

Ya baş ağrısı! Ağız alışmış da «ağrı» diyorum, yoksa ağrı ne kelime? Ağrı benim çektiğimin yanında şifa gibi kalır… Sanki iri yarı bir Rum dülger sırtıma çıkmış, bir ayağını omzuma basıp diğer ayağının diz kapağını da enseme dayamış, yapıda çalışır gibi, beynime temel çivisi kakıyor. Hani sert, kuru meşeler vardır, çivi işlemez de keser yedikçe piyano gibi inler, öter, başım işte öyle inliyor, sırtım, omuzlarım, ensem, üzerine adam binmiş gibi, ağrıyor, kırılıyordu. Bir dülger tam üç gün üç gece durmamasına çalıştı. Şakaklarım öyle atıyordu ki benim kafamın içinde bayram davulu bir saat, bir gün değil, köy düğünü gibi tam bir hafta vurdu.

Lakin en dehşetlisi mafsal ağrılarıydı… Vücudümü taciz için demirciye verilmiş bir araba dingili zannettim ; bir demirin başına gelenler tamamen benim başımdan da geçiyordu; evvela tavı bulmak için nöbetin o kızgın ocağında bir müddet ısıtılıp beyaz ateş haline getiriliyordum ; sonra çelik ağızlı makaslar, keskin burunlu kıskaçlarla demirci ustası şuramdan buramdan, bileğimden, bacağımdan yakalayıp parça parça doğruyor; eziyor, uzatıyor, keyfine göre oynuyordu. Daha sonra usta çırak karşılıklı geçip beni örsün üzerine yatırıyorlar, ağır çekiçlerle birteviye, acele acele dövüyorlardı, en nihayet «caz !» diye suya sokup bırakıyorlardı, yani ter imdadıma yetişip bir lahza sükunet buluyordum. Dedim ya, vücudümün eler, tutar yeri kalmıyordu.

Sinir sızıları ise hepsinden berbattı… Dişçilerin damarı körletmek için kullandıkları kıl gibi incecik telden bir alet vardır, çürüğün içine sokup da çevirdikleri zaman insanın gözlerinden alev çıkar, yüreğinin vurması durur, nefesi tutulur; tıpkı onun gibi bir sızı, hiç yoktan gelip bele giriyor; «aman!» diyemiyorsunuz,
mıhlanmış gibi ayni vaziyette kalıyorsunuz. Soğuk soğuk ecel teri döktüren bu sızıyı bir başkası, daha zorlusu, arka arkaya takip ediyor…

Evet, muhakkak bu hastalık ispanyolnezlesi; engizisyonun bütün işkenceleri mikroplarında yer tutmuş; ha insan vücudünü bir defa bu illete kaptırmış, ha engizisyon sergerdelerinden «Törkümab ile «İksimenez» e… Ateşte yakmaktan, örste dövmekten başlıyarak beyne çivi mıhlamağa, damarlara mil sokmağa kadar işkencenin hertürlüsü tamam olmadan yakayı sıyırmak kabil değil ! Herhalde bu hastalık İspanyada gelip geçmiş bütün boğaların, bütün esirlerin intikamını çıkarmıştır zannediyorum…

Ne susamasıydı o? Ağzımın üzerine cezve tutsalar, ispirto lambası gibi kahve pişecekti; vücudümün sıcaklığından kabil olup da biraz kışa saklıyabilseydim diye düşündüğüm de oldu; odunsuzluktan tirtir donarken acaba ispanyol nezlesinin kırk derece sıcaklığını arıyacak mıyım? Bilmem… Ben şimdi hiçbir şeye «olmaz !» demiyorum. Umumi Harp bize:

“Olmaz olmaz deme, olmaz olmaz.”

Hakikatini ne güzel öğretti… Hem dizüstü geldik de öyle öğrendik! Evet, ne susamaydı? Birtürlü kanmıyordum, nehirler içsem kanmıyacaktım. Gezdiğim, gördüğüm uzak yerlerdeki çam korularının serinliğini, reçine kokulu membaların suyunu istiyordum ; amma öyle sürahile, bardakla, maşrapayla değil. Yere diz çöküp başımı kaynağa daldırmak, bu vaziyette, kocaman bir dağ keçisi gibi suları sakallarımdan şıpır şıpır göğsüme damlatarak uzun uzun, kana kana içmek. . . Bu ne keyifli olacaktı! O dakikada bir tarafa İzmir valiliğini, öbür tarafa bu dağ keçiliğini koysalar da «İste» deseler tereddüt etmez, keçiliği isterdim; düşününüz hararetin şiddetini…

İspanyol nezlesinin nöbeti de çok kabuslu, çok hayaletli oluyor; bir kavle göre akrabamız, diğer kavle göre yabancımız o meşhur «Zerdüşt» yok mu? Bana musallat oldu, eski gümrük hamalları iriliğinde, baldırı çıplak bir herif, ikide birde gelip göğsüme dizini basıyor: «Söyle benim cinsimi? » diye zorluyor, alim olmadığımı nasıl anlatırsın, «Türk» diyorum, kızıyor, «Acem» diyorum kızıyor, çıldıracağım… Hemen ispanyol nezlesinden Rıza Tevfik Beyle Samih Beyi Allah korusun, hiç cürmüm olmadan bana bu kadar musallat olan «Zerdüşt» onları boğmadan bırakmaz !

Zihnimin içi hala karmakarışık; hatıratım yangından kurtarılıp cami avlusuna taşınıvermiş eşya gibi, bir türlü sırasını bulup çıkamıyorum; neydi o hal. Ben daha yatakta inlerken evin halkı birer birer yatağa düştü ; beşikteki çocuktan mutfaktaki aşçıya kadar herkes hasta ! Kim kime bakacak? Serildik kaldık… Bu harp senelerinde her millet ortaya bir marifetini koydu, İspanyollar da nezlelerini… Sanki cemiyeti beşeriyeye elbirliğile fenalık etmek şart, bitaraf kaldığına sevindiğimiz İspanyanın da hiç olmazsa bu kadar zararını görmek… Ne de çabuk yürüdü geldi; daha dün «garip bir hastalık varmış !» diye okuduğumuz illet bugün kanımıza karıştı. Bereket ki hekimsiz, eczacısız savuşturabildik; yoksa İspanyayı da, nezlesini de bu kadar ehven geçiştirmezdim. Bu zamanda hekim ne demek, evi rehine koymadan doktora buyurunuz demek kabil olamaz, eczacı için de sandıkları karıştırıp satılığa birkaç parça mal çıkarmalı… Doktorun yalnız arabasına vereceğiniz meblağ ile evveli bir sünnet düğünü yapar, hayal, hokkabaz oynatır, bir mahalleyi eğlendirirdiniz. İlla benim gibi köyde oturanlar hekimi akla getirmemeli…
***
“Sıhhat gibi bîmâr-ı gama geç geliyorlar,
Öldürdü bizi nâz-ı etıbbâ ne belâdır.”

diyen eskiler şimdi yaşasaydılar, böyle şiirle, beyitle değil, doktor işini ancak palayla, kamayla temizlerlerdi. Benim bildiğim, hastalık sırası değil, baktın ki hastalandın, hekim lazım, ecza lazım, gıda lazım, bakıcı lazım, insan zar zor ayağa kalkmalı, inliye inliye gidip odasının kapısını kilitlemeli, sonra yatağına uzanıp beklemeli…

Elbette ya ölüm gelir, ya sağlık! Bugünkü dünyanın fazla değerini göremiyorum. Eti iki yüze yemek, kundurayı yirmi beş liraya giymek, biraz sonra da çıplak dolaşıp aç gezmek için tutup da hekime, eczacıya avuç dolusu para dökmeği anlamam, işi kadere .bırakmalı. Neyse, sıramı ben bu işde de atlattım, darısı size!
(*) Refik Halid Karay’ın ilk baskısı 1919’da yapılan “Sakın Aldanma, İnanma, Kanma” isimli kitabından alıntıdır.  

Leave a comment