# Etiket
#EDEBİYAT #Kültür/Sanat

Türklerin Mürşidi: Ahmed Yesevî / Hayati BİCE

Türklerin Mürşidi: Ahmed Yesevî 

Dr. Hayati BİCE 

Ahmed Yesevî’nin hayat hikâyesini konu edinen tüm metinler temelde halk arasında söylenegelmiş menkıbelere dayanır. Bu menkıbelerin asırlar içerisinde bazı hayâlî unsurlarla genişletilmiş -ve hattâ gerçek hikâyeden saptırılmış- olması konuya eleştiri gözlüğü ile bakanlar tarafından öne çıkartılmaktadır. Oysa genel anlamıyla halk söylenceleri konusunda uzman olan bütün bilim insanlarının ortak kanaati, halk muhayyilesinde anonim olarak oluşturulan menkıbelerin tamamında belli bir oranda hakikat unsurunun –sisler ardında gizlenmiş halde de olsa- daima varlığını sürdürdüğüdür.[1]

Ahmed Yesevî’nin hayat hikâyesi hakkındaki gerçeklik unsurlarını taşıyan en önemli yazılı kaynak hayatının çeşitli kesitlerini dile getiren şiirleri de içeren eseri olan Divân-ı Hikmet’tir. Diğer önemli kaynaklar ise Yesevîyye yolunda Ahmed Yesevî’nin mirasçısı olan Hakîm Ata, Hâzinî gibi sûfîlere atfedilen eserlerdir. Üçüncü sırada ise Türkistan’da hâlâ devam eden sözlü geleneğin bugüne taşıdığı rivayetler yer alır.
Ahmed Yesevî Batı Türkistan’da, bugünkü Kazakistan Cumhuriyeti’nin güneyindeki Çimkent şehri yakınlarında (yaklaşık 10 km. mesafede) bulunan Sayram kasabasında dünyaya gelmiştir. Doğum yılı kesin olarak bilinmemekle birlikte 73 (veya daha zayıf bir ihtimalle120) yıl yaşadığı ve 1166 yılında öldüğü şeklindeki rivayetler ve Yusuf Hemedânî(ölümü:1140)’ye intisabı ve O’nun halifelerinden üçüncüsü olduğu şeklindeki tarihi veriler de dikkate alınırsa 11. yüzyılın ikinci yarısında doğduğu kabul edilebilir.

Son yıllarda kayda değer bir artış gösteren Yesevî üzerine yapılan araştırma ve incelemeler ile Ahmed Yesevî, hakkındaki önemli belgelere ulaşılmıştır.

Kazakistan’da ve Türkiye’de Nesebnâme adıyla yayınlanan risaleler; Hazret Sultan Yesevî’nin soy kütüğünü net olarak ortaya koymuştur. Bu belgeye göre Hazret Sultan Yesevî’nin şeceresi –değişik şecerelerin ortak isimleri birleştirilerek- şu şekilde Hz. Ali’nin oğlu Muhammedü’l-Hanefî’ye kadar ulaşmaktadır:
Hz. Ali, Muhammed Hanefi, Abdu’l-Fettah, Abdu’l-Cebbar, Abdu’l-Kahhar, Abdu’r-Rahman, Kutb-ı Türkistan Hoca İshak Bâb, Harun Şeyh, Mü’min Şeyh, Musa Şeyh, İsmail Şeyh, Hasan Şeyh, Hüseyin Şeyh, Osman Şeyh, Ömer Şeyh, Muhammed Şeyh, İftihar Şeyh, Mahmud Şeyh, İlyas Şeyh, İbrahim Şeyh, Ahmed Yesevî… [2]

Ahmed Yesevî ilk eğitimini kendisi altı yaşlarında iken vefatına kadar babası İbrahim Şeyh’den ve Sayram’ın önde gelen alimi Şehâbeddin İsficabî’den almıştır.
Kaynakların üzerinde ittifak edip birleştiği bir rivayete göre Ahmed Yesevî daha çocuk denilecek kadar küçük bir yaşta iken anne ve babasını kaybederek hem öksüz hem de yetim kalmıştır. Ablası Gevher Şehnâz ile Yesi’ye gelip yerleşen ve daha küçük yaşlarından itibaren manevi tecellîlere mazhar olarak yaşı ile bağdaşmayan üstün halleri gözlemlenen küçük Ahmed, Arslan Baba’nın teveccüh ve iltifatına, nazarına ve hayr duasına mazhar olur.

Dîvân-ı Hikmet’te Yesevî’nin ilk mürşidi Arslan Bâb ile ilişkisine dair “yedi yaşında Arslan Bâb ile karşılaşma”, “Hz. Rasûlullah’ın emaneti olan hurmayı Arslan Baba’dan alış” , “binbir zikiri öğrenme” gibi konularda hayatına ışık tutan işaretler ve somut bilgiler vardır. Bu ibarelerin somut gerçeklikleri yanı sıra ledün ilmini alış, zikir dersi tarifi, irşad makâmına yükselme gibi işarî ve sembolik anlamları olduğu tasavvufi rumuzlara âşina olanların kolayca fark edebileceği mecâzî yönleri vardır.
Değişik kaynaklardaki rivayetler birlikte değerlendirilirse Ahmed’in ilk gençlik yıllarını Yesi’de Arslan Baba eğitiminde geçirmesi söz konusudur ve bu ilk eğitim sonrası henüz genç sayılabilecek bir çağında zâhirî ve bâtınî eğitimini tamamlamak için devrin en önemli kültür mer¬kezi olan Buhara’ya gidecektir.

Ahmed Yesevî’nin tasavvufî kimliğinin olgunlaştığı 12. yüzyıl başında Buhara, Sâmânoğulları devrindeki siyasî önemini yitirmiş olsa da İslâm ilminin Mâverâünnehr’de en büyük merkezi olmak niteliğini hâlâ koruyordu. Buhara medreseleri, İslâm dünyasının ve özellikle Kazan’dan Kâşgar’a Türk yurtlarının her tarafından gelen öğrenciler ile dolu idi. Ahmed Yesevî böyle bir dönemde Buhara’ya gelir ve devrin en önde gelen âlim ve mutasavvıflarından Yusuf Hemedânî’ye ulaşarak irşad halkasına katılır. İrşad faaliyetleri ile bütün Horasan ve Mâverâünnehr bölgesinde şöhret bulan Yusuf Hemedânî’nin Merv’de dergâhının aşırı bir övgü ile ‘Horasan’ın Ka’besi’ sayılacak kadar tanınmış olduğu bildirilmiştir. Yusuf Hemedânî’nin ruhanî terbiyesi altına girdiği esnada Ahmed Yesevî -hikmetlerinden çıkardığımız bir hükümle- yirmiyedi yaşındadır ve tasavvufî şahsiyeti Hemedânî dergâhında nihâi kemâline ulaşır.

Hazret Sultan Yesevî’nin kendisi de Divân-ı Hikmet’te, ana rahmine düşmesinden yaşlılık çağına kadar ne gibi manevî tecellîlere mazhar olduğunu sûfîce bir eda ile birer birer anlatırken, “yirmialtı yaşında sevdaya düşüp, Mansûr gibi “didar” için kavga ettiğini, bir Pîr’e erişememekten türlü türlü dertlere tutulduğunu ve nihayet yirmiyedi yaşında Pîr’e ulaşarak dertlerinden kurtulup o dergâha layık ola¬bildiğini” söyler; hatta bir hikmetinin nakaratı “Zâtı Ulu Hâce’m, sığınıp geldim sana” mealindedir ki, burada söz edilen “Hâce”nin Yusuf Hemedânî hakkında olduğu tahmin edilebilir.

Yusuf Hemedânî’nin ilk iki halîfesi Abdullah Berki (ölümü: 1160-61) ve Hasan Endakî (ölümü:1157)’nin vefatından sonra Ahmed Yesevî, bir süre Buhara’da dergâhın sorumlusu olarak irşad makamında bulunur. Yesevî’nin Buhara’lı sûfîlere rehberlik ve Mâverâünnehrdeki irşad döneminin ne kadar sürdüğünü bilinmemekle beraber, -herhalde pek uzun olmadığını tahmin edilebilinen bu devirden sonra- aldığı bir işarete binâen ve mürşidi Yusuf Hemedânî’nin vaktiyle verdiği emre uyarak Buhara’daki bütün müridleri Nakşbendiyye tarikatının yıldız isimlerinden olan dördüncü halîfe Hoca Abdu’l-Halık Gucduvanî’ye bırakarak Türkistan’a, ata yurdu Yesi’ye döner.

Ahmed Yesevî bundan sonraki hayatını ve vefat tarihi olan 1166 yılına kadar Türkistan bozkırlarına ruh verecek olan irşad faaliyetini Yesi merkezli olarak sürdürecektir.

Tekkesine bağışlanan sayısı hesaba sığmaz armağan ve adaklardan, kendisi bir lokmayı dahi kabul etmediği kaydedilen Ahmed Yesevî’nin taat ile dolu dolu geçen gündelik hayatının kalan boş vakitlerinde tahtadan kaşık ve kepçe yontup satarak el emeği ile geçimini sağladığı da rivayet olunmuştur.

Bütün tasavvuf büyükleri gibi Ahmed Yesevî’nin de gerek hayatında iken gerekse ölümünden sonra gösterdiği kerâmetler hakkındaki birçok rivayet hem halk arasında dilden dile aktarılmış hem de menkıbe kitablarına kaydedilmiştir. Hazret Sultan Yesevî’nin sadece Türkistan’da veya Kuzey Türkleri arasında değil, bütün Türk yurtlarında çok derin ve kuvvetli bir manevî nüfuza sahib olduğu düşünülürse, vefatından sonra da birçok kerâmetler gösterdiği hakkındaki menkıbelerin mahiyeti daha açık olarak anlaşılabilir. Bugün de Türkistan’a giden herkes, Yesevî kerâmetlerinin halk arasında nasıl canlı bir şekilde yaşadığını, yaşatıldığını ve bu kerâmetlerin her geçen gün yenileri ile zenginleşerek devam ettiğini kısa araştırma ile hemen gözlemleyebilir. Yaygın bir örnek olarak Türkistan bozkırlarında pek çok çocuğa Sultan Ahmed, Kul Ahmed, Ahmed isimleri verilmesinin çocuğun ana-babası veya bir yakınının rüyasına giren Hazret Sultan Yesevî tavsiyesi sonucu olduğunu ve bunun bazı somut örneklerine Kazakistan’da bulunduğum sürede tanıklık ettiğimi hemen hatırlatmak isterim.

Ahmed Yesevî’nin sünnet-i nebeviye olan bağlılığının derecesini gözler önüne seren bir rivayete göre Ahmed Yesevî, Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnetine bağlılığı sebebiyle altmışüç –miladi takvime göre altmışbir- yaşına geldiğinde Yesi’deki dergâhının avlusuna açılan bir merdiven ve buna bağlı bir dehlizle ulaşılan, halvethane olarak kullandığı üç arşın derinlikte bir yeraltı mescidi kazdırmış ve vefatına kadar bu mescidde ibadet ve riyazet ile meşgul olmuştur. Ahmed Yesevî vefat edinceye kadar bu yeraltı halvethanesinde Yesevî dervişlerine nasihat etmeğe; sûfîyâne, hikmetli şiirler yazdırmağa devam etti.

Hazret Sultan Yesevî’nin ölüm tarihi, muhtelif menâkıb ve tabakât kitaplarının ortak verilerine göre, 1166 (H. 562)’dir.

Ahmed Yesevî, vefatından sonra dinî aktivitesinin merkezi olan ve hayatının büyük bir kısmını geçirdiği Yesi (Sovyet kaynaklarına göre 16. yüzyılda Türkistan olarak adlandırılmıştır.) şehrinde bulunan dergâhının bahçesinde defnedilmiş ve üzerine mütevazi bir türbe inşa edilmiştir. Vefatından asırlar sonra bu küçük makâmın yerine Emir Timur tarafından bugün bütün Asya’nın en görkemli anıt-mezarı olan Yesevî Külliyesi inşa ettirilecektir.

——————————————

[1] Bu menkıbelerin hemen hepsi Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî kitabımda bir araya getirilerek yayınlanmıştır. Bkz. Bice, Hayati; Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî; İnsan Yay. İstanbul-2011.
http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=578272

[2] Kemal Eraslan, “Şecereler”, Nesebnâme Tercümesi, Yesevî Yayıncılık, İstanbul,1996, s.30.

***

II

“Türk Yurtları’nın manevi hayatını tarih boyu etkilemiş en önemli üç isim hangisidir?” diye sorulsa hiç kimse Ahmed Yesevî adını anmadan doğru yanıtı vermiş olmaz. O’nun “Pîr-i Türkistan” olarak bilinen ünvanı bile bu etkinin somut bir kanıtı olarak görülmelidir. Bütün Türk coğrafyasında, tarih içersinde asırlardır “Hazret-i Pîr-i Türkistan”, “Sultanu’l-ârifîn” ve “Hazret Sultan” gibi yüceltici ünvanlar ile tanınması dahi bu şöhretinin kanıtıdır.

Hazret Sultan Yesevî’nin kendisinden önce ve sonra yaşamış diğer Türk evliyası arasından öne çıkmasında kuşkusuz ‘Divân-ı Hikmet’ adı verilen eserlerde bir araya getirilen ve özel olarak ‘hikmet’ türünün ilk örnekleri olarak bilinen şiirleri etkili olmuştur. Kitap üretiminin çok zor olduğu yüzyıllarda yazılı olmaktan ziyade sözlü nakil ile kuşaktan kuşağa aktarılan bu hikmetlerin “Hazret Sultan Yesevî” isminin ve fikirlerinin asırlara direnmesinde oynadığı rolün, ilahî rahmetin Türk yurtları üzerinde bir tecellisi olarak değerlendirilmesi yerinde olur.

Yesevîce İrşad Yöntemi

Ahmed Yesevî önce derin bir analizle irşad faaliyetini icra edeceği çevrenin manevî ihtiyaçlarını anlamağa çalışmış ve yetiştirdiği müridlerinde bu ihtiyaçların giderilmesi için gerekli olan ruhî donanımı oluşturmak gayretine girmiştir. Manevî kişiliğinin teşekkül ettiği çevrenin niteliği ve irşadı ile aldığı sonuçlar dikkate alındığında kolayca anlaşılacağı gibi Ahmed Yesevî kâmil bir mürşid olması yanında, uzak görüşlü ve sağlam muhakemeli bir toplum önderi olan bir Türk mutasavvıfıdır. Zâhir ve bâtın ilimlerinde zamanının bütün ricalinden üstündü. Müridlerine zâhir ve bâtın ilimlerini öğrettiği süre dışında, kalan bütün vaktini ibadet ve ta’at ile geçirirdi.

Yesevî’nin etrafında binlerle denebilecek kadar çok mürid toplanabilmesinde, din ilimlerindeki derin bilgisi kadar, şerîat sınırlarını korumaktaki bu hassasiyetinin de etkisi vardır. Bu sınırlar çerçevesinde belirlediği tarikatının uygulamalarındaki sadelik ve kesinlik dikkat çekicidir. Türkistan coğrafyasında Yesevîlik ile yan yana ve hatta çoğu zaman iç içe gelişen ve yürüyen Nakşbendî tarikatında da bu özelliklerin yer bulmasında Yesevî tarzının etkin olduğu açık bir gerçektir. Bu gerçeği net olarak kavramak için Nakşbendî tarikatının temel esaslarını belirleyen Abdu’l-Halık Gucduvanî’nin Yesevî ile ‘pirdaş’ olduğunu hatırlamak gerekir. Zaten Nakşbendî tarikatına ismini veren Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahauddin Buharî’nin feyz aldığı mürşidlerinden birisi olan Halil Ata da bir Yesevî dervişidir. [1]

Türk Yurtlarına Vurulan Yesevî Mührü

Yesevî’nin Türk yurtlarında kendinden önce ve sonra benzeri görülmedik kalıcı bir tesir bırakmasında öncelikle yetiştirdiği ve Türk dünyasının dört bir tarafına gönderdiği müridleri etkili olmuştur. Ahmed Yesevî, Yesi’ye yerleştikten sonra Türkistan’ın her yerinden gelen ve eğitimini tamamladıktan sonra bütün Türk yurtlarında İslâm’ı tebliğ ile görevlendireceği müridlerine İslâm’ın zâhirî ve bâtınî inceliklerini öğretir ve irşad görevi ile dünyanın değişik köşelerine yönlendirir; farklı ülkelerde görevlendirirdi. Yesevîlik ile ilgili kaynaklarda Ahmed Yesevî’nin manevî yetkinliğini kanıtlamak üzere ‘doksandokuzbin halife’ yetiştirdiği, sohbetlerine onbinlerce âlim ve velînin katıldığı gibi –kısmen abartılı olsa da çokluğu ifade maksadını taşıdığı belli olan- ifadelere rastlanmaktadır.

Ahmed Yesevî hakkındaki menkıbeler incelendiğinde Yesevî etkisinin dünya üzerinde başlıca üç Türk sahasında yayılmış olduğu görülmektedir: Hazar Denizi’nin Doğu kıyılarından Çin seddine kadar uzanan uçsuz bucaksız Türkistan bozkırları, kuzeyde İdil boyunca uzanarak Kazan etrafına kadar giden Kıpçak sahası ve Hazar’ın batısında Anadolu’yu boydan boya içine alarak Rumeli’ye atlayan Oğuz sahası. Bu durum aynı zamanda bugün üzerinde Türk topluluğu yaşayan hiçbir yeryüzü parçasının Yesevî etkisinden uzak kalamadığını da ifade eder.

Ahmed Yesevî’nin tarikatını devam ettiren halifelerinin isim ve menkıbeleri çeşitli tasavvuf eserlerinde yer almaktadır. Ahmed Yesevî’nin ilk halifesi ve Arslan Baba’nın oğlu olan Mansur Ata, Said Ata, Süleyman Hakîm Ata, kardeşinin oğlu Sûfî Muhammed Danişmend, Zengî Ata, İsmail Ata, Süleyman Gaznevî, Seyyid Mansûr Kaşıktraş gibi namlı isimler yanında adları onlar kadar bilinmeyen mürşidler de ‘hayırlı halefler’ olarak Türk dünyasının her yerde Yesevî’nin belirlediği kurallar doğrultusunda bir irşad faaliyetini sürdürerek bulundukları çevrede İslâm etrafında şekillenen ortak bir inanç ve ruh ikliminin hakim olmasına ve bu şekilde Yesevîyye’nin bugüne kadar yaşatılıp etkisini sürdürmesine vesile olmuşlardır.

Osmanlı coğrafyasındaki Yesevî izleri net ve somut olarak ünlü Osmanlı gezgini Evliya Çelebi seyahatnâmesinden izlenebilir. Ahmed Yesevî’nin soyundan geldiğini seyahatnâmesinin birçok yerinde iftiharla belirten Evliya Çelebi, Osmanlı’nın Anadolu ve Rumeli topraklarını gezerken rastladığı Yesevî dervişlerine ait makâmları ve onlarla ilgili olarak anlatılan menkıbeleri de eserine kaydetmiştir. [2]

Evliya Çelebi’nin Osmanlı coğrafyasında tesbit edebildiği Yesevî derviş-gazileri arasında Anadolu’da irşad postuna oturan Hacı Bektaş Velî; Merzifon’daki Pir Dede, Bursa’daki Geyikli Baba, Abdal Musa, İstanbul Unkapanı’nda medfûn Horoz Dede, Yozgat’taki Emir-i Çin Osman, Tokat merkezindeki Gaj-Gaj Dede ve Tokat’ın Zile ilçesindeki Şeyh Nusret isimleri yer almaktadır.

Rumeli’nin fethinin manevi öncüsü olan Sarı Saltık da asıl adı Muhammed Buharî olan bir Yesevî dervişidir. Balkanlar’daki Yesevî alp-erenlerinden Deliorman’daki Demirci Baba, Karadeniz kenarında Batova’daki Akyazılı Sultan, Azerbaycan’ın Niyazâbâd kentindeki Avşar Baba da Evliya Çelebi’ye göre Yesevî dervişânındandır. [3]

Türkistan’a Yönelik ‘Cemaat’ Faaliyetleri

Genel anlamda İslâmi hayatın bu çerçevede de tasavvufî faaliyetlerin yakın geçmişe göre daha rahatlaması ve komünizm döneminde hayâl bile edilemeyecek âyin ve ritüellerin serbestçe sergilenmesinin Türk Cumhuriyetleri’nde yaşayan halk arasında dinî bir ilgiye mazhar olduğu düşünülebilir. Fakat hâlâ toplum içerisinde ağırlığı bulunan ve gençlik dönemlerinde ağır din aleyhdarı kampanyalara muhatab edilmiş yaşlı kuşağın her türlü dinî oluşuma şüpheci olarak yaklaştıkları ve gençleri de dinî temâyüllere kapılmaktan alıkoymağa çalıştıkları gözlemlenmektedir. Hatta öyle ki, atalarından kendilerine intikal eden eski kitabların –meselâ el yazması bir Divân-ı Hikmet- tanımadıkları kişilere, ‘ne olur ne olmaz’ saiki ile göstermekten dahi çekinildiğine tanık oldum.

Bu çekingenliğin yol açtığı pasif direnç nedeni ile Türkiye’den Orta Asya Türk cumhuriyetlerine “cemaat” olarak nitelenen oluşumlar üzerinden dinî pratik transferi çalışmalarının da çok başarılı olduğu söylenemez. Son yıllarda ülkemizdeki bütün cemaatler gibi bazı tasavvufî cemaatlerin de, bölgeye yönelik çalışmalara yöneldiği bilinmekteyse de bu çalışmaların halkın geneli üzerinde etkili olabilecek bir hacme ulaşabildiğini söyleyebilmek mümkün değildir. (Bu konuda yazacağım müstakil bir makalemi yakında okuyabileceksiniz.)

Türkiye’deki Nakşbendî gruplarının -başta tarikata ismini veren Şah-ı Nakşbend ünvanını taşıyan Bahaeddin Buharî olmak üzere silsilelerinin en az yedi önemli halkasını teşkil eden sûfîlerin yaşadığı- Türkistan’a yönelik yoğun bir ilgi sergilemeleri beklenirdi. Fakat aradan geçen süre şunu gösterdi ki, bölgeye giden bu tarikata mensub bazı şeyhlerin teması, yüzeyden derine nüfuz edememiş ve adeta bir “kabir ziyareti” çerçevesine sıkışıp kalmıştır. Bunun istisnası olan ‘tek kişi’ diyebileceğim Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan’ın (ölümü: 4 Şubat 2001) bazı tasavvufî eserlerinin bazı Türkistan lehçelerinde yayınlanması da yine istisnaî bir örnek olarak kalmıştır. (Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan’ın son seçimlerde MHP’ye destek deklarasyonu yayınlayan İskenderpaşa Cemaati lideri M. Nureddin Coşan’ın babası olduğunu da burada hatırlayalım.)

Hrıstiyan misyoner örgütlerinin devşirdiği Türkistan gençleri ile İslâmî cemaatlerin kazandığı gençlerin nicelik karşılaştırmasını yapmak bunu kolayca ortaya serer. Büyük bir ekonomik kaynağı ve siyasi dış desteği ardına alarak sürdürülen Hrıstiyan misyonerlik faaliyetlerinin Türk dünyasının yarınki hayatı için ne denli büyük bir tehlike oluşturduğu kendisini sorumlu hisseden herkes tarafından acilen fark edilmelidir.

Yesevî Kültüründen Günümüze Yansımalar

Her türlü dinî tezâhüre acımasızca bir sindirme ve yok etme faaliyetinin gerçekleştirildiği Sovyet döneminin 70 yıllık ağır baskı dönemi maalesef bölgedeki İslâmi hayatı yok olma sınırına kadar getirmiştir. Bırakın tasavvufi faaliyetleri Cuma namazının kılındığı sınırlı sayıdaki –ve göstermelik olarak açık tutuldukları belli olan- camilere öğrencilerin, gençlerin ve kamu görevlilerinin dahil olmasının resmen yasaklandığı bir dönem; hem de üç kuşak boyunca yaşanmıştır. Bu baskının en yoğun yaşandığı yıllarda her türlü dinî uygulama kısıtlandığı gibi “din adamı” sayılabilecek hemen herkes ya öldürülmüş veya daha şanslı olanlar (!) Sibirya’nın toplu çalışma kamplarında ömürlerini tüketmişlerdir.

Baskı yıllarındaki Stalinist yok etme politikasından Yesevîlik kültürünün taşıyıcısı olan şeyh ve mürid denilebilecek herkesin de en önde safta olmak üzere etkilenmiş olacaklarını tahmin etmek zor değildir. Nitekim bölgede bulunduğum yıllarda yaptığım araştırmalarda Yesevî şeyhi olabilme ihtimali olan hemen hiç kimseye rastlayamazken ailevî tevârüs yolu ile Yesevî kültüründen bazı kalıntılara sahib birkaç “aksakal” ile karşılaşabildim. Bu kişiler de köklü bir tasavvufî kültüre sahib olmayıp sadece hafızalarında saklayabildikleri bazı ritüelleri, ezberledikleri birkaç duayı günümüze taşıyabilmiş kişilerdi.

Yesevî kültürünün nesilden nesile aktarılmasında kilit rolünü oynayan ve ‘Yesevîhan’ olarak adlandırılan ‘hikmet okuyucusu” hanımların da Sovyet işgalini yaşamış olan bölgede Fergana vadisi dışında bulunmadıkları söylenmektedir. Nakşbendi tarikatına mensub bir “mürşid” olarak kabul edilebilecek sadece bir tek kişiden bahsedilen bu araştırmalar sırasında, o “şeyh”e değilse de sayılı ve önde gelen müridlerinden birisine ulaşabilmiştim. Yakınlarda vefat eden ve Sovyet döneminde yeraltı örgütlenmesi sayılabilecek bir mürid ağı oluşturarak bütün Türkistan’da etkili olan İbrahim Can isimli o mürşidin –ki o dönemde yaptığı fedakârlık ancak kahramanlık olarak vasıflandırılabilir- yerine geçmek isteyenlerin birbirlerine “para ile muskacılık yapmak”, “cenaze namazı kılmak ve ölüye dua etmek için bölge şartlarında astronomik ücretlere denk gelecek taleplerde bulunmak” gibi suçlamalar yöneltmeleri de ibret verici bir durumdur.

Türkistan’da bulunduğumuz günlerde sohbet ettiğimiz bir yaşlı Kazak Türk’ünün “yer altına gömülen dinî kitaplar” olarak sakladığı bir poşet içerisindeki kitablara baktığımızda basit ilmihal kitabları yanında -Arap harfli olduğu için dinî kitab sanılarak muhafaza edilmiş- Sovyet öncesi döneme ait ilkokul düzeyinde tarih, coğrafya kitablarının da bulunduğunu acı ile müşahede etmiştik.

Daha pek çok örnek verebileceğim bu baskıların mantığını ve tatbikatındaki acımasızlığı anlayabilmek için canlı tanığı olan Şükrüllah Yusufoğlu’nun kaleme aldığı ve geçtiğimiz günlerde Türkçe’ye çevrilen “Kefensiz Gömülenler” kitabını tavsiye etmek isterim.[4]

Yanlış Örnekleri Bilelim; Doğruyu Yapalım

İslâm’ın Türkistan’da yeniden canlanış sürecinde bazı yanlış örneklerin de sorgulanması ve bu suretle yanlışların yaygınlaşması önüne geçilmesi gereklidir.

Somut bir örnek vermek gerekir ise Pakistan’dan Kazakistan’a gelen bir tasavvuf mensubunun faaliyetlerini ve sonuçta yol açtığı sıkıntıları gösterebilirim. 2. Dünya Savaşı öncesinde İslâm’a karşı ağır baskı döneminde Türkistan’dan Pakistan’a kadar hicret eden bir ailenin üyesi olan bir “Hoca” Pakistan’da edindiği tarikat kültürünü yayma düşüncesi ile Kazakistan’a gelir. Pakistan’da Kadiriye sûfî ekolünden etkilendiği anlaşılan bu kişi bölgedeki Yesevî kültürünün baskın karakterini fark edince kendisini “Yesevî şeyhi” olarak takdim etmeğe başlar.

Bölgede zikir halkaları oluşturarak örgütlenmeğe çalışan bu ‘sonradan olma(!) Yesevî şeyhi’ aykırı olarak algılanabilecek görüşleri ve müridlerinin bazı taşkın hareketleri nedeni ile kısa sürede bölgenin geleneksel İslâmî otoriteleri ile ters düşmekten kurtulamaz ve ülkeye girişi yasaklanarak sınırdışı edilir. Bu örnek bölgede yapılacak tasavvufî faaliyetlerde zâhir-bâtın dengesinin mutlaka korunması gereğinin çok manidâr bir örneği olmuştur.

T.C. Diyanet İşleri Başkanı olarak atanan Prof. Dr. Mehmet Görmez’in Ahmed Yesevî Üniversitesi’nde görev alması nedeniyle bölgenin dinî hayatının içerisinde olduğu sıkıntıların farkında olması gerekir. Geçtiğimiz günlerde Çin’e yaptığı ziyaretinde [5] etnik ayrım gözetmeksizin Çin Müslümanlarına yönelik dinî hizmetler planladığını söyleyen Görmez’in Türk Cumhuriyetleri’nde dinî hayatın canlandırılması konusunda üzerine düşen pek çok görev olduğunu ve bu konuda Hazret Sultan Yesevî ve Anadolu’nun İslamlaşmasına emek vermiş Yesevî dervişlerinin kendisinden -ve hattâ hepimizden- bir alacağı olduğunu hatırlatmak isterim.

——————————————
İletişim: atahayati@gmail.com

[1] Bice, Hayati; Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî; İnsan Yay. İstanbul-2011.
http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=578272

[2] “Türk Dünyasında Yesevî Etkisi ve Murat Bardakçı”, Hayati Bice, Türk Yurtları Üzerine Notlar, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul,2010, s.271-277.
http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=468414

[3] Bice, Hayati; İşaret Taşları, İnsan Yayınları, İstanbul, 2006, s.92-101.
http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=109355

[3] “Kefensiz Gömülenler, Şükrullah Yusufoğlu” –kitab tanıtımı- , 27 Eylül 2010, http://www.usak.org.tr/dosyalar/dergi/lBV7L6jrpn5EBO7PqmyqggQOsO8sfz.pdf

[4] Görmez, Çin’de camide konuştu, 24 Haziran 2011, http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=164587

Leave a comment