Louis ARAGON: DÜNYANIN EN GÜZEL AŞK HİKÂYESİ (Cemile)

DÜNYANIN EN GÜZEL AŞK HİKÂYESİ
Louis ARAGON
30 Mart 1959
Rudyard Kipling’in “Dünyanın En Güzel Hikâyesi” adlı uzun bir hikâyesi var. Sanatçının Mercure de France tarafından basılmış bu hikâye on iki yaşındayken bana verilmişti. Kitap elimdeydi; ama okumaya bir türlü karar veremiyordum. Kitabı, ona bu adı verdiren hikâyeye hiç yanaşmadan okudum. Bu adın bir tuzak, bir aldatmaca olduğunu, bu hikâyenin dünyanın en güzel hikâyesi olmadığını gayet iyi biliyordum. Nitekim, dünyanın en güzel hikâyesi de değildi. Bu yüzden, Rudyard Kipling’e hep kızmışımdır.
Onun için, Cemile üstüne düşündüklerimi söyleyeceğim şu anda tereddüt ediyorum. Yine de öyleyken, evet, bu hikâye bence dünyanın en güzel aşk hikâyesidir. İşte bunun içindir ki, bütün işimi gücümü bıraktım, oturup bu hikâyeyi çevirdim. Basımevine verilmek üzere, işte şimdi elimde: Dünyanın en güzel aşk hikâyesi. Bunu söylemekten kendimi alamadım. Başka bir şey de istemiyordum. Kitabın kuşağı üstüne benim imzamla sadece bunu yazabilirlerdi. Oysa, dünyanın en güzel aşk hikâyesi sözlerini daha yazar yazmaz, bu kadarla yetinemeyeceğimi anladım.
Kırgızcadan çevrilen bu hikâyeyi Novi Mir adlı Sovyet dergisinin Ağustos 1958 tarihli sayısında okumuştum. Yazarın adı bana yabancıydı, kim olduğunu bilmiyordum. Soruşturdum; bana basit, pek fazla bir şey anlatmayan birtakım şeyler söylediler. Yeni yeni yazmaya başlamış. Yazar Cengiz Aytmatov 12 Aralık 1928’de doğmuş, Cemile yayınlandığı zaman daha otuz yaşında bile yokmuş demek, Kırgızeli’ndeki Şeker Köyü’nde oturan bir memurun oğluymuş. Öğrenimini önce Şeker köy okulunda, sonra mıntıka okulunda yapmış. On beş yaşında, yani tam da Cemile hikâyesinin geçtiği yıllarda, İkinci Dünya Savaşı’nın üçüncü yılında, köyde erkeklerin az olduğu zamanda, köyünün sovyetine katip olmuş. Bu da bize fazla bir şey anlatmıyor. 1946 yılında Cengiz’i Kazakeli’ne yakın bir şehir olan Cambul’daki Baytar Okulu’nda buluyoruz. Sonra, Kırgızeli Tarım Enstitüsü’ne geçiyor, 1953 yılında bu okuldan mezun oluyor. Bu tarihten Cemile’nin yayınlandığı güne kadar Aytmatov, Kırgızeli Hayvancılık Bilim Araştırmaları Enstitüsü’ndeki deneme çiftliğinde çalışmıştır. Yazarın yazdığı birçok hikâye kendi memleketinin basınında 1952 yılında yayınlanmaya başlıyor ve bu genç böylelikle edebiyat hayatına girmiş oluyor. Aytmatov, Kırgız yazarlarının Moskova’daki Gorki Enstitüsü’nde staj görüyor. 1957 yılında da Sovyet Yazarları Birliği’ne üye kabul ediliyor. Belki gerekli; ama bütün edinebildiğim bilgi bundan ibaret. Oysa, bütün bunlar Orta Asya’nın bir yerindeki bu delikanlının yirminci yüzyılın başında, yemin ederim ki, dünyanın en güzel aşk hikâyesi olan bu hikâyeyi yazmasını izah etmez.
İşte şimdi şurada, Villon’un, Hugo’nun, Baudelaire’in Paris’inde, kralların ve devrimlerin Paris’inde; ressamların yüzyıllık Paris’i olmakla övünen, her taşı ya bir tarihi, ya bir efsaneyi hatırlatan şu Paris’e, bir şarkıda dendiği gibi, öyle çok aşık yaşamış ki, hangisini alacağımı bilemiyorum… Her şeyi görmüş, geçirmiş, okumuş şu Paris’te, Werther, Berenice, Antoine ve Kleopatra, Manon Lescaut, Education Sentimentale, Dominique, hepsi birdenbire gözümden düşüverdi: Çünkü, ben Cemile’yi okudum. Romeo ve Juliette, Paolo ve Francesca, Hemani ve Dona Sol, artık bunların hiç biri gözümde değil, çünkü, ben İkinci Dünya Savaşının üçüncü yılı yazında, 1943 yılının o Ağustos gecesinde, Kurkureu Vadisinde zahire arabalarıylaı giden Daniyar ile Cemile’ye, bunların hikâyesini anlatan çocuk Seyyit’e rastladım.
Kırgız halkı üstüne bildiklerimiz nelerdir? Çin, Tacikeli ve Kazakeli arasında sıkışmış olan bu memleket üstüne, neler biliyoruz? Cemile ile birlikte içerilerine daldığımız mıntıka Orta Asya’nın neresindedir? Elimizdeki haritalarda Kurkureu Nehri’ni bulmak kolay değildir. Cemile’nin cephedeki kocasından gelen, Doğulu üslubu ile yazılmış mektubun şu sözlerinden birşeyler öğreniyoruz: «o yemyeşil, mis kokulu Talas’ta oturan anama babama bu mektubu posta ile gönderiyorum» Demek ki, burası Kırgızeli’nin (Talas- kaya oblast), Kazakeli’ne komşu, Kırgız dağlarıyla Kazak bozkırları sınırlarında bulunan kuzey batı eyaletiymiş. Köyden Kurkureu Nehri’nin doğduğu dağlar arasındaki geçidin öte tarafındaki istasyona kadar uzanıp, Cemile, Daniyar ve Seyyit’in ordunun ihtiyacı olan zahireyi götürmek için tuttukları yoldan başka bir yer bilmiyorum. Kazakeli ile Kırgızeli’nin birleştiği bu yeri ancak Daniyar’ın bir türküsünde edilen ima sayesinde öğreneceğim: kâh Kırgız dağları gibi yükselen, kâh Kazak bozkırı gibi göz alabildiğine uzayıp giden bir türküydü bu.
Kurkureu köyünün yakınlarından geçip, dağlardaki geçidin öbür tarafından gelen zahire yüklü arabaların durduğu istasyona uğrayan demiryolunun tek hatlı olduğunu da şundan anladım: Hikâyenin sonlarına doğru iki âşık, demiryolu makasına, yani bir katarın karşıdan gelen bir katara yol vermek için beklediği hatta doğru giderler. Bu bozkırda ve bu yüce dağlarda, ya da kara dağlarda, insanlardan ayrı olarak, aygırları sonbaharda çayıra salman kısrak sürüleri, yazın tepelere tırmanan koyun ve keçiler, yabani hayvanlar vardır. Fırtına kopunca ürküp ince uzun ayakları üstünde kaçışan cılız toy kuşları bulunduğunu da bir tesadüfle, bir cümle parçasından, öğrendim. Kırgızların yaşadıkları çadırların neden yapıldığını, çok sonra, yine bir tesadüfle, o fırtına sayesinde ve şu cümleden anladım: “Çadırın kopmuş keçesi, kanat çırpan bir kuş gibi çarpıyordu.”
Töreleri ve manzarayı öğrenişim de buna benzer vesilelerle oldu. Bu hikâyede konuşan çocuk, yani Seyyit, kürsüye çıkıp bize ne ırk bilgisinden söz edecektir, ne de siyaset dersi verecektir. O burada doğmuştur; ona her şey tabii gelir, göçebelik günlerini görmemiştir. Seyyit doğmadan herhalde iki üç yıl önce o günler sona ermiş olmalı. Ama, ilkbahar gelince, ana babanın gençliğinde kendi eliyle yaptığı, şimdi yerleşik konutların avlusunda bulunan göçebe çadırına göç eder, çadırı da mazı ile tütsüler. Burada herkes kolhoz şartları içinde yaşar. Kolhozun başkanı, atların çayıra salınıp kaba yoncaları yemelerini yasak etmiştir. Bir bacağı sakat, koltuk değneği ile gezen Orozmat adlı bir onbaşı vardır; yetecek kadar zahire çıkarılmadı diye bize çıkışan kolhoz idaresi ile münasebet halindedir.
Bütün bunlar Büyük Savaş sırasında, erkekler yokken oluyor. Uzaklardaki bu savaşın asker karılarına, analarına ne kadar zor geldiğini gayet iyi anlıyorum. Hem kızların yüreklerine dehşet salan hem de Kırgızlık şeref ve namusunun canlı bir örneği olan yiğitler, yani seçkin süvariler, üzengi şakırtılarıyla yola düzülünce, ihtiyar kadınlar bunları uğurlamışlar; kahramanımız Manas’ın ruhu bunlara yardımcı olsun demişlerdir. Bu Manas Destanı bize yazılı olarak kalmamış, yaldızlı yazmalarda anlatılmamıştır. Bu kahramanın gazaları Tanrı (Tian-Şan) Dağlarında destancılar tarafından söylenip, ağızdan ağıza, kuşaktan kuşağa geçmiş ve büyük Manas, Semetey ve Seytek adlı üç destan ancak geçen yüzyılda tespit edilmeye başlanmıştır. Seyyit’in dülger olan babası her sabah, işine gitmeden önce, namazını kılar. Ama, tamamıyla unutulmuş gibi görünen dinî hayattan bütün öğrendiklerim, şu son günlerde Fransa’da yayınlanan Abai’nin hikâyesindeki Kazakistan’da, ya da Sadreddin Ayni’nin Buhara’sında gördüğümüz din adamlarına, imamlara burada rastlamıyoruz. Bununla birlikte Sovyet köyünden kalan töreleri hâlâ yaşamaktadır: Cepheden gönderdiği mektubunda asker aile büyüklerini, aksakalları karısından önce anmak zorundadır. 1940’lı yıllarda, töre, köyde hâlâ erkeğe birden fazla kadın ile evlenmek hakkını tanımaktadır.
Sözgelimi, okulda bir duvar gazetesi olduğuna şöyle bir dokunulup geçiliyor -o da, Seyyit bu gazeteye resim yaptığı için. Bununla birlikte, eskiyle yeni arasındaki mücadele burada her şeyde görülüyor. Yalnız, bu mücadele temelinde bize ruhlar vasıtasıyla, ruhların içinde gösterilmiştir. Hikâyenin büyüklüğü buradan geliyor.
Cemile hikâyesinin olağanüstü başarısı şudur: Yabancı bir memleket, göçebelerin pederşahi geleneklerine hâlâ sıkı sıkıya bağlı, Sovyet devrine, kurumlarına hiç sarsıntısız uyum sağlamış erkek ve kadınların hayatı üstüne bütün öğrendiklerimizi içten; bütün bunları tabii gören hiçbir açıklama istemeyen varlıklar aracılığıyla öğreniyoruz. Öyle ki, bir röportaj hastalığına tutulup, her şeyi önceden fişlere geçirilmiş gibi gelen modern edebiyatlarda eksik olan o harikulade gelişme kolaylığı burada bütün hikâyeyi sarıveriyor.
Bu yerlerin atmosferi de şu: Buradaki tarlalarda ve bozkırlarda pıtraklar yuvarlanır. Nerdeyse bunu bizim sihirli deve dikeni (halkımız bir destan hatası yaparak bazen buna Deve dikeni Roland der) sanasım gelir. Bu memlekette yabani pelinler biter; yeşermiş mısırın o sıcak bağlarına rüzgar, elmaların kokusunu katar. Yeni sağılmış sütte kuru gübrelerin ılık dumanı tüter gibi. Bu memleketin sözünü edebilmek için, insanda bu toprağın çilesini çekmiş bir erkek sesi, memleketine karşı beslediği o tabii sevgiden uzun zaman yoksun kalmış bir erkek sesi (Daniyar’ın sesi), olmalı.
İşte bakın, her şey değişiyor, kendi asıl rengine bürünüyor. O taklidi imkansız olan şey başlıyor. Ne yapsam, bunu ben anlatamam. Okul kitaplarından kopya edilmiş resimleri de, Ağustos gecesindeki Daniyar ile Cemile’yi de gayet iyi çizen, doğuştan ressam Seyyit’teki o kabiliyet bende yok. Seyyit’in hiç hazırlıksız, cahillikten gelme saf bir cüretle yapılmış resimlerini ah ne kadar görmek isterdim. Bu resimlerdeki kişiler kim bilir nasıl kolayca tanınır, asıllarına ne kadar benzer! Çizgi ve renklerdeki o hem gümrükçü Rousseau’dan, hem de Manas destanından gelme sözlü üstünlüğü resim akademisi, Allah vere de yok etmese, okul Seyyit’in elini berbat etmese. Yine bu üstünlük, batının artık kendini tüketmiş medeniyetlerindeki ressamların kaybolmuş bir cennet yolu gibi yeniden öğrenmeye çalıştıkları o hüner ve ustalıkla berbat edilmese.
İşte bakın, o paha biçilmez şey doğuyor, yükseliyor… işte bakın, yazar, ruhun ve hayatın o gerçeğini, tıpkı Ağustos gecesindeki Daniyar gibi, birden gözümüzün önüne seriyor. Hayatın bu gerçeğine, Verona’da, Troya’da olduğu gibi Şeker’de de, Talas’ta da aşk derler.
Her insanın bir hayatı vardır. Cengiz Aytmatov hayat yolunun henüz başındadır. Oysa, bakın, insanlığın o ulu deneyini daha şimdiden, yüreğinde ve kucağında taşır gibidir. Çünkü, bu genç herkesten bambaşka bir şekilde aşkın sözünü ediyor. Ey, Alfred de Musset, Kırgız boylarındaki bu Ağustos gecesini de, otuz yaşında hayatını ve gücünü hiç kaybetmediğini söyleyebilen bu genci de kıskanmalısın dostum!
En başta toprak sevgisi, yaşamak sevgisi geliyor -hiç değilse, öyle görünüyor. Kuş şakıyınca ya da göz alıcı tüyleriyle salınınca oradan geçen biz, musikiden başka bir şey duymayız, renklerin ahenginden başka bir şey görmeyiz. Bu türkünün aşk türküsü olduğunu, bu türkünün tüylerin güzelliği gibi, bir yerde saklanmış, duyup gelecek dişi kuşa seslendiğini öğrenmemiz için bilginlerin incelemeleriyle bize bunu anlatmaları gerekti.
Yukarıda da söyledim, Cemile hikâyesini bize bir çocuk anlatıyor. Sevişen çiftin ruhunda olup bitenleri keşfetmek, çiftin henüz ne olduğu bilinmeyen dramı hem onca duygunun kendisini keşfetmek, hem de zekâyı tatlı tatlı konuşturmak demektir. Bu çocuk her şeyi yeniden icat edecektir. İşte bunun içindir ki o, bize aşkı, çok saf bir maden gibi, doğuş halinde gösteriyor.
Hemen de adını koyacak mı? Bazen, «Cemile ile ikimiz» diyor o, «aynı ve tek bir duygu ile heyecanlanıyorduk gibi gelirdi bana.» Çocuk bu doğuşu seyrediyor; Cemile’nin Daniyar’ı sevmesini hem istiyor, hem istemiyor. Çünkü memleket törelerine göre o, ağabeyinin karısını, yengesini gözetmek zorundadır. Çünkü Ağustos gecesi söylenen bir türkü ondaki bütün iyilik ve kötülük duygusunu altüst etmiş, bozguna uğratmıştı. Cemile’yi sevmesini bilemiyor, ancak Cemile’yi büsbütün kaybedince bunu öğrenecektir. O, çocuk masumluğu içinde de Daniyar’la Cemile’nin aşkına yataklık edecektir.
Şimdilik, “aşk nasıl şeydir?” diye kendi kendine soruyor. Onun ne olduğunu içindeki başka bir duygu ile hissettiğini resimle başkalarına anlatmak arzusu ile iyice anlayabilecek. Ressamın ilhamı gibi, şairin ilhamı gibi bir ilham değil mi aşk da? diye düşünüyor. Ağustos gecesi, on üç yaşındaki bu çocuğa önce ne olmak istediğini ifşa ediyor; Daniyar’ın türküsü, Daniyar’ın Cemile’ye söylediği aşk türküsü ona gerçeği öğretiyor.
Ne söylesek, ya lafı uzatmış oluruz, ya da söylenecekleri söylememiş oluruz. Kitap önümüzde. Hem kısa, hem de engin bir hikâye bu. Ne yerli yerinde kullanılmamış biricik kelimesi olan, ne de yürekte yankı yapmadık biricik cümlesi olan bir hikâye. Küçük Seyyit’in saf ve tabii bir ressam olup olmadığını bilmiyorum; ama onun ağzı ile konuşana hiç kimse sanat dersi veremez. Rustaveli Kafkasya’da ya da Armand Daniel Manguedoc’ta yırladıkları sırada, Kırgızlar yazma kitaplar için özenip bezenilen minyatürler yapmıyorlardı. Yazı onlarda yeni ortaya çıkmış bir marifettir; kitaba kavuşalı şurada otuz yıl ya oldu, ya olmadı… Yeşillikler içinde mis kokan Talas’tan kopup bize gelen bu türkü… Hem Ağustosu, hem sonbaharı söyleyen, aygırın ve ürperen toprağın çığlığı olan bu türkü… Eski töreleri altüst edip, sevilen kadının adını her mektupta en başa, erkek kardeş, baba, ana ve ihtiyarlardan önceye alan bu türkü… Aşkı kanuni evlenmeden, kadının askerdeki kocasına karşı olan ödevinden üstün tutup, köyün ikiyüzlülüğünü tarumar eden bu cüretli türkü… İşte bunun için gönlüm razı olmadı, bu türkü, pelinlerle kaplı bozkırda, insanın gençken Cemile ile Daniyar’ın aşkından habersiz, üstünde yatıp uyuduğu samanların kokuları içinde kalsın… Yine gönlüm razı olmadı, kızgın gecelerinden yükselen bu türkü bizim bezgin eski dünyamızda yankılar uyandırmasın ve bu yankıları alıp götüren bulutlar, fırtınalar gidip Cengiz Aytmatov’a «sesin buralarda duyuluyor» demesin, «erkekle kadının birbirlerini tanıdıkları, çocuğunun da ışığı hayal meyal keşfettiği o perili gece buraları da sarıyor» demesin.
Allah Allah!.. Dünya hâlâ ne kadar genç, ne kadar güzelmiş meğer! Sanki hiç bir şey tükenmemiş gibi, sanki her şey insanların yüreğine hâlâ çarpıntı verirmiş gibi! Bilgin işi bir müzikle avunmalarını mazur göstermek isteyen birçok kimseler vardır… Müzik diye ne varsa bu müzikten sürüp çıkarılmış, bunu yapmakla müziğin özünün bilindiği daha iyi gösterilmek istenmiştir. Birtakım kimseler vardır; ilmin öyle noktasına erişmişlerdir ki, bu noktada ilim artık oyundan başka bir şey değildir. Aynanın karşısına geçtiklerinde kendilerini tanımayacak kadar zayıf düşmüş kimseler vardır… Sonra, bakıyorsunuz, Çin’le Tacikeli arasında, Kurkureu nehri üstünde bir oğlan çıkıyor, gözlerini size çevirip konuşuyor. Susup bu çocuğu dinlemeye can atıyorsunuz.
Ey, inanmadığım Ulu Tanrım! Aşka olan bütün imanımla inandığım o Ağustos gecesini bana bağışladığından ötürü sana şükrediyorum.
Paris, 30 Mart 1959
***
Aytmatov, bu yazı ile kaderini değiştiren Louis Aragon ile (Tarih?)