# Etiket
#Kültür/Sanat #Tarih

Türküm, özür dilerim… / İskender ÖKSÜZ

 Türküm, özür dilerim…”

 Prof. Dr. İskender Öksüz

Bu Türkler gerçekten dünyanın başına belâ. Şimdi de azınlıkları kovdukları ortaya çıktı. Düşünüyorum da Ermeniydi, Rumdu, Türklerin zulmettiği her “etnik grup”tan tek tek özür dilemek yerine hepsini birden halletmenin bir yolunu bulsak. Bu kadar faşizanlığın üstüne son bir tanecik daha yapıp Türkleri toptan bu topraklardan sürüversek.

Bütün Türkleri kovmaya da gerek yok. Meselâ Ahmet Türk kalabilir. Orhan Pamuk, Baskın Oran gibi “aydınlar” da. Zaten bu öyle büyük bir etnik temizlik gerektirmiyor. “Ne mutlu Türküm diyene” ve “Türküm doğruyum çalışkanım…” gibi faşizan ifadeler kaldırıldıktan birkaç nesil sonra nasıl olsa, “Evet, ben Türküm, kalkıp gideyim bari” diyecek pek kimse kalmayacaktır geride. Anadolu’nun boşalma tehlikesi de yoktur. Avrupa Birliği’ndeki müttefiklerimizin ve onların Türkiye’deki dostlarının verdiği azınlık sayılarını alt alta koyup topladığımda nüfusumuz zaten 120 milyonu geçiyor.

Böylelikle o kadar problem birden çözülür ki… Kıbrıs diye bir mesele kalmaz; dünya da biz de rahat ederiz. Avrupa Birliği’ne girmek de bir hamlede hallolur. Hatta bakarsınız Avrupa Birliği bize girer. Ermenistan sınırı açıldıydı, kapandıydı da biter. Karabağ umurumuzda olmaz. Sahi belki “ben Türküm” diyenleri Azerbaycan’a yollarız. Oradakiler kendilerine Türk diyor ya. Biz de birkaç yıl sonra topuna birden “Azerî” deriz.

Bu fantezi tabi… (İnşallah öyledir.) Fakat o kadar fantezi olmayan bir yol daha var. Eğer Türkiye’de yaşayanların aslında otuz kırk etnik gruptan ibaret olduğuna, bir milletten bahsedilemeyeceğine, etnik grupların üstünde, millet değil, olsa olsa bir pasaport bürokrasisi bulunduğuna insanları ikna etmek. Böylelikle millet gider, kavga biter. Türkiye ulus-devlet değil, bir etnik mozaik olur. Dubai Havaalanı’nın transit salonu gibi bir şey…

* * *

Bu Türkler, bin yıl kadar öncesinden başlayarak önce Rumeli’yi, sonra da Anadolu’yu Türkleştirdiler. Batılı ve medenî bir millet olmadıkları için, bu Türkleştirme sırasında da yerli halkı yok etmeyi akıl edemediler. Hâlbuki İspanyolların Müslüman ve Yahudilere, Amerikalıların yirmi milyon yerliye yaptıkları gibi yapsalardı, bu işgali geri püskürtmek mümkün olmayabilirdi. Bunu düşünemediler ve temizlik hiç de zor olmadı. İlk işgal ettikleri Rumeli birkaç yıl içinde pir ü pak oluverdi. Ve – Alev Alatlı ustamızdan öğrendiğimiz–  Ernest Renan’ı tahminindeki gibi Türkler bunu artık hatırlamıyorlar bile.  Hatta Ernest Renan bile bu kadarını düşünememişti; kendilerini temizleyenlerden bir de özür diliyorlar. Bu ırzına geçilen kadının, mütecavizin yüzünü tırnakladığı için özür dilemesine benziyor. Çok af edersiniz. Gerekirse Hıfzıssıha’dan tecavüz ertesinde psikolojilerinin bozulmadığına dair rapor da alınabilir.

Jared Diamond, “Mikrop, Tüfek ve Kılıç” kitabında, eğer katliam, Hıristiyan ve beyaz bir halka karşı gerçekleştirilmemişse, Batılıların bunu görmediklerini yazmış. Diamond, Batılının- Rusya dâhil-  daha da sık yaptığı bir şeyi yazmamış. Onu “faşizan” tarih bilimcisi Stanford Shaw “İmparatorluktan Cumhuriyete” eserinde anlatıyor: “Yunanlılar, Rumları teşkilatlandırıyor, onlar Türklere saldırıyor, yakıp yıkıyor, katlediyor, tecavüz ediyor ve sonra Türklerin bir şekilde cevap vermesini bekliyorlardı. Türklerden gelen reaksiyon Batı medyasında fotoğraflarıyla, çizimleriyle, hikâyeleriyle geniş şekilde yer alıyor, fakat daha önceki tecavüz bütünüyle görmezden geliniyordu. Sonra Yunan ordusu, “saldırılara karşı tedbir olarak” ilk tecavüzün gerçekleştiği toprakları işgal ediyordu. Mayıs 1919’dan itibaren gittikçe genişleyen Yunan işgali hep bu mekanizmayla meşru gösterilmekteydi. Aynı mekanizma daha doğuda Ruslar ve Fransızlar tarafından Ermeniler kullanılarak işletilmiştir.”

Diplomaside tartışmaların vardığı sonuç sanıldığı kadar önemli değildir. Daha önemlisi neyin tartışıldığıdır. Güçlü taraf, tartışmayı kendi istediği alana çeker ve aslında tartışma başlamadan zaferi kazanır. Tıpkı harpte, daha harp başlamadan zaferi garantileyen yer ve zaman seçimi gibi. Siz Ermenistan’sanız veya Ermenistan yanlısıysanız, Azerbaycan’ın yüzde yirmisini işgali tartışmasında kaybedersiniz. Fakat bunun yerine Türk-Ermeni sınırının açılmasını tartıştırabilirseniz baştan kazandınız demektir. Uluslar arası garantiler altındaki Kıbrıs Anayasası’nın ihlâli, Kıbrıs Türklerine karşı girişilen etnik temizlik, Noel katliamı, Sampson darbesi tartışılıyorsa kaybedersiniz. Tartışmayı Türk ”işgali”, “limanların açılması” üzerine çekebilirseniz zafer garantidir.

Eğer rakibiniz, Türkler kadar balık hafızasına sahipse işiniz çok kolaydır. Basına bakıyorum, “Ben azınlıkların sıkıntısını anlıyorum, dedem de Selânik göçmeniydi.” “Öyle ya biz de bu sıkıntıları çekmişizdir her halde, benimkiler de Deliorman’dan gelmişti.” gibi ifadeler cirit atıyor. Belli ki Rumeli’de belki bir Türk Mahallesi olduğunu ve dedelerinin, büyük annelerinin orada, azınlık olduğunu sanıyorlar. “Bizimkiler Sırbistan’dan gelmiş, demek ki biz aslen Sırbız” diyenlere de rastladım. Rumeli’nin Balkan etnik temizliğinden önce yüzde seksen beş Türk nüfusa sahip olduğunu hatırlayan yok.  Yine Stanford Shaw, 1919- 1922 Yunan işgalinin ve daha dünkü Bosna, Kosova saldırılarının 19. asırda başlayan etnik temizliğin devamı olduğunu söyler.

Keşke Yunanlılar 1919’da değil de 2009’da harekete geçseydi. Çok daha başarılı olurlar, çok daha dostça karşılanırlardı. İşlerini bitirdikten sonra da onlardan özür dilerdik. Bir süre sonra Başkent Sıvas veya Yozgat’ta çıkan gazetelerimiz de Smyrna’ya her şey dâhil turistik gezi ilânları yayınlardı. Bir araştırmacı yazarımız da çıkar, “Bırakın bu milliyetçiliği, emperyalizmi. Bizim Smyrna’da, Magnesia’da ne işimiz vardı?” diye sorardı.

 

***

Sayın Başbakanımızın, Türkiye’den kovulan etnik gruplar hakkında söylediklerini yorumlamak için başka yorumcuların dediklerini dinlemek istedim. CNN-Türk’te Reha Muhtar’ın programına kulak misafiri oldum. DTP Hakkâri Milletvekili Hamit Geylani, Lozan antlaşmasının 38. ve izleyen maddelerinde, azınlıkların kendi okullarını, fakat kendi paralarıyla açmalarına dair hükümlerden söz etti. Son derece tedbirli konuştu. Lozan’ın azınlıklara tanıdığı bu hakkın azınlık olmayanlara da tanınmasını istedi ama “kendi paralarıyla” kısmına da rezervini koydu. Kendi okulunu açıp kendi dilinde eğitim yapacak halkın parası yoksa ona para vermemenin de – mealen—faşizan bir davranış olacağını, ileri görüşlülükle not etti.

Sayın Geylani aklıma bir fıkrayı getirdi. Biri Trabzonlu, biri Kayserili ve biri Hakkârili üç arkadaş, bir trafik kazasında vefat eder. Kendilerini aniden Âraf’ta bulurlar. Onları karşılayan meleğe itiraz ederler. “Biz daha genciz, olacak iş mi bu, demokrasiye sığar mı… Ne olur bir şeyler yapıp bizi hayata iade edin.” Melek, mevzuatı karıştırır ve bir çare bulur. Adam başı 5 000 dolar karşılığında dünyaya iadelerinin mümkün olabileceğini söyler.

Trabzonlu pat diye dünyaya döner. Daha dün cenazesini kaldıran arkadaşları çevresine üşüşür.

-Yahu biz seni dün gömdük. Şimdi nereden çıktın?”

diye sorarlar. Trabzonlu başlarına geleni anlatır.

-Ben 5 000 doları verdim ve işte geldim.

-Peki, Kayserili nerede?”

-O 2 000 dolara olmaz mı diye pazarlık ediyor.

-Peki Hakkârili?

-O, ‘devlet versin’ diyor.

Fıkradaki kahraman Hakkârili değildi ama Sayın Geylani’nin ilhamıyla ben öyle yaptım. Nihayet fıkradır. Hakkârililer alınmasın.

* * *

Muhtar’ın programında Mir Dengir Mehmet Fırat Beyefendi de vardı. “Beyefendi”yi vurgulayarak yazıyorum. Çünkü Mir Dengir Mehmet Bey, her hâliyle gerçek bir beyefendi. Hamit Geylani’ye cevap verirken de öylesine sevecen, öylesine beyefendi idi ki, benim kafamdaki şeytanın aklına, Samuel Huntington’un, “İktidardayken rejim nasıl değiştirilir” reçetesi geldi. Sayın Fırat’ı tenzih ederim. Eminim aklının ucundan geçmemiştir ama benim şeytanın hatırlattığı reçete şöyle:

1. İlerde iktidarı devredeceklerinize kamuoyu karşısında son derece saygılı olun. Onları kesinlikle sert şekilde tenkit etmeyin.

2. Nihaî hedefinizi vakti zamanı gelmeden açıklayan tenkit karşısında geri adım atın ve şiddetle inkâr edin.

3. Size karşı engelleyici, fakat kanun sınırlarını zorlayan müdahaleleri en sert şekilde cezalandırın.

Reçete böyle devam edip gidiyor. Geçen yıl kaybettiğimiz Samuel Huntington, “Medeniyetler Çatışması” ve “Biz Kimiz?” gibi “Nazizan” eserlerini vermezden önce böyle işlerle uğraşıyordu. Bu alıntı onun “Üçüncü Dalga” kitabından.

Mir Dengir Bey, devletin, azınlıklara tanıdığı hakları asli vatandaşlarında da haydi haydi tanıması gerektiğini belirtti ve bunun için mütekabiliyetten bahsetmenin devlete yakışmayacağını söyledi.

Anlaşılıyor ki bizim mütekabiliyet diye bir derdimiz olamaz. Biz bunu zorlamamalıyız. Başbakanımızın demecinin mütekabilini Yunan, Sırp ve Bulgar Başbakanları’ndan ama kendiliğinden gelmesini beklemeliyiz. Onlar da yakında, “Bizim Türk çoğunluğumuz vardı, onları temizledik, iyi mi yaptık yani?” diye bir açıklama yapacaklardır. Kim bilir belki de Batı Trakya’daki azınlığa Türk isimli dernek kurma hakkı bile verirler. Ne de olsa AİHM kararı. Fakat bu da önemli değil, çünkü biz bu sıfattan yavaş yavaş vazgeçiyoruz. Onlar ne diyor? “Müslüman azınlık”. Eh bizi birbirimize bağlayan en kuvvetli bağ da bu değil mi? İkna olmadıysanız Arabistanlı Lawrence’a sorun.

* * *

Nitekim Yunanistan’dan ses gelmekte gecikmedi.

Hürriyet’in haberine göre Elefteros Tipos Gazetesi, “Erdoğan’dan ’faşistçe yapılan etnik temizliklere’ özeleştiri” başlıklı haberinde şöyle yazdı: “Ve Türk başbakanı, aniden, sanki kendiliğinden anlaşılan bir şeyden bahsedercesine ’Türklük’ adına yapılan etnik temizlikleri ’faşistlik’ ilan etti. Devamı gelir mi bir yana, tarihi bir açıklama söz konusu. Türkiye’nin siyasi fay hattında ilk kez böyle bir şey oluyor. Erdoğan, milli bir tabuyu kırıp Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun dayandırıldığı çivilerin bulunduğu noktaya parmak koyacak kadar kendini güçlü hissediyor.”

Siz de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun dayandırıldığı çivilerin bulunduğu noktaya konulan parmağı hissediyor musunuz?

Leave a comment